Çekmece I
-Cemile-
Karaltı önündeydi, o ise gölgenin ardına takılmış bir sefildi. Öyle miydi? Bilmiyordu. Bilmiyordu.
Burası onun mahpushanesiydi. Mağarada incecik bir yarıktan sızıp gözlerine umut tuzunu basan, dalıp dalıp gittiği küçücük bir ışıltı vardı.
Kayalar nemliydi, ağaç köklerini ve yosunları giyinmişlerdi. Tavandaki birkaç çatlaktan tekdüze bir duygusuzlukla su damlaları düşüyordu; zeminde minik gölcükler oluşmuştu; ama bu birikintiler asla büyümüyordu; böceklerce, sürüngenlerce, kemirgenlerce, köklerce ve de şimdi köşede büzülmüş olan kadınca ortaklaşa tüketiliyordu.
Gardiyan henüz gelmemişti.
Kadın, o kadar uzun zamandır bu mağaradaydı ki zaman onun için unutulmuş bir kavramdı; yalnızca bazı anlar kaç yaşında olduğunu merak ediyordu. İki avuçluk suyun üzerine eğildiğinde halen kara saçlarını ve gergin çehresini seçebiliyordu ama gözlerine dahi inanmaması gerektiğini iyi, kötü ve dehşet verici binlerce sanrıdan sonra artık biliyordu. Sanrılarında onu taşlayan densiz çocuklar vardı, kör ve ölü kadınlar vardı, kabuklarında ters dönmüş kaplumbağalar vardı, su nedir bilmemiş, ömründe ağaç gölgesi görmemiş, kuru topraklara tutunmaya çalışan dikenler vardı ve bazen boyunlarının üstünde bakılacak bir başı olmayan adamlar da gördüğü oluyordu…
İçerisi karanlıksa ve o biraz olsun çevresini görebiliyorsa bu gündüz demekti çünkü geceleri elini bile seçemeyeceği kadar zifiri oluyordu. Burası onun mahpushanesiydi ve o hiç bilmediği yahut da adı gibi bildiği bir suçtan kabahatliydi; ki ismini artık anımsayamıyordu.
Kadın, günlük bir öğün aşını veren Gardiyan’ın gölgesi tepesine düşünce sevinçten deliye dönüyordu. Paçasına yapışıp ayaklarına kapanıyor, medetler umuyordu: Tutsundu yakasını, öpsündü dudaklarını sonra tükürüp atsındı onu dışarı. Ne olurdu? Onun için neydi ki? Ne önemi vardı ki?
İşte yine gelmişti Gardiyan, karşısındaydı. Gülümsüyordu; bana acıyor! Gözbebekleri cansızdı, donuktu; işte… üzülüyor halime! Belki… Belki paçasına daha sıkı sarılabilseydim.
‘’Hayır salak,’’ dedi kuşku kargası. Gakladı. Mahpusun kulağında bir şeyler yırtıldı. ‘’Açıkça yüzüne gülüyor! Bu sırıtış acizliğine… Tasını tekmelediği günleri ne çabuk unuttun?’’
“Hayır, hayır,” diye yalanladı kadın, kesinkes, başıyla da reddederek. “Onun huyu bu. Bazısı gösteremez sevgisini. Hem sen ne bilirsin? Varlığın yalnızca bir süprüntü, gaklamaların… UMURUMDA DEĞİL!”
Karga başında eğildi, alnından sarktı, göz göze geldiler. Kargalar nasıl güler? Bilemem… ama insanlar gibi ölürler. Atılsa da yapışıverse gırtlağına… Ne kolay… Gözleri pörtler, gagası bir yudum nefesi yutkunmak için gerilir, kırmızı ıslak dil semaya dikilir… tek kelime konuşamaz artık. O ise güler, katıla katıla; belki de yıllardır ilk defa, gerçekten, yürekten. Ah keşke… Lâkin onun yerine… bu habis kuşu yalnızca elinin sırtıyla kışkışlamakla yetindi. Kaçarken alnını yırttı pençeler. Canı yandı, ılık damlalar yanaklarına kaydı. Umurunda değildi. Ama o… Gardiyan! İşte karşısındaydı, hafifçe, ağlamaklı bir tebessümle; yorgun, sessiz, nemli; bana mı bu çocuk gülümseyişi? Boynu büküldü kadının, gözlerine çiy düştü. İşte bir kez daha Gardiyan’ın sevgi kırıntılarının kasırgasıyla sarsılmaktaydı; hiddetinden savruluyor, sökülüyordu üstündeki çaputlar. Baktı Gardiyan, bakıyordu, uzun uzun görüyor, süzgeçten geçiriyordu sanki onu… Bu kez istidadı altında daha evvel hiç olmadığı kadar öksüzdü, çıplaktı; dizleri titriyordu.
Uzanıp da Gardiyan, baş parmağının tatlı ucuyla silince kadının yanağındaki kanları, oraya, parmağın sürtündüğü yere utangaç bir çukur peyda oldu.
Bu!.. dedi kadın kendi kendine… Bu sevgi değilse nedir?
Mahpusun kalbinde minicik bir serçe kanatlandı; deldi geçti etini. Öte yandan korkusu da oradaydı, kirpiklerinde… Sanki, sanki ayakları çivilenmede. Kıpırdamaktan bile âciz… O aradığı cesaretiyse ancak nice sonra belli belirsiz bir baş kımıldamasında buldu; “Gel,” diyordu Gardiyan. Hayır, “GEL!..” diyordu, öyle ki bu ufacık baş hareketini, kolları açık kendisini bekliyor gibi duyumsadı.
Meyus, rezil, korkak bir adımla… sokulabildi yanına. Gardiyan sıcacık, kadınsa küçücüktü. Kadının kolları bir deri bir kemikti; sanki bir çift asma dalı. Dallar var gücüyle sarıldı Gardiyan’a. Kadın, alnının kanıyla, gözlerinin yaşıyla kirletti adamın göğsünü. Bir müddet orada, öylece, yalnızca ona aitken ve taşlar kadar gamsızken hıçkırıklar içinde… ağladı. Doymadı sarılmaya, doyamazdı ki… Sarhoştu, ayılmak neyine? Nihayetinde Gardiyan da fark etmiş olacak kadının varlığını, güçlü eller kımıldandı, beline dolanıverdi şefkatli kollar… Aç benliğine ekmekti bu, kor bağrına basılan kar sanki; öyle güzel… su gibi güzel, günler sonunda nihayet uyuyabilmek gibi güzel, doğrudan doğruya kalbine konan bir öpücük… Yüzünü adamın göğsüne gömdü. Hıçkırıklarıyla güldü… Sonunda işte o da kabul ediyordu sevgisini, aşkının yorganına doyasıya, hiç bırakmamacasına sarınıyordu. Bırakmasın! Lâkin… her kalp atışında sanki o, Gardiyan… daha da sıkı sarıyordu belini? Hayır, öyle değildir elbet, bunun adı düpedüz onmaz açlığımdır.
Mağara sarsılmada, Gardiyan’ın kolları belini sarmada, kadının çehresini mesut bir tebessüm aydınlatmadaydı… Sonra… kollar daha da sıkıca kavrayınca belini, bir canhıraş çığlıkla farkına varabildi olmakta olanın. Sonra daha da sıkıca kenetlendi kollar ve daha da ve sonra… kadın… kırıldı.
Kulaklarında bile kan ıslaklığı… Olamaz.
Uyurgezerdi sanki. Nasıl göremez! Nasıl bilemez? Tüm körlüğüyle öylece uçuruma yürümüştü… Ve nihâyetinde uyanışı ancak düştükten sonra mı?
İşte! Gardiyan’ın sevgisinin altında değil, gaddar kollarının mengenesinde ezilmekteydi bedeni. Kemikleri! Çatırdıyorlar ve bir bir kırılıyorlardı; etini yırtıp derisinden kanlı başlar veriyorlardı. Elbette değildi, kemikleri değildi ilk kırılan… kalbiydi. Canını sakınabilse de bu beden artık iki büklüm, kambur bir yığın olacak. Şimdi ağlayışı bile açık seçik, çıplaklığı utanç verici, esrikliği dahi çekip gitmiş… Acıyla haykırışı, gurursuzca umudu, “Ne olur bırak,” yakarışlarıyla hıçkırışı… sanki hiçliğe… ‘’Beni, beni öldürüyorsun!’’
Yanıtsız bir ret.
Gerilerde kara kanatların çarptığı zihninin duvarları sarsılıyordu. Başına katlanılmaz bir ağrı oturmuştu. Gaklıyordu kuş, yırtınıyordu:
“NE DEDİM BEN SANA!”
Kollar arasından düştü. Yığıldı. Kırık, çarpık, ucube varlığı sürüne sürüne ilerlemeye çalışırken sırtına çöktü tüm mağara. Ezildi.
Ama… işte… belki de ışık oradaydı.
* * *
Soğuk… iliklerine işleyen bir gecede uyandı. Her yanına kar yağıyordu, lâkin o yalnızca sırtına konan buzdan incileri duyuyordu. Karga etrafında uçuşuyordu; keskin sesi, amansız gecenin yumuşacık, insanı uyuşturan, üstüne pamuktan kundak atıp da onu yeniden uykuya çağıran emsalsiz ninnisini rezil ediyordu.
Yanağını yumuşacık, karlı yastığından kaldırıp da baktığında etrafını göremeyince ilkin körüm sandı; ama kör olan kıştı. Yanı, yönü, yöresi tayin edilemez! Kurşuni pus tekinsiz… Yitmişti.
Tüm dilsizliğiyle mecalsiz, ancak ve ancak inleyebilerek doğrulup da birkaç ölgün adım atışındaki gönülsüzlük ayan beyan… Ama… bir çağrı, tatlı bir bülbülün sedası, yahut kara bulutların ardındaki üç beş yıldızın ziyası gibi onu kendine çeken naif bir çığırış aklını bulandırmadaydı:
“Kalk!
“Kalk! Oralarda bir yerlerde… hayat…
“Kalk!”
Olmadığını biliyordu. Soğuk, kırık dişlerini ağrıtıyordu, nefesi bile dudaklarından çıkar çıkmaz üşüyor, donuyordu. Buna rağmen, kadının içinde bir şekilde hayatta kalmış hayvanlara özgü tutunma güdüsü, sırtını ağır bir gocuk gibi sarmıştı. Adım attıkça uyuşuk dizlerinin çığlığı bile neredeyse duyulmaz oluyor, kör gözleri kesif pusun ardına ufaktan erişiyordu… Gökte birkaç pırıltı vardı, onların gerisindeki keskin, kanayan gülümseme hilâldi. Etrafını saran ağaçlarsa ancak silik birer buhurdular: Sırtlarına karları geçirmişler, dipsiz bir kuyudan semaya kara kuru elleriyle dokunma çabasında gibiler. Karga hâlen tepesinde salınıyordu: Gece kanatlarının karayeli… boynuna konan ürperti öpücükleri…
“Ne güzeldi!” diye gakladı karga. “Nasıl da güzeldi…” Kadının başının üstüne yarım ayla koyu bir hâle çizip kondu tepesine, çömdü, yuvalandı. “Katil! KATİL!”
Cevap veremedi kadın; belki de haklıdır, suskunluğundan aşikardır.
Kara kuş etini gagaladı ve haykırdı… kanlı etlerini karlara tüküre tüküre gakladı: “Seni bulacaklar… Ellerine bak. Ellerine bak! Nereye saklanabilirsin ki?..”
Yutkundu kadın, uzun uzun baktı ellerine, sonra eğilip kara sürttü parmaklarını; soğuktan morarana dek, ellerini artık duyamaz oluncaya dek sürttü. Sonra doğruldu. Nereye saklanacaktı?.. “Ne bileyim ben!” diye tıslayası oldu ama sesi bile donmuştu, çıkan yalnızca öksürüklere katık bir hırıltıydı. Kunduralarının altında karlar inliyor, soğuk, üstündeki yazlık, incecik çaputların her yarığından vuruyordu. Gerilerde itler, canavarlar uluyordu. Kulaklarında, belki de inin cinin kıkırdar gibi fısıltısı:
“Koş! Koş! Kaç…”
Kadın kollarını göğsüne doladı, dişlerini tutamıyor ama yürümekten de geri durmuyor, takatsiz, ama ilerliyordu. Bata çıka ölgün adımlar atan sıska bacakları, fersiz gözleri, çökük, kambur sırtıyla… sanki doğdu doğalı mecruh bir bîçare…
Oysa öyle değildi.
Karga sordu: “Kaçıyorsun da… nereye?”
Kadın çenesini sıktı: “Bilmiyorum.”
“Dinle,” dedi karga. “Dur! Ve dinle…”
Başta yalnızca cılız hışırtılardı. Sonra yükseldiler, yakındaydı, bir şey… belki de birileri. Kadın sessizce bir ağacın karaltısına sindi, ayaklarının altında kırık dallar esnedi. Tüm inançsızlığıyla tehlikenin geçip gitmesini umuyordu. Sadece tek gözüyle, sırtlarındaki karın ağırlığıyla bükülmüş ağaç dallarının arasından bakıyor, gelmekte olanı görmeye çabalıyordu. Bir attı ve üstünde de bir adam, tek bir adam. At her adımında dizine dek kara gömülüyordu lâkin kuvvetli görünüyordu. Adamsa atın sağrılarına dek dökülen uzun, kara bir bürgüye sarınmıştı, çehresi gölgelere gömülüydü, ağzını yün bir kaşkol örtüyor, her soluğunda burnundan buharlar tütüyordu. Kalın eldivenli elleriyle hayvanın yularına yapışmıştı.
Kadın kendini bir adım daha geriye saklayacaktı; ama attığı adımla omzu bir dalı sırtındaki yükten edince daldan gürültüyle dökülen karlar atı ürküttü. Hayvan kişneyerek geri geri adımladı. Sırtındaki adamsa yulara asıldı. “Hişş, yavaş,” dedi. “Hişş…”
Kadın korkuyla kendine sarılır, ağaca sırtını dayamış halde büzülürken, adamın attığı her adımı, kalp atışlarını duyduğu kadar şiddetli duydu. Adam onu bulmadan önce kendini ağacın karaltısından dışarı atıverse, yerdeki dallardan birini herifin suratına geçirse belki, ya da diz çöküp yalvarsa, yahut var gücüyle koşsa, kaçsa… Lâkin o daha hiçbirine meyledemeden adamın ağır eli güçsüz omzunu kavradı. Kadın acılı bir çığlık koydu, derin derin soluyor, dövülmüş bir köpek gibi yan yan hırlıyordu.
Adam “Sakin ol,” dedi, “zararım dokunmaz. Ne oldu sana böyle? Gecenin köründe, bu saatte, burada…”
Tüm sualler duman oldu sündü, kadın duymadı bile, dilinde anlaşılmaz küfürlerle kaçabileceği küçücük bir ânı gözlüyor, öte yandan da ellerini gizlemeye çabalıyordu.
Adam kadını kolundan yakaladı, kendine çekti. Kadının buzdan ellerini avuçlarına gömüp hohladı. “Donuyorsun,” dedi. “Salak mısın sen, ne bu hâlin, ölmek mi istiyorsun?”
Ellerini görmemiş miydi? Ya da umursamamış mıydı?
“Adın ne senin?” dedi adam, sırtındaki bürgüyü çıkarıp kadının üstüne attı, sonra yanıt beklemeden, neredeyse zorla çekiştirdi kadını. “Evim yakın,” diye anlatıyordu bir yandan, “Sakın korkma, çok yakın. Atım uysaldır, çok uysal. Adın ne?”
Adım mı?
İsmi kadına ilham gibi, düş gibi, dehşetle korktuğu tüm o sanrılar gibi yahut kulağına fısıldanan bir sır gibi anîden geldi, “Cemile,” dedi.
Çekmece II
-Kurt-
Adamın evine vardıklarında hava dinmişti, kar kesilmişti. Ev yalnızdı, büyükçe bir bahçesi vardı ve etrafı kuru dağ eriği çalılarıyla barılanmıştı. Bahçe bir tulumba ve iki elma ağacı haricinde çıplaktı, ya da Cemile o kadarını görmüştü; zira etrafına baktığı söylenemezdi. Adamın adının Refik olduğunu biliyordu, yolda bu isim kulağına defalarca kez ilişmişti ama o kendi adını düşünüyordu ve unutmamak için aklında sürekli tekrarlıyordu.
Unutmamalıydı.
Refik’in arkasında, onun sigara kokan bürgüsünün altında biraz olsun ısınmış, biraz olsun yorgunluğunu unutmuş halde duruyor, adamın vurduğu kapının açılmasını bekliyordu. Karga, ağaçları görünce havalanmış, dallardaki çürüyüp kurumuş elmaları gagalamaya koyulmuştu.
Bu ev Cemile’yi ürkütüyordu. İçerde sanki bir şey, bir yaratık… vardı. Cemile ondan yükselen kan ve küf kokusunu kapı ardından bile duyabiliyordu. Buradan kendisine hayır gelmeyecekti… Kapı küt bir sesle gıcırdayarak açılırken soluğunu tuttu, içerideki şey tekin değildi. Hiç değildi. Bir an sonra yaratık, adamla kadının önünde devasa ve canlı bir put gibi dikildi. Bedeni ellilerindeki güçlü bir adama aitken başı kurttu. Sivri kulaklarının arkasından gri kıllar fışkırıyor, boynuna dek uzanıyor, adamın gömleğinin ta içine, belli ki sırtının derinliklerine dek dökülüyordu. Yaratığın çürük yeşili gözlerinde ölüm vardı. Çehresi öfkeyle kırışıyordu ve Cemile’yi bir koyunmuş gibi süzüyordu… Islak dudaklarının kıyılarında kurbanlarının kanları kurumuştu ve bu kızıl lekeler tüm çenesine eğri büğrü yolaklar halinde yayılıyordu.
Kadın titriyor, çığlık atmak istiyordu ama korkusu o denli koyuydu ki sesi dahi içine sinmişti, çıkmıyordu. Sırtını ölü çocuklar soğuk elleriyle okşuyordu.
Refik, eldivenlerini çıkarıp ceplerine tıkıştırdı. “Baba,” dedi…
Baba mı?
… “Onu yolda buldum, hali perişandı; işte sen de görüyorsun. Tuttum getirdim, en azından bu gecelik?..”
Kurt güldü, “Bula bula bunu mu buldun?” dedi.
“O manada değil… O öyle değil… Anlamıyor musun? Halini görmüyor musun?” dedi Refik.
Kurt kulaklarını arkaya atıp hırıldamakla yetindi.
Refik Cemile’nin bileğine yapıştı, “Boş ver onu,” dedi. “Hadi, durma öyle, içeri girelim.”
Kadın kımıldamadı.
“Gelmek istemiyor musun? Boş ver dedim…”
Cemile’nin ağzı usulca, saklı bir mağara girişi gibi aralandı, Refik ona hayretler içinde baktı. Kadın yutkundu, burnundan hızlı hızlı soluk alırken ağzından kerpetenle sökülürcesine acılı tek bir kelime döküldü: “Gardiyan…”
“Gardiyan mı?” dedi adam kaşlarını çatarak. “Kim, babam mı?”
Kurt’un çehresi gerildi, bir adım öne sünüp kinle hırladı. Kadın ağlamaya başladı.
Refik, Cemile’yle Kurt’un arasına girdi. “Baba,” dedi, “Anlamıyorsun. Biraz konuşalım.”
İkisi uzaklaştılar ve hararetli suallerle birbirlerine dalaştılar. Cemile sırtındaki bürgünün sigara kokusunu soluya soluya esrikleşti. Karga başını çevirip kadına baktı, üstüne tünediği karlı dalda kapkara bir mücevher gibi parlıyordu. Uçtu ve her zamanki yerine, Cemile’nin başına kondu. Geride Refik, babasını göğsünden ittirince yaratık sendeledi, yan yan hırlıyor, dişlerinin arasından kanla alacalaşmış salyalar damlıyordu. Ağzından köpükler saçılıyordu. Kurt’un pençesi havayı kesip oğlunun boynuna meyledince Refik başını hızla arkaya attı, pençe çığlık atarak boşluğu parçaladı. Refik yana dönüp çatıdan ta yerlere kadar sarkan buz saçaklarını tekmeledi, keskin, sivri, irice bir parçayı eline aldı. Buz artık silahtı ve adamın sıcak yumruğunda eriyip parmaklarının arasından damlıyordu. Kurt korkmuş görünmüyordu.
Karga Cemile’nin kulağına eğilip çığlık attı. “Ölüm!” diyordu, “Ölüm, ölüm…”
Cemile’nin yüzü kansızlıktan solmuştu, dilinden sayıklamalar damlıyordu: “Gardiyan öldü, o mağarada, kayalar altında ezildi. Bu o değil, o değil.”
Kulağında bir iblis kıkırdadı. “Peki ya sen,” dedi. “Öyleyse sen neden ölmedin?”
Kurt Refik’in savurduğu buzdan kolayca sıyrılıp atıldı, keskin dişler hasmının sol kulağının iki parmak yanında çatırdayarak kapandı. Refik bir can havli, kendini geriye attı. Adam sırtının üstüne düşüp bütün bütün kara gömülürken Kurt dört ayağının üstüne çöktü, ağır ağır, omuzlarını gere gere yürüyüp oğlunun gömüldüğü noktada durdu. Kulaklarını geriye yatırdı, hırladı, ıslak burnu kırıştı, dişlerinin arasından çenesine salyalar sızıyordu. Kar yeniden başlamış, yaratığın sırtına benek benek konuyordu ama ömrü yalnızca bir nefesti. Kurt, oğlunun karlara gömülmemiş tek parçasını, çenesini parçalamak için öfkeyle öne sündü ama o sıra çehresi acıyla çarpıldı. Başı hızla döndü, dişlerinin arasından tiz bir mayıklayış savruldu. Karların arasından elinde buz parçası tutan bir kol çıkmış, buz, yaratığın sırtına saplanmıştı.
* * *
Kurt yaralı kaçmıştı, erimekte olan karlarda halen kan izleri seçiliyordu ama Cemile o izlere bakmıyordu.
Ev sıcacıktı. Refik, ona şirin bir oda verdi. Pencerenin hemen altında örtüsü lale işlemeli bir divan durmaktaydı; bunu yatak olarak da kullanacaktı. Duvarlardan al, marallı taylı halılar salınıyordu. Köşelerdeki nişlerde gül kokulu mumlar yanıyor, ıtırları gerideki kandilin isiyle harman olup Cemile’nin genzine tatlı bir pınar gibi akıyordu. Odanın çevresine hasır yastıklar dizilmiş, üstlerine dantelli yaygılar geçirilmişti. Divanın yanında, büyücek sehpanın üstünde ahşap bir radyo vardı ve Cemile dilediğince açıyor, dilediğince dinliyordu.
Sırtına eşiğe konulan temiz ve kuru kıyafetleri geçirmişti, giydiği şeyler muhtemelen Refik’indi. Odanın her zerresini inceliyordu, sıva duvarlara ince parmaklarıyla dokunuyor, mumlara, halılara, yumuşacık minderlere ve her şeye… sanki onları bir daha asla göremeyecekmiş, tüm bunlar, bu oda, bu ev bir hayalmiş gibi bakıyor, odun sobasının üstündeki kambur ibriği bile kucaklayası geliyordu.
Doğduğu gün, karnı tok, güvende… annesinin göğsünde nasıl uyuduysa öyle uyudu. Uykusunu ne bir kâbus böldü ne de çığlık. Sabah kalktığında ise bakışlarını camdan dışarı çevirdi. Bahçede iki değil sıra sıra, belki yüzlerce ağaç uzayıp gidiyordu. Bahar çiçekleri pembe mısır patlakları gibi ağaçları sarmıştı ve dalların arasında bülbüller, serçeler, kırlangıçlar uçuşuyordu. Yerdeki fıskiye, suyu etrafa yayarken damlalar gümüş boncuklar gibi saçılıyor, suyun dağıldığı noktada yalancı bir gökkuşağı belirip belirip kayboluyordu. Bahçenin çevresine barı niyetine hanımelleri ekilmişti: Sarısı, akı, pembesi… Çiçeklere bal arıları konuyordu. Cemile ağlamaya alışıktı ama böylesine değil. Gözlerinde tomurcuklanan damlalar, uzun süre önce bedeninden silinip gitmiş bir histen, mutluluktandı.
Odanın kapısı vuruluyordu, döndü. Refik, “Girebilir miyim?” dedi. “Uyandın mı?”
“Gir.”
Kapı açıldı, adam üstünde Cemile’nin giydiğinin ikizi bir pijamayla eşiğe dineldi. “Bir şeyler hazırladım,” dedi, “Çaylarımızı içerken güzelce sohbet ederiz diye düşündüm?”
Karga köşedeki nişe yuvalanmıştı, kendini boşluğa bırakıp süzüldü ve Cemile’nin başına bir tüy gibi kondu. “Seni kovacak,” diye fısıldadı kulağına.
Kadın, Refik’e uysalca, “Olur…” dedi.
Elini yüzünü yıkayıp sofrada adamın karşısına geçti. Bir yudum çay içti, ucundan kopardığı ekmeği tahine bandırdı. Refik yumurtasını soyarken başını kaldırıp Cemile’ye baktı, “Babamın kusuruna bakma…” dedi, “yanlış anladı, seni şey sandı…”
Cemile omzunu silkti.
“Nerede yaşıyorsun?” diye sordu Refik.
Kadın, adamın kara gözlerine uzun uzun baktı, sonra, “Yıkıldı,” dedi.
“Öyle mi?.. Korkunç!”
Cemile onaylar nitelikte salladı başını. “Evet, ben de korktum… ve kaçtım.”
“Yalnız mı yaşıyordun?”
Cemile o adı ağzına almak istemiyordu, bundan dolayı, “Onunla,” dedi, “O ve ben…”
“Peki ya…” dedi adam, yumurtasını soymayı yarım bırakmış, gözlerini Cemile’ye dikmişti. Merakla sordu: “Ona ne oldu?”
Cemile soruyu duymazdan geldi, ekmeğini reçele bandırdı ve ağzına attı. “Burası çok güzel,” dedi. Dizlerindeki sofraaltıyı biraz daha yukarı çekiştirdi, “Bahçe, ağaçlar, kuşlar… her şey…”
Gün ikindiye çalana dek konuştular, Refik’te soracak soru kalmadı. Çok fazla konuşmuş, pek az şey öğrenmişti. Biraz anlamıştı, ama hiçbir şey anlamadığını düşünüyordu. Kadını evde bırakıp dışarı çıktı.
Çekmece III
-Radyo-
Cemile sehpanın başında iki dizi üstüne çökmüş, dirseklerini sehpaya, ellerini çenesine dayamış, Radyo’yu dinliyordu:
Vardım ki yurdundan ayağ göçürmüş…
Yavru göçmüş ıssız kalmış otağı,
Camlar şikest olmuş meyler dökülmüş…
Sakiler meclisten çekmiş ayağı…
Kapı sesini duyunca utandı, Refik’e teşekkür için yemek hazırlamayı aklına koymuştu oysa… Bu kadar erken döneceği…
Burnuna bir koku çalındı: Kan ve küf. Cemile, kalbi küt küt vururken sakin kalmaya, nefes almaya çabaladı. Aklıselim bir yanıyla düşünüp neredeyse sürüne sürüne cama yürüdü, açtı. Aşağısı… uçurumdu; dibi seçilmiyor, rüzgâr kokuyordu, kayalarda eşek dikenleri büyümüştü. Gökte akbabalar süzülüyordu.
Karga omzuna konarken Cemile’nin al yanaklarına iki damla yaş kaydı. Kan ve küf kokuyordu… Kadın başını ellerinin arasına alıp çığlık attı. Odanın duvarları sarsıldı, radyo yere düşüp parçalandı, iblis mumlara üfledi, sonra dışardaki güneş de tutunamadı, kaydı. Karanlık nefes aldı, sadece bir anlığına oda yıldızsız geceler kadar siyahtı; ama sarsıntı odun sobasını yıkınca kara örtü yırtıldı. Közler her yana saçıldı; cinneler tavana ağarken kordan yaratılmış böcekler halılarda yürüyor, minderlere, duvarlara tırmanıyordu. Kapı acıyla inleyerek aralandı, Kurt içeriye gölge gibi, Azrail gibi süzüldü. Ateşin kızıl nefesi tüylerine vururken göğsü bir inip bir kalkıyor, alevler yaratığı kana buluyordu.
Karga gakladı, tırnaklarını kadının omuzlarına gömdü. Kadın kırık dişlerini çatırdayana dek sıktı; üstündeki çaput omuzlarından akmakta olan kanı iştahla sorarken geriye bir adım attı. Karga kanatlarını şaklattı, iyice sokuldu kadının kulağına. Gardiyan’a bıçağı saplatan aynı iblis hırıltısıyla… duvarı, çivide asılı duran makası göstererek, “Öldür,” dedi.
Kurt hırladı, dudağının kıyısından bir damla salya kayıp kilime düştü. Ağır ağır kadının yanına sokuldu. Çehresi karaydı, haristi. Artık aralarında bir karış ya vardı, ya yoktu. Duvar halısında Kurt’un çarpık, kadının kambur gölgesi titreşiyordu. Çürük gözler Cemile’nin kanlı gözlerine dikilirken küf kokan ağız aralandı. Ufunet Cemile’nin ciğerine zehir gibi damladı. “Bula bula seni mi buldu?” dedi Kurt: “Gördüğüm en çirkin şeysin.”
Cemile tükürdü. Kurt yüzünü buruşturdu, yanağını kol yeniyle sildi. “Sana para veren o çocuğun aklını sikeyim,” dedi: “Dişlerine ne oldu, fazla mı köklediler?”
Cemile’nin gözleri yana kaydı, pencere açıktı, dışarıda fırtına vardı, kasırganın şiddeti tül perdeyi duvara çarpıyordu. Güzeldi, ama uzaktı, çok uzaktı.
“Madem öyle,” dedi Kurt, “paranı bari hak et…” Keskin dişlerin arasından bir hırıltı gök gürültüsü gibi dağıldı, alevlerde aksetti. Cemile duvardaki makası kaptı; makas kuru demirdendi, ateşi içmişti ve kadının etine kemiklere dek gömüldü. Acı yoktu. Makası yaratığın göğsüne saplayacaktı, kaldırdı… lâkin pençeye takıldı. Sıska bilek Kurt’un avucuna düştü. Makas, kibrit çöpü gibi parmakların arasından kayıp kilime çarparken kadın yenildiğini biliyordu. Kurt sırıttı, Cemile’yi saçından yakalayıp başını duvara bastırdı. Sonra göğsünü kadının sırtına kapattı. Kurt’un soluğu Cemile’nin kulağına lav gibi akarken ıslak dil sarktı, kadının çenesine yapışıp gözüne dek yaladı. Kadın tıslıyor, dişlerini sıkmış duvarı çırımlıyordu.
Oda cehennem olmuş yanıyordu.
Kurt, Cemile’yi demir divanın üstüne fırlattı. Keskin pençeler kadının üstündeki kıyafetleri parçalarken sıcak dil göğüslerinin arasında geziniyordu. Bir nefes sonra tonlarca ağırlık kadının üstüne çöktü. Yaratığın dudağından kadının yanağına kanlı ve aç salyalar damlıyor, kadın bedenindeki bir kıdım kuvvetle koca Kurt’u ötelemeye çalışıyordu. Ama boştu.
Çekmece IV
-Enik-
Kadın odanın bucağında çırılçıplak büzülmüş, usulca sallanıyordu. İçeride solunabilecek hava yoktu ama o nefes alıyordu. Dumandan bir kâinatın ortasında oturuyor, tavandan küller dökülüyordu. Alevler dinmişti ama duvar halılarında hâlen marallar, taylar… cansız çığlıklar atarak yanıyordu. Köşelerdeki nişlerde kargalar oturuyor, kadın onları göremese de gaklayışlarını, vesvese gibi beyninin içinde gezinen çığlıklarını duyuyordu.
“KURT’UN ENİĞİ!” diyordu kargalar hep bir ağızdan: “Enik rahmine tutundu, büyüyor!”
Kadın doğrulup pencereye yürüdü, topuklarına radyonun parçaları batarken dışarıya baktı. Semadaki bulutlara dağılmış pas lekeleri terebentin yanığı gibi görünüyordu. Ağaçlardan geriye kömürleşmiş cesetler kalmıştı. Arılar yanık çiçekleri yiyor, fıskiye etrafa kapkara, zift gibi zehir tükürüyordu. Sıvının içinde ölü kuşlar yüzüyordu. Bahçe çivili tellerle barılanmış, demirlerine kuzgunlar, akbabalar tünemişti; Cemile’yi bekliyorlardı.
Karga havalanıp sertçe kadının omuzuna kondu. Cemile dönüp kuşa baktı, karanlık gözler bir çift burgaç gibi kıvrıldı, içine işledi. Karga başını eğip gözlerini kadının ayaklarına dikti; ayaklarına değil, parmak uçlarında duran makasa.
“Yap!” diye gakladı aynı iblis hırıltısı, “Nasılsa o enik karnından seni parçalayarak çıkacak.”
Çekmece V
-Refik-
Saatler sonra Refik, kadının kırık radyoya sarılmış cansız bedenini buldu. Cesedin her yanından kırık çekmeceler sarkıyor, kapkara bir karga karnına eğilmiş bağırsaklarından besleniyordu. Karga Refik’i görünce öfkeyle gakladı, ardından hızla havalanıp adamın başına kondu. Karşıda duvar halısı cayır cayır yanıyor, tutuşmuş hayvanlar çığlıklar atarak kaçışıyordu.
“KÂTİL!” diye gakladı kara kuş. “Bak! Zavallı kadına ne yaptığına bak… Ellerine bak!”
Refik dehşetle gerilmiş kanlı gözlerini aşağı indirdi ve serçe parmağından kilime koyu bir kan damlası düştü.
- Kuşku’nun Kara Kanatları - 1 Temmuz 2020
- Burun Delikleri ve Nohutlar - 1 Mart 2020
- Dolunay - 1 Ocak 2020
- Kunalı Oğlu Atsız’ın Oğuz’a Bilenmesi - 1 Temmuz 2019
- Gamsız - 15 Şubat 2019
Merhaba Osman,
Öncelikle seni tekrar görmek güzel.
Karanlık bir mağarada bir ışık görüyorduk ama o ışığa ulaşamadık.Tekinsiz sürreal atmosferi ile, fark ettiğim etmediğim tüm metaforları ile. Nefes alan dokusuyla gerçekten usta işi bir öykü okuttun bana.
Dili, diyalogları ve arka planda hissedilen tüm “lore” ile harika bir zanaat de vardı ortada. Çok çok iyiydi…
Ellerine sağlık.
Tekrar görüşmek dileğiyle…
Merhaba Murat,
Bu öyküyü fazlaca kurcaladım, oradan buradan sürekli bir pürüz çıkıyordu. Sonunda sağ olsun Ufuk’un da iteklemeleriyle bir şeye benzetebildim.
Beğenmene sevindim, ayırdığın zamanın için çok teşekkürler.
Daha iyilerine diyelim.
Sevgiler.
Merhaba Ufuk,
Bu karanlık, tekinsizlik, gerilim beni de biraz gerdi ne yalan söyleyeyim; seçkide genelde bu gibi öykülerim var. Buraya bundan sonra artık ne zaman katılabilirsem, göndereceğim öykü aksine tekin, germeyen, aydın bir şey olsun istiyorum.
Beğenmene sevindim, tüm sözlerine, ayırdığın zamana, yardımlarına bir bir teşekkür ederim.
Sevgiler.
Kaleminizde ender bulunan bir güç var. Birincisi, aradan geçen onca zamana rağmen hâlâ akılda kalan çarpıcı hikayeler yaratabilmek, ikincisi de çok rahatlıkla kasvetli bir atmosfer kurabilmek. Bazısı bu denli kasvetli bir öykü yazabilmek için epey kasılmak zorundadır, nihayetinde bu kasıntılık metinde de kendini gösterir, lakin siz tam tersine, son derece doğal, son derece kendinden emin ve ne yapmak istediğini bilir halde yaratmışsınız bu karanlık dünyayı.
Dolunay isimli öykünüzü de oldukça sevmiştim. Hatta hiçbir yorumda bulunamayacak kadar çok sevmiştim. Çok güçlü, ayakları yere basan, capcanlı bir öyküydü.
Bu öykü ise kendini daha da aşmış. İnsanı tekinsiz hatta biraz sürreal bir evrene götürüyor. Kuşku isimli o kara karga, Cemile’nin mahpusluğu, mahpusluk sırasında yaşadığı deneyimler, (hele o Gardiyan ile olan kucaklaşma sahnesi) sonra kaçış, kurt, o büyülü ev, hepsi ama hepsi o denli güzel işlenmişti ki, tekrar okumak isteği uyanıyor içimde. Sırf betimlemelerin güzelliği ya da birbiri ardına sıralanan o cümlelerin nefis ahengi için.
Bazen hikaye anlatmak konusundaki başarısızlık süslü cümleler ile telafi edilebilir. Hatta o cümleler öylesine güçlü ve öylesine etkili olur ki okuyucu bir hikaye okumak ihtiyacı bile duymayabilir. Lakin siz bu hikayede, tam tersine, hikaye anlatmak konusundaki başarınızı, o güzelce inşa edilmiş cümleler ile taçlandırmışsınız. Yeteneğinizin önünde şapka çıkarıyorum. Daha okuma yapmaya devam ediyorum ama şimdiden diyebilirim ki bu seçkinin en iyi hikayesi budur.
Merhabalar,
Bu ayın seçkisinde şimdiye kadar okuduğum diğer öykülere nazaran farklı bir anlatımla tabloyu öyküye yedirmişsiniz. Pek hoşuma gitti. Konunun nereye bağlanacağını bir parça tahmin etsem de nasıl bağlanacağını görmek için çabuk çabuk okudum; hatta sonra başa dönüp bir kez daha okudum bu tekinsiz havayı iyice soluyabilmek için. Kaleminize sağlık, sevgiler,