O sabah uyandığında adını hatırlayamıyordu. Günlük yaşamın dengesini bozabilecek her türlü duygu ve bilgi, zihnimizin geri dönüşüm kutusuna pekâlâ atılabilir. Elbette adını unutmuş olması böylesine bir açıklamayla tanımlanamazdı. Eğer ona verilen görevin baskısını tüm bilincinde hissetmiyor olsaydı, adının ne olduğunu anımsamak için yataktan kalkmadan önce kendini biraz daha zorlayabilirdi. Çaresizce yerinden doğruldu, kafasının içindeki sentetik ağları tetikleyecek olan enerji ünitesini ağzına soktu ve koşarak odasından ayrıldı. Ekibi çoktan dışarıda onu bekliyordu.
Adım Ali! Rahatlamıştı.
* * *
Büyük gün sonunda gelmişti. Binlerce yıl sonra ilk kez, ilkellerle iletişime geçeceklerdi ve bu görev, antropoloji eğitimini henüz tamamlamış olan Ali ve onun yönetimindeki küçük ekibe verilmişti. Yaşamının ilk birkaç yüz yılını dünyayı karış karış gezerek geçirmiş, savaşlardan sonra giderek güçlenen doğanın mucizelerine keyifle şahitlik etmiş, ardından Jüpiter’in uydusu Europa’daki radyasyon kubbesinde (Argoda kubbeye zar denirdi) teknisyen olarak çalışmıştı. Derken tesadüfler onu asteroid kuşağına kadar sürüklemiş ve buradaki ikmal istasyonunun güvenlik biriminde görev yapmıştı. Bunca maceranın ardından sıkılmış ve yedi yüz kırk iki yaşında yeniden yüksek öğrenim görmeye karar vermişti. Yaşadığı gezegenin tarihini ve eski hamilerini hep merak ederdi ve yaklaşık sekiz sene süren antropoloji eğitimine bu şekilde başlamıştı. Şimdi ise yeni bir kavşaktaydı. Antik dünya tarihini insanoğlunun toplumsal davranış dinamikleri açısından iyice kavramış biri olarak, dört kişilik bir ekibe liderlik edecek ve asırlardır Anadolu’da tecrit altında tutulan ilkellerle görüşmeye gidecekti.
* * *
Uzun boyu, cüsseli bedeni ve ışıltılı teniyle, Ali her zaman dikkat çeken biri olagelmişti. Ekip arkadaşlarına doğru yürürken, onların gözlerinde her zaman alışkın olduğu o hayranlık duygusunu görebiliyordu. Ekibiyse özenle seçilmişti: İki acar asker, bir dil bilimci kadın ve bir siyaset bilimci adam onu bekliyordu. Hepsi yepyeniydi; yani Ali’yle aşağı yukarı aynı yaşta olmalılardı.
Onları Güney Afrika’dan alan hava aracı, eski adı Toroslar olan sıradağların içlerine, büyük piramidin önüne kadar götürmek üzere yola koyuldu. Tamamen yekpare camdan yapılmış olan ve yassı bir su damlasına benzeyen hava aracı hızlandıkça daha da inceliyor ve bir ışık huzmesi gibi hızla yol alıyordu.
* * *
Ali’nin içinde yaşadığı toplumun kuralları ve gerçekliği, antik insanlar için anlaşılmaz olabilirdi. Sanılanın aksine insanlık, salt insanlardan oluşan bir topluluk değildir. İnsanlık biraz da ağaçtır; sonra çiçek, kuş ve kedi, balık ve biraz karıncadır mesela. Tüm bunlardan uzaklaştıkça, insanoğlu hiçliğe doğru savruluverir; yani et tırnaktan, akıl yürekten kopmuş olur. İşte Ali’nin yaşadığı dünya tam olarak böylesine hastalıklı bir evreden geçiyordu. Her şey uzun zaman önce kulağa masum, hatta haklı denebilecek gerekçelerle başlamıştı. Ölüm bir hastalıktı ve hastalık problem demekti. Her problemin de bir çözümü vardır ilkesinden hareketle; insanoğlu önce ölümü ötelemek için vücudunu türlü biyo-sentetik donanımlarla doldurmaya başladı. Yaşlanan organlar yerine yapay olanları, sertleşip işlevini yitiren damarlar yerine biyolojik yazıcılarda kişiye özel hazırlanmış damar sistemleri derken, birkaç nesil sonra doksan yaşını geçip de olağan bedeniyle yaşamakta olan çok az kişi kalmıştı. Kulağa tuhaf gelebilir ama 2300’lü yıllarda biyomekatronik bir bedene sahip olmanın psikolojik anlamda diş protezi yaptırmış olmaktan hiçbir farkı yoktu, gerçekten yoktu.
Her zamanki gibi itirazlar sarhoş bahar rüzgârları gibi gürleyip geçmişti; tuhaf olan yeni normlara, yeni normlar ise normale dönüşürken dünya çoktan ikiye bölünmüştü. Bir yanda kendilerine üst insan diyen, ömürlerinin son aşamasında biyolojik bedenlerini de geride bırakarak tamamen biyomekatronik bedenlere yüklenmiş olan insanlar,diğer tarafta ise sonradan ilkeller olarak adlandırılan insanoğlunun bir tür robot türüne dönüşüyor olmasından büyük rahatsızlık duyanlar vardı. Zıt kutuplar birbirini çekebilir, fakat manyetizmanın bu kuralı toplumsal ilişkilerde tam tersine de işleyebilir. Bu iki kesim önce birbirinden uzaklaşmaya başladı. Sokakların, semtlerin ve şehirlerin bölünmesinden hemen sonra üst insanlar kendilerine ait bir ülke kurarak ilkellerin bağrından ayrıldılar ve geride sadece geçmişlerini değil, ağaçları, çiçekleri, kuşları, kedileri, balıkları ve karıncaları da bıraktılar.
Kadim ayrılıktan kabaca iki bin yıl sonra bu iki tür arasında amansız bir savaş çıkıverdi. Öylesine bir savaştı ki sonuçlarının vahametinden dolayı kimseler savaşın sebebini hatırlamaz olmuştu. Elbette biyolojik insanlar hezimete uğradı. Yine de üst insanlar onlara yaşam hakkı verdi ama tek bir şartla; sayıları eli milyona kadar gerileyen insanlar sadece ve sadece Anadolu’da yaşayabilirdi. Ellerinden tüm teknolojik altyapıyı, bilimsel ve kültürel birikimi alan üst insanlar, inşa ettikleri iki kilometre metre yüksekliğindeki devasa bir piramidin içine mağlup atalarını bırakarak gittiler. Metal aksamlarla yükselen piramidin tüm dış yüzeyi cama benzeyen, fakat geçirgen olan bir alaşımla kaplıydı. Biyolojik insanların varlığı mekatronik insanları ürpertiyordu çünkü ilkeller üst insanlara ölümü anımsatıyordu. Asteroid kuşağından getirilen hammaddeyle inşa ettikleri bu piramit ise, üst insanlar için bir tür mezar taşı görevi görüyordu. Saydam duvarların ardındaki olası yaşamın onlar için hiçbir anlamı yoktu, tıpkı ölümün anlamsızlığı gibi.Üst insanlar bir duvar veya bir kubbe yerine piramit inşa etmişti çünkü bu piramit ilkelleri hapsetmek dışında üst insanların ihtiyaç duyduğu küresel enerjiyi de depolayıp gereken bölgelere aktarabiliyordu. Dünya’nın farklı yerlerine inşa edilmiş on bir piramit daha vardı. Koca dünya kablosuz bir şarj cihazı görevi üstlenmişti.
* * *
Sonra zaman, sınırsızlığın çağlayanında usulca aktı ve kendi döngüsünde demlenerek geçip gitti. Eski kavgalar ve acılar yeni nesillerin ağzında şarkılara, sıradan masallara dönüşüverdi. Ne de olsa zaman, gerçekliğin küfüdür.
Tüm dünyaya sahip olan üst insanlar binlerce yıl boyunca refah içinde yaşadı. Oysa sayıları azalıyordu çünkü ilk yıllarda kuramsal anlamda sınırsız olan ömürlerinin keyfini çıkaran milyarlarca üst insan, birkaç yüz yıl sonra ya deliriyordu ya da kim olduğunu unutarak kimlik erozyonuna uğruyordu ve çoğunlukla kendini kapatarak binlerce yıl yaşamanın eziyetinden kurtuluyordu. Kimileri için ölümsüzlük öylesine karanlık bir kabusa dönüşmüştü ki kendini yok eden üst insanların neredeyse hiçbiri yok olmaktan korkmuyordu. Kısacık biyolojik ömürde bile acılar ve yaşanmışlıklar insanı türlü kimliklere sürüklerken, binlerce yıl süren ömrün insanı neye çevirebileceğini artık üst insanlar iyi biliyordu. Engin, alabildiğine engin ve ıssız bir anlamsızlık çölü; biyomekatronik bedenlerinin ince tıkırtıları içinde sıkışıp kalan milyonlarca üst insanın nihai sonu anlamsızlığa ve duygusuzluğa gömülmekti. İnsanı insan yapan ölümdü çünkü ölümün varlığı insana yaşamda neyin önemli ve değerli, neyin ise önemsiz ve değersiz olduğunu seçebilme gücünü veriyordu. Bolca zamana sahip olanlar ise anlamsızlığın kıyısız okyanusunda boğulmaya mahkumdu. Öyle de olmuştu. Oysa o âna değin hiçbir üst insan, asıl şanslı olanların ölümü tercih edenler olduğunu bilmiyordu.
Her şey yeniden dengeye ulaştığında artık üst insanlar doğmayan, büyümeyen, çoğalamayan ve yaşlanmayan otuz yedi milyonluk bir robotik topluluğa dönüşmüştü. Devasa şeffaf piramide hapsettikleri ilkellerin durumu ise tam bir bilinmezdi.
* * *
Büyük piramidin önüne indiklerinde, Ali iyice heyecanlanmıştı. İlkellerle iletişim kurabilecekler miydi? Bu soru günlerdir kafasında dönüp duruyordu. Ekibi önüne katarak piramidin ortasındaki küçük demir kapıya doğru yürüdü. Kapı binlerce yıldır açılmamıştı. Etraftaki devasa ağaçlar, önlerinde yükselen türlü bitkiler ve yılların etkisiyle çürüyerek kasasına yapışmış olan kapı, bu terk edilmişliğin kanıtıydı. Ali’nin talimatıyla kapıya yönelen iki asker, biraz çaba ve gıcırtıdan sonra koca kapıyı açmayı başardı.Kapının ardında beklenmedik bir şey yoktu; ağaçlar, çiçekler ve alelade bitkiler dört bir yanı sarmıştı. Göz alabildiğine uzanan düzlüklerde yer yer geniş ve güçlü koruluklar vardı.
Yürümeye başladılar.
“Onlara nasıl söyleyeceksin?” diye sordu Ariya, ekibin dil bilimcisi.
Ali bir yandan etrafa bakınıyordu. “Yıllardır tüm mesajlarımızı yanıtsız bırakıyorlar. Bizi yok sayıyorlar. Biz ise onlara yardım önereceğiz.”
Lerih gülümsedi. Yüzünde siyasilere has o çok bilmiş ifade vardı. “Yardım mı?Bizim için çalışmalarını onlara yardım olarak mı önereceksin?”
“Bilmiyorum, sen söyle! Siyasetçi olan sensin.Günlerdir bunu konuşmuyor muyuz? İş birliği yapmayı önereceğiz ve bunu adım adım, sakin bir biçimde yapacağız. Önce iletişim! Bu çok önemli; acele etmeyeceğiz!”
Yıllardır konuşmuyormuşçasına hırıltıyla mırıldanan askerlerden biri “Biri yaklaşıyor. Silahsız ve korumasız. Elinde bir asa var, tehdit içermiyor,” dedi.
“Gelsin. Biz de ona doğru yürüyelim,” diyen Ali öne atıldı. Arkada kalan iki arkadaşına döndü. “Korkmayın, biyolojik olan biz değiliz! Tahta değnekle bizi incitemez.”
“İlkeller hakkındaki dedikoduları bilmeden konuşuyor,” diye söylenen Ariya endişeliydi.
Boşluğun ortasında birden beliren bu yaşlı adam, uzun beyaz saçlı ve orta boyluydu. Üzerinde eskice bir palto ve elinde boyundan uzun bir asa vardı. Ağır ağır Ali’ye doğru yürürken sakin görünüyordu. Ali ise ilk kez bir ilkelle karşılaşmanın heyecanını içindeydi
* * *
Hakikaten insan kaç yıl yaşayabilir? En fazla kaç yıl yaşamaya tahammül edebilir? Kaç kere âşık olabilir, birini kaç yıl aralıksız sevebilir ve kaç mevsim boyunca uyuyup uyanmaya, gezip tozmaya, okuyup yazmaya ve düşünüp düşlemeye bıkmadan usanmadan devam edebilir? Anlam limanlarının dingin suları, insan bilincini ne kadar huzurlu bağrında misafir edebilir?
Üst insanların büyük bir çoğunluğu birkaç bin yıl yaşadıktan sonra, bu soruların yanıtlarını bulmuştu; kimi onurlu bir biçimde kendini kapatıp karanlığın huzuruna savrulmuş, kimi de çıldırıp parçalanan kişiliğinin lavları altında eriyip gitmişti. Geri kalanların çok azı, otuz bin yıldır süren kesintisiz ömürlerini tek bir insan olarak geçirmişti. İşte bu da uzun ömrün bir başka yan etkisiydi; bir amaç üzerine inşa edilmeyen kısacık bir ömürde bile insan, düş ve düşünce ekseninden saparak türlü benliklere savrulabiliyordu. Gençlik ateşi sönüp gidince ufku kararan yürekler, gözlerini farklı bilinç ışıklarında açarak kim ve ne olduklarını, ateş böceği misali yanıp sönen kısa hayatlarında dahi unutabiliyordu. Böylesine bir kültürün evlatları olan üst insanların otuz bin yıldır süren ömrü, tek bir kişi kalabilmek için ne amansız bir sınavdı. Zamanın çürüttüğü benliklerinde yaşamın rüzgârlarına tutulanlar, mekatronik bedenlerini sürekli yenileyerek, sadece ölmemek amacıyla bir ağaç gibi, bir yapı gibi yaşamaya devam ediyordu. Daha basiretli olanların yürekleri ise terk edilmiş virane şehirlerden farksızdı; bilinçleri on binlerce sevgili mezar taşıyla, yıkılmış harabe anılarla ve sisli hasretlerle doluydu.
Şimdi ise yeni bir ufka varmışlardı. Üst insanlar yeniden ilkellerle iletişime geçmek istiyordu. Bu ilk başta naif bir talep olarak görülebilirdi, fakat işin aslı çok farklıydı. Sayıları iyice azalan üst insanlar, ölümlü ilkellerle yeni bir toplum kurmak peşindeydi. Hem günlük işlerini yaptırabilecekleri hem de etraflarını yaşamla doldurabilecekleri doğal bir insan parkı düşlüyorlardı; oyalanmak, var oluşun kıyısız okyanuslarında sürüklenen ölümsüzlerin afyonuydu.
* * *
Yaşlı adamın önünde duran Ali, saygılı görünmeye çalışıyordu. Arkasındakiler ise çekingendi. Hiçbiri o güne değin kanlı canlı bir insan görmemişti. Askerlerin eli tetikteydi. Ali arkasını dönüp gergin bir biçimde duran ekip arkadaşlarına sert bir bakış attı ve tekrar yaşlı adama dönerek ona gülümsedi. Ali kendini ve arkadaşlarını tanıttıktan sonra yaşlı adamın konuşması için bir süre bekledi. Yanıt gelmiyordu.
“Dilimizi anlıyor musunuz?”
“Konuştuğun dilin sizin diliniz olduğunu mu sanıyorsun?”
“Demek anlıyorsun.”
Yaşlı adam onları oturmaları için bir yere yönlendirmemiş, çok da sıcak bir karşılama yapmamıştı. İki eliyle asasına tutunmuş, boşluğun ortasında öylece duruyordu. Ali ve arkadaşlarının metalik bedenleri güçlü güneş ışıkları altında ışıl ışıl parıldıyordu.
“Tüm topraklarınızı taradık ama sizlerden bir iz bulamadık. Ne bir şehir ne bir yaşam alanı ve… Endişelendik.”
“Ne zaman taradınız?”
Ali afalladı. “Yani uzunca bir süredir,” diyerek Lerih’e döndü.
“Son on iki bin yıldır,” dedi Lerih.
“Son on iki bin yıldır bizi göremediniz ve bugün mü endişelendiniz?”
“Aslında buraya yüzlerce defa ekip gönderdik, fakat biri bile sizlere ulaşamadı,” diye yanıtladı Ali.
“Hayır, bize ulaştılar.Onlarla konuştuk. Onların ufkunu açtık ve size geri gönderdik. Sanırım hepsi kendini kapattı, değil mi? Hiçbiri elçi olacak kapasitede değildi.”
Sessizlik rahatsız ediciydi. Yaşlı adam önünde dikilen tüm mekatronik insanların siber alemde veri bankalarını taradığının farkındaydı. Hepsi, on iki bin yıldır tecrit bölgesine gelip geri dönen onca üst insana ne olduğunu öğrenmeye çalışıyordu. Buldukları cevaplar onları rahatsız etmişti.
“Evet, doğru. Hepsi kendini kapatmış. Binlercesi ölmüş,” diyen Ali, iyice huzursuzlandı. “Nasıl? Siz nasıl…”
“Asıl soru şudur: Buraya gelmeden önce sizler bunu neden öğrenmediniz?”
“Bakın, biz buraya iş birliği için geldik. Artık bu piramide mahkûm olmak zorunda değilsiniz. Antik çağlardan kalma anlamsız kavgalar artık bizi ilgilendirmiyor. Sizlere kucak açmak, yardımcı olmak istiyoruz. Her türlü iş birliğine hazırız.”
Ali, bu donuk yaşlı adamın birden kahkahalara boğulacağını hiç mi hiç düşünmemişti.
“Neye gülüyorsunuz?”
“Bize ne konuda yardımcı olacaksınız?”
Bir an ne diyeceğini bilemeyen Ali, hızla toparlandı. “Nezaket kurallarını bozmak istemem ama size her alanda destek olabiliriz.Yoksulluk içinde yaşamak zorunda değilsiniz.”
Ali’ye doğru bir iki adım atan yaşlı adam, iki askeri tetikledi. Eliyle askerlere talimat veren Ali, onları durdurdu. Yaşlı adam Ali’ye yaklaştı ve onun yüzünü inceledi.
“Sen kimsin?”
“Söylemiştim. Ben…”
“Hayır, tam olarak kimsin? Yeni üretim misin yoksa eski katillerden misin?”
“Bu biraz kaba…”
“Söyle!”
Yüzü asılan Ali “Yeni üretimim! Daha yedi yüz elli yaşındayım! Bilincim ise, senin deyiminle,eski katillerden birine ait! Ali isminde bir iş adamı, buralardanmış. Türkiye’den!” diye sert bir biçimde yanıtladı.
“Ama sen Ali değilsin, çünkü otuz bin yılın ardından Ali’nin bilinci çoktan çözülüp gitti. Ali senin için bir tür bilinç işletim sistemine dönüşmüş, o kadar! Ali’nin hatıralarını anımsıyor musun?”
“Bakın böyle davranarak…” diyen Ali oldukça rahatsız hissediyordu.
“Nasıl davranarak? Sana kibarca bir soru sordum. Ali diye bir Türkün bilincine sahip olduğunu söylüyorsun. Yani sen teknik olarak Ali’sin ve aşağı yukarı otuz bir bin yaşındasın. Sorum basit, gerçekten merak ediyorum. Ali’nin hatırlarını anımsıyor musun? Yani çocukluğunu, gençliğini, şu bedene yüklenmeden önceki olağan yaşamını?”
Yaşlı adam Ali’nin gözlerinin içine delici bakışlar atarak yaşından beklenmeyecek bir tempoda konuşuyordu. Ali ise sinirlenmemeye çalışıyordu.
“Evet, ama sanki…”
“Sanki sana ait değiller.”
Ali başını önüne eğdi. “Evet. Başka biri gibi. Daha doğrusu Ali, benim iyi tanıdığım bir başkası…”
Yaşlı adam yine sözünü kesti. Lerih’in sabrı tükenmek üzereydi. Ariya, Ali’nin yanına gidip adamla münakaşa etmeyi planlayan Lerih’in kolunu tutup onu durdurdu.
“Sana Ali’nin öldüğünü söylersem üzülür müsün?”
“Ben Ali’yim!”
“Hangi Ali? Bir başkası dediğin Ali mi? Hatıralarına yabancı olduğun ama bir yandan da çok iyi tanıdığın Ali mi?”
“Ne yapmaya çalışıyorsun?”
“Sen, siz, hepiniz, yürüyen mezarlıklarsınız.”
Ali’nin gözlerinin içine bakarak gülümsedi. Onca gerginlikten sonra o samimi bakış Ali’yi rahatlatmıştı. “Sen iyi birisin fakat sahip olduğun bilgiler seni bilgeliğe taşımayacak. Sana yardım edeceğim,” diyerek elindeki asayı Ali’nin alnına dokundurdu.
Ali olduğu yerde kaskatı kaldı. Askerler ise harekete geçti. Adama hamle yapan askerlerden biri yaşlı adamın omzundan çekip onu yere yatırmak istedi, fakat eli boşa gitti ve sendeledi. Diğer asker ise adama ateş etti fakat nafile, güçlü ışınlar gürültüyle zemini dövüp ortalığı toz dumana boğdu. Bu adamın hologram olduğunu o anda anladılar. Yaşlı adamın sanal asası Ali’nin alnındaydı. Lerih ve Ariya, Ali’nin omuzlarını tutup var güçleriyle onu geri çekmeye çalışıyorlardı. Aniden çok güçlü bir ışık patlaması oluverdi. Dört bir yan saf beyaz ışığa gömüldü.
* * *
Ali tekrar görmeye başladığında, bembeyaz daire bir platformun üzerindeydi. Bir tür mahkeme salonuna benzeyen bu büyük mekânın içinde, platformu saran ve yukarılara kadar yükselen oval oturma bölümleri vardı. Yaşlı adam gözden kaybolmuş, Ali nispeten kendine gelmişti. Başını kaldırıp baktığında etraflarını saran oturma bölümlerindeki yüzlerce insanın onları izlediğini gördü. Lerih, Ariya ve iki asker hemen arkasında camekan mankenleri gibi kımıldamadan duruyorlardı.
“Ben neredeyim?”
Oval salona açılan genişçe bir koridorun üst kısmındaki oturma bölümünde, daha kıdemli olduğu her hallerinden belli olan üç kişi vardı. Ali, ortada oturan kişinin onları karşılayan yaşlı adam olduğunu hemen fark etti. Şimdi üzerinde bembeyaz, yekpare bir tunik ve omzunda yere kadar inen yeşil bir kuşak vardı.
“Seni ve arkadaşlarını meclisimize getirdim. Şimdi mesajını iletebilirsin.”
Arkadaşlarına bir daha bakan Ali “Onlara ne yaptınız?” diye sordu.
“Onları bir süreliğine kapattık,” diyerek gülen yaşlı adam, salondaki diğer insanlara döndü. Hepsi keyifle gülümsüyordu.
“Üst insan yönetimlerinin ortak teklifini sizlere sunmak için görevlendirildim. Artık mahkûm olmanızı istemiyoruz. Bir arada yaşamamamız için hiçbir engel yok. Eski kavgalar eskide kalmalı. Barış ve dostluk içinde birlikte yaşayabiliriz.”
“Ne oldu? Ölümsüzler sıkıldı mı? Yoksa uzay madenciliği yeterince metal getirmiyor mu? Gözlerini piramitteki metallere mi diktiler?”
Ali sinirlendi. “Hayır. Artık yeni beden üretmiyoruz. Nüfusumuz otuz yedi milyon bireye kadar geriledi. Her gün onlarca üst insan kendini kapatmayı seçiyor.”
“Bu sabah uyandığında adını unutmuştun, değil mi? Sebebini hiç düşündün mü?”
Neye uğradığını şaşırmıştı. İlkel olduğunu düşündüğü bu gizemli insanlar onun hakkında her şeyi biliyordu. Yaşlı adamın sorusuna verebileceği bir cevabı yoktu.
“Siz… Bunu?”
“Gerçeği öğrenmek ister misin?”
“Anlamadım.”
“Anladın. Gerçeği öğrenmek ister misin?”
Başını sallayan Ali şaşkındı ve korkuyordu. “Evet,” dedi çaresizce.
Yaşlı adamın bulunduğu bölümün altındaki koridorda küçük bir kız çocuğu belirdi. Ali ömrü boyunca gerçek, küçük bir insan görmemişti. Bu şirin, küçük kız ona tüm kaygılarını bir süreliğine de olsa unutturdu. Platforma çıkan kız, iki metre boyundaki Ali’ye küçük bir plastik donanım verip geri döndü.
“Onu başının arkasındaki bölüme tak,” diyen yaşlı adam Ali’yi iyice endişelendirdi.
“Beni yok etmeyeceğinizi nereden bileyim?”
“Arkadaşlarına bak; oldukça savunmasızlar, değil mi?”
Ali arkasını bir daha döndü. Mekatronik bir bedeni kapatmak neredeyse imkânsızdı ve onun dünyasında böyle bir işlem, kişinin yasal talebi olmadan yapılamazdı. Hatta kendileri bile bedenlerini kapatamazlardı. Ali, yaşlı adamın haklı olduğunu fark etti. Bu insanlar isteseydi onu çoktan öldürmüştü. İçindeki merak duygusu endişelerini bastırdı ve küçük veri birimini, başının arka kısmındaki donanım kanalına taktı.
Ali de tıpkı arkadaşları gibi kapanıverdi, fakat bilincinde yaşadıkları, bu hareketsizliğin çok ötesindeydi.
Önce etrafını, içinde güçlü elektrik akımlarının gezindiği bembeyaz bir bulut kapladı. Ardından sonu hiç gelmeyecekmiş gibi hissettiren bir düşüş hissiyle ayakları yerden kesildi. Elektrikli bulutlar dağıldığında büyük piramit inşaatını havadan izliyordu. On binlerce drone, robotik üst insanların emrinde yüzlerce kilometrelik devasa piramidi inşa ediyordu. Güçlü bir flaş patlamasından sonra hızla tüm insan şehirlerini gezmeye koyuldu; hepsi açlık ve sefalet içindeydi. Ali o an zihinsel bir yolculukla otuz bin yıl öncesine gittiğini anladı. Yıllar saniyeler gibi önünde akıp geçiyor, zamanın usta elleriyle şekillenen dünyayı izliyordu. Kısa bir süre sonra insan şehirleri güzelleşti, güçlendi ve Anadolu’nun her yanını kaplamaya başladı. Ardından yüksek binalar ve camdan gökdelenler bir bir yok olmaya başladı. Hepsinin yerine uçsuz bucaksız ormanlar dalga dalga geliverdi. Ormanların içinde tek tük insan yerleşim yerleri vardı. Ali hızla havada uçarken, on iki bin yıl önce ilkelleri ilk kez ziyarete gelen biyomekatronik üst insan ekibini gördü. Yaşlı adam yine önlerinde beliriverdi.
Yaşlı adam on iki kişilik ekibi elindeki asayla kapattı, hepsini büyükçe bir hangara taşıdı. Kalabalık bir insan ekibiyle bu bedenlerin üzerine üşüştü. Tüm mekatronik bedenlerin kafalarına kablolar taktıktan sonra onların zihinlerine, oradan da dünya üzerindeki tüm robotik üst insanların zihinlerine ulaştılar. Ali büyük bir flaş patlamasıyla birdenbire üst insan şehirlerine sıçradı. Tüm mekatronik bedenler oldukları yerde kaskatı kalmıştı. Hiçbiri kımıldamıyordu; yüzlerce, binlerce kilometre boyunca uçtu ve neredeyse tüm üst insan şehirlerini gezdi; durum aynıydı. Hiç beklemediği bir anda tekrar bir ışık huzmesinin içine girdi ve kendini yine o hangarda buldu. Yaşlı adam ve ekibi yakaladıkları on iki üst insanın bedenindeki bağlantı kablolarını söküyordu. Onları dışarı çıkarıp etkinleştirdiler. Hepsiyle gülümseyerek tokalaşıp onları uğurladılar. Ali neler döndüğünü anlamamıştı, fakat artık şunu çok iyi biliyordu; asıl ilkel olan ilkeller değildi.
Ali irkilerek kendine geldiğinde elektriğe tutulmuş gibi irkildi ve sendeledi. Platformu çevreleyen insanlar onu merakla izliyordu. Yaşlı adam ayağa kalkmış ona bakıyordu.
“Milyarlarca insanı öldürüp bizi Anadolu’ya, bu ucube piramidin içine hapsettiğinizde aslında insanlığa çok büyük bir iyilik yaptığınızı bilmiyordunuz. Yuvalarımızı, şehirlerimizi ve sevdiklerimizi kaybetmiştik. Acı içindeydik ve öfkeliydik, fakat robot insanları yenemeyecek kadar zayıftık. Bizi buraya hapsettiğinizde, dillere, dinlere, kültürlere, sınıflara ve türlü gruplara bölünmüştük. Ne var ki bizi acılar içinde tecrit edip gittiğinizde geride tek bir düş etrafında birleşen bir insanlık oluşturduğunuzu biz de bilmiyorduk. Birkaç milyon kişi kalmıştık ve artık aramızdaki farklılıklar, yaşadığımız korkunç günlerin karşısında küçük, anlamsız ve aptalcaydı. Her günümüzü buraya gelip bizi öldüreceğiniz korkusuyla yaşıyorduk. Sizlerin varlığı bizi birliğe, daha doğrusu tekilliğe yükseltti.Şeytani ekonomik modelleri geride bıraktık. Tüm kültürel sapmaları ve dogmatik parazitleri zihnimizden söküp attık. On milyon insan… Sizler ölümün korkusuyla zihninizi zehirlerken bizler birliğin ışığıyla aydınlandık. Birkaç bin yıl içinde sizin medeniyetinizin kat be kat üstüne çıkıverdik. Kendimizi ormanların ve doğanın içinde gizledik; artık sizden korkmuyorduk fakat…”
“O, on iki kişiye ne yaptınız?”
“Onların zihnine ulaşarak önce tüm siber veri bankalarınızı ele geçirdik, ardından sizin zihinlerinize ulaştık ve sizi yönetmeye başladık. Son on iki bin yıldır hiçbir üst insan kararlarını özerk bir biçimde almıyor; sizin bilinç altınızı kontrol ediyoruz.Senin dünyanda Doğa Çağı ne zaman başladı? Ne zaman tüm gezegeni metale boğmaktan vazgeçtiniz?”
“Son on iki bin yıldır.”
“Doğru. Sana bir önerimiz var Ali. Gerçeği gördün. Gidip kendi toplumuna yardım etmeni istiyoruz. Bizim elçimiz olmanı istiyoruz. Onların uyanmalarını sağla; içine düştükleri delilikten kurtulmaları için mücadele et. İnsanlık tarihini iyi biliyorsun ve birlikte yaşadığın o şeylerin artık insan olmadığını biliyorsun.”
“Siz bunu neden yapmıyorsunuz?”
“Sizi özgür bırakmamız için korkularınızı yenmeniz gerekiyor. Ölümle barışmadan gerçekten yaşamaya başlayamazsınız. Sizi yönetiyor olsak da, ne yazık ki bu fikri zihninize işleyemeyiz.Bunu yapmak, var oluşun doğasına hakarettir. Şimdi git ve uzun uzun düşün. Seninle tekrar görüşeceğiz.”
Ali ne düşüneceğini bilemiyordu. Tüm bunlar bir tür kandırmaca mıydı? Allak bullak olmuştu. Ona bakan insanların pek de dost canlısı olmadığını görebiliyordu.Tam söz alacakken yaşlı adam asasıyla küçük bir hamle yaptı ve Ali kendini güçlü bir ışık topunun içinde buldu.
Gözlerini açtığında yine büyük piramidin önünde duruyordu. Sanki zamanda geriye gitmişlerdi. İki asker can havliyle kapıyı açmaya çalışıyordu. Lerih ve Ariya’ya baktı; arkadaşları hiçbir şey hatırlamıyorlardı. Ali ise olanları unutmamıştı. Yaşlı adam ona bir iyilik mi yapmıştı? Belki de bu bir tür cezaydı.
“Bırakın kapıyı, dönüyoruz,” dedi, yorgun bir sesle.
“Ne? Ne demek dönüyoruz?” diye söylendi.
“Bırakın dedim!”
Ekip arkadaşları şaşkınlık içindeydi. Ali’nin gözlerine çöken karanlık Lerih ve Ariya’nın dikkatinden kaçmadı. Kısa bir münakaşanın ardından hiçbiri onu ikna edemeyeceğini anlamıştı. Tüm ekip söylenerek gemiye binmeye koyuldu.
Ali’nin aklında ise iki soru vardı: Yaşlı adamın verdiği görevi nasıl yapabilirdi? Kendini kapatmamak için neye tutunabilirdi? Aradığı cevabın aslında bu sorular içinde olduğunu anlaması uzun sürmeyecekti.Eğer bir şeyler yapmazsa yaşlı adam haklı çıkacaktı; yürüyen bir mezar olmak istemiyordu.
Sevgili @Kemal_Sinan_Ozmen
Öykünüzü o kadar başarılı buldum ki nasıl yorumlasam bilemedim. Çok ustaca yazılmış, bilginizin çok net yansıdığı bir metin. Nedense yorumlamaya yeterli olmadığımı bile hissettirdi. Ve içinde o kadar güzel bir mesaj barındırıyor ki, özellikle bilimkurguya meraklı genç yaşlı herkese okumasını tavsiye ederim.
Sizi tüm içtenliğimle tebrik ediyorum.
Galiba devamı gelecek değil mi?
Kaleminize sağlık
Sevgili @Muge_Kocak
Vakit ayırıp okuduğunuz ve nazik yorumlarınız için çok teşekkür ederim. Öykünün temel aldığı hikaye (veya kurgu) tür olarak öykü için pek uygun mu, emin değilim. Dolayısıyla dramatik aksiyon yerine ara ara serim betimlemeleri var. Sanırım öykünün bu özelliklerinden dolayı devamı gelecek hissi uyandırıyor çünkü birçok arkadaş devamını sordu. Aslında güzel bir roman olabilir.
Sevgiler, selamlar
İnanmayın arkadaşlar! Bunlar ‘‘ilkeller’’ in bizi savaşmadan yok etmek için uyguladıkları bir strateji. Akıllarımızı karıştırarak kendi kendimizi yok etmemizi sağlamaya çalışıyorlar. %99 olasılıkla Ali’ nin zihnine virüs bulaştırılmış. Derhal biçimlendirme işlemi başlatılsın…
Hikaye güzel ve akıcıydı. Konu bana hitap eden türdendi. Beğendim. Ancak organikliğinden eser kalmamış bu yaşam formlarının daha mekanik ve soğuk konuşmalarını beklerdim ya da belki de ben biraz hızlı okuduğum için bir şeyleri kaçırmış olabilirim.