Öykü

Sineztezik

26[1]

“En çok özlediğim şey akşam dışarı çıkmak,” dedi Feral.

Sinan gülümsedi. “İsmin yüzünden. Geceye aitsin sen.”

“Sen de şiir gibi konuşmaya bayılırsın! Ay, içim şişti.”

Güldü Feral, gülüştüler. Sinan romantikti, Feral vahşi. İsmiyle ilgisi olmamalıydı ama. Yirmilerinin ortasına kadar hiç düşünmediğini bugün mü fark edecekti? Yirmilerin ortasını da aşmıştı yaşı. Otuza doğru adım adım giderken hayatının bütün başarısızlıkları gözlerinin önünden film şeridi gibi geçti. Şimdi eve kapanıp kalmışken üretebileceğini mi sanıyordu? Yok, sanmıyordu aslında. İlk birkaç gün kapandı atölyesine, üzerinde çalıştığı işleri bitirmeye kastı. Olmadı sonra. Zaten uzun süreli bir ilişkinin ortasında pek karantinada sayılmazdı. Sinan her gün buradaydı.

“Sana hava hoş tabii” demişti sürecin başında, “nasıl olsa tek başına yapabilirsin işini.”

“Ayol ne ilgisi var! Senin gitar çalmak için orkestraya mı ihtiyacın var?”

Sinan karşılık vermedi. Feral bilmiyordu sanki. Oturup beste yapmakla olacak iş miydi canım! Zor işler seçmişlerdi kendilerine. Biri müzisyen, öbürü ressam. Başka bir deyişle imkânsız aşk. Konsere çıkamadıkça Sinan hazırdan yiyordu, resimlerinin satışı olmadığından Feral epeydir borçtaydı. Atölyenin kirası birikmişti. Evi de yoktu zaten nicedir. Başlarda Sinan’ın evinde tıkış tepiş kaldılarsa da nihayetinde atölyeyi her anlamıyla stüdyoya çevirmek en mantıklısı olmuştu. Müzik stüdyosu, resim stüdyosu ve günün sonunda bir stüdyo daire. Tuvallerle böldükleri mekânda renkler ve seslerle çalışmak ikisine de iyi geliyordu. Birbirlerinin yaratıcılıklarını tetikliyorlardı. Ama…

“Beni besleyen gece hayatıymış. Bunu anladım.”

Sinan gece hayatına daha yakın kişi olmasına rağmen sürekli Feral’in hasretini dile getirmesinden sıkılmaya başlamıştı. Tatlı sözlerle iyi hissettirmeye çalışsa da içten içe susmasını diliyordu sadece. Herkes sussun, tamamen hafiflesin… bir sanat eserinin birinci koşulunun hafiflik olduğunu söylemez miydi kendisi? Şimdi ne olmuştu da her şeyi böylesi ağırlaştırıyordu?

“Feral?”

“Hı?”

“Seni seviyorum.”

Ağzından çıkan yine sevgi sözcükleri olmuştu. Böyleydi Sinan, içi içini yese de derdini anlatamazdı. Hafifleyemezdi. Onu hafifleten tek şey müziğiydi. Feral’i bırakıp evine döndü. Kendisiyle kalmaya ihtiyacı vardı.

39[2]

Takvime baktı. Otuz dokuzuncu gün… Neredeyse kırk gündür regl olmamıştı. Hamile miydi acaba? Şimdi doktorla kürtajla uğraşılmazdı ki… Off, tam zamanı. Sinan da gidecek zamanı bulmuştu. Arayıp gelmesini istese? Gelirken test alırdı hem… Yok, aramayacaktı. Yalnız kalmak istediğinin farkındaydı. Ona hâlâ kızgındı. 26. yaşına bastığı gün stüdyosunda yalnızdı. Bundan sonrasında da yalnız kalsa olurdu. Sinan’ın çocuğunu doğursa bile bunu tek başına yapardı.

Test aldı, geldi.

“Of, boşu boşuna paniklemişim.”

Muhtemelen strese girmişti. Böyle olduğunu düşündü önce. Sonra fikri değişti:

“Ah ya, tabii, beynimdeki doğum sancıları bunlar. Çalışmam gerekiyor. Ancak çalışırsam hafiflerim!”

Sinan’la aynı şeyi düşündüğünün farkında değildi o sırada. Aklından geçen bir müzisyen değil yazardı çünkü. Calvino’nun Amerika Derslerine takılmıştı kafası.

“İlhan Berk misin be kızım!” diye seslendi kendi kendine. Tıpkı Berk gibi o da yazıyla düşünürdü resimlerini, kelimelerle imgeler iç içe geçerdi zihninde. Bu nedenle ressamlardan çok yazarlardan beslenirdi. Resimden beslenerek yazan Andre Breton’un tersine. Sürrealistlerin etrafında gezinirken onlardan farklı olduğunu düşündü. Gerçeğin ötesine uzananlar abartmayı severdi, o ise olabildiğince yalın anlatmaya çalışırdı derdini. Hafiflik ilk kuraldı, fazlalıklardan arınmalı.

Stüdyonun içinde tek başına kalmak ona ideal ortamını sundu böylece. Dışarının gürültüsü yok, sokaktaki onca uyaran yok. Zihni hafifti, boş… böylece hızlandı. Kırkıncı güne geldiğinde tuvaller dolup taşmıştı. Öyle çok çalışıyordu ki bazen sabahı nasıl ettiğini bilmiyordu. Gecesi gündüzü birbirine karıştı, zihni duvarlara taştı. Kâğıt bulamayıp duvarlara yazı yazan mahkumlar gibiydi. Stüdyosuna hapsolmuş, yeni tuval alacak yeri de parası da yok, resimlerini duvara yapıyordu. Eli iyice hızlanmıştı bu arada. Böyle giderse karantinadan çıktığında peş peşe birkaç sergi açacak kadar işi olacaktı.

Kırk altıncı günde regl oldu neyse ki. Şimdi biraz mola verebilirdi. Doğum sancısı karnında değil beynindeydi. Başı inanılmaz ağrıyordu.

37[3]

“Beynimdeki doğum sancıları… beynim… doğuracağım seni…”

Sayıklamaları yüksek sesli haykırışlara dönüştü. Artık bir ressamdan çok tek kişilik performans sanatçısıydı. Sabah olmayan bir zaman diliminde uyanıp aynanın karşısında şarkılar söyleyerek güne başlıyor, peşinden bir süre yazıyordu. İçini dökmenin en kestirme yolu zamanla buna dönüştü. Kelimelerin renkleri vardı çünkü zihninde. Sanki kağıdın üzerindeki harfler ve rakamlar ona ilham veriyordu. Bir süre yazdıktan sonra ancak boyalarını ele alıyordu.

Gerçi boyalarına dokunmasa daha iyiydi sanki. Stüdyoda adım atacak yer duvarlarda resim yapılacak boşluk kalmamıştı. Mobilyaları da bitirdikten sonra en son buzdolabına gelmişti sıra. Gerçi bir de cam vardı. Stüdyonun sokağa bakan cephesindeki kepenklerde mahallenin çocuklarının graffitileri vardı, onlara kıyamazdı da, içerideki cam yüzey tam boyamalıktı. Sokaktan geçen kimse kalmadığına göre cammış, transparanmış, görünür olmalıymış… bunların bir önemi kalmamıştı.

Ne güzeldi ya! Eskiden önemli olan bir sürü şey bir anda kesilivermişti. Öpüşmek yoktu mesela. Sinan’la uzundur görüşmediği gibi başkasıyla da öpüşmemişti ne zamandır. Sahi, ne zamandır… takvimini işaretlemeyeli günler olmuştu. Bilgisayarını da açtığı yoktu. Eski usul kâğıt kaleme dönmüştü. Telefonunu şarja koymuyor, market alışverişini telefonla arayarak mahallenin çocuklarından birine yaptırıyordu.

“İyice delireceğim böyle giderse. Dışarı çıkayım ben biraz.” dediği gün eski birkaç arkadaşını gördü. Ona şaşırdılar. Kimse kendisi kadar kesin bir şekilde kapanmamıştı galiba. Sokağa çıksa zehirlenecekti sanki.

“Çok Stephen King okurdu eskiden,” dedi arkadaşlarından biri,

“Mahşer’de sandı herhalde kendisini” diye ekledi diğeri gülerek.

Feral başını salladı, gülümsemelere tebessümüyle karşılık verdi. İkiyüzlülüğe yakın gündelik nezaketi elden bırakmayışına şaşırdı. Hâlâ içindeki ‘vahşi’nin açığa çıkmaması ne tuhaftı. Ne kadar süre kapalı bir yerde yapayalnız kaldıktan sonra başka türlü davranabilirdi acaba? Herhalde bir yirmialtı seneye daha ihtiyacı vardı. Yirmialtı çarpı üçyüzatmışbeş gün boyunca uygulanan davranışlar öyle sekseninci günde değişecek değildi ya…

“Atölyeye uğrayabilir miyiz?” sorusuyla düşüncelerinden uyandı.

“Tabii, tabii, buyrun” diyecek kadar nazikti hâlâ. Hastalık kaparım korkusu yerini sosyalleşme açlığına mı bırakmıştı yoksa?

İçeri girdiklerinde herkes şaşkınlık içindeydi. Feral dahil.

“Bu kadar çok şeyi…”

“Hepsini sen mi yaptın?”

Feral’inki olağan dışı bir hızdı. Hızlı olması gerektiğini biliyor, bunun için uğraşıyordu ama ne kadar abarttığını dışarıya çıkıp yeniden girmese muhtemelen kendisi de anlayamayacaktı. Üşenmedi saydı: tam otuz yedi parça iş vardı. Yedisi bile yetecekken otuz yedisini böyle bir anda çıkarıvermesi başta düşündüğünün tersine işaretti. Geceden kalabalıklardan değil yapayalnız kalıp kendine dönmekten beslenmişti.

Üretkenliğine ikna olsa da verimliliğine ikna olduğu söylenemezdi. Yaptığı işlerde bir belirsizlik vardı çünkü. Sırf görüntülerde değil sayıda da üstelik. 37 yazıyla otuz yedi ayırıp yazsan otuz gibi dolu dolu bir üç onluğa eklenmiş yedi kutsiyeti… Uymayan, tutmayan bir şey vardı. Derken arkadaşları “hepsini sen mi yaptın” acemiliğinin ötesine geçip konuşmaya başladı:

“Neyin kafasıyla çalışıyorsun sen? Acayip bir şey var bu işlerde ama…”

Alev alev yanan bir resmi işaret ediyordu.

“Ama o kadar sanattan anlamıyoruz tatlım.”

Güldü.

“Feral hanım, acaba bu tabloda anlatmak istediğiniz…”

Kesik kesik cümlelerin arasına girip ciddi bir açıklama yapmaya değmezdi. Dahası, Feral’in kimseye açıklayacak şeyi yoktu henüz. İşinden memnun olmadığı için ilave etmesi gereken şeyler vardı. Arkadaşlarının yorumlarıysa onun tepkisinden bağımsız olarak bir süre devam etti:

“Şuradaki kadın gerçekmiş gibi… sanki çıkıp gelecek ve…”

“Yangın gerçek dünyaya taşacak gibi duruyor, öyle değil mi?”

Güldüler. Gülüşmeler arasında Feral tablolara baktı. Arkadaşlarının yüzleri, bedenleri tablonun içinde gibiydi. Öyle bir açıdan bakıyordu ki resmettiği dünyaya, resmetmediği kısmın eksik olduğunu nihayet anladı. 37’yi kesin bir sayıya tamamlamalıydı. Beyninin doğurduğu kırkı düşündü, kılı kırk yarmasa olurdu ama kırka tamamlansaydı sayı, işte o zaman çalışmaları bir yere ulaşır, kesinlik kazanırdı. Arkadaşlarını karantinaya aldı. Zorunlu modelleri resmin bir parçası olarak oracıkta durmalıydı.

40[4]

Ayakta kalmak için görünür olmalıydı. Yaptığı işle ilgisi yoktu bunun. İşin bütünüyle ilgiliydi bir diğer deyişle. Herhangi bir “iş” para etmezdi. Mutlaka kendisini parlatıp ortaya çıkarması gerekirdi. Tek bir sanat eseriyle parlayanlar da vardı mutlaka, hayatı boyunca ışıltısını hiç saçamayıp tarihe adını yazdıranlar da… Feral’in istediği hayattayken kendini göstermekti. 40. parçayla bunun mümkün olacağından niyeyse emindi.

Elindeki iki kadın, kendini sürgüne çıkarmadan bir parça evvel eserinin parçalarına dönüşecekti. Stephen King okuduğu için kendisiyle dalga geçildiğinden mi bilinmez, tam da çocukluğunda okuduğu kitaplardan birisinde olduğunun tersiydi. O günün kurmacasında fotoğrafı çekildikçe kadrajdan taşan yaratığa karşı bugünün gerçekliğinde resmettikçe bir tabloya hapsolan kadınlar vardı. Dorian Gray gibi kendinden çok parça koyduğu bir işe cesaret edemeyişinden belki de, yakınlık kurmadığı ötekileri parçalayıp tuvallere diziyor, onları bir çerçeveye hapsettikçe görünür olduğunu sanıyordu.

Kendi yalanına inanırdı insan. Feral insanlıktan çıktığını sandıkça herhangi birisine dönüşüyordu aslında. Bu kişi, kendi gerçeğiyle barışmak yerine görünmeye çalışırken yok olanlardı. Ancak yok ederek yeniyi var edeceği yalanının ne kadar tipik olduğunun ayırdında bile değildi. Kendini, resmini, özgünlüğünü sürgün ettiğini bilemeden herhangi biriliğe karıştı, ‘arkadaş’ olmayanlarla birlikte alev içindeki resme doğru harekete geçtiğini sandı.

Görünmek için bir başka göz gerekti. İkisi içerideyse bir üçüncüsü dışarıda olmalı. Sinan’ı bekliyordu.

46[5]

Sinan atölyenin kapısına geldiğinde bir terslik olduğuna emindi. Günlerdir ulaşamadığı ressam kadın günlerce içeriye kapalı kalmış olmalıydı. Kepenkler kapalı, atölye terk edilmişti sanki. Cam kapı kepenkle örtülü. Grafitiler canavarlaşmış gibi. Her zaman böyle miydi? Feral’in içindeki vahşete son aylarda tanık olmuştu. Geceyi özlerken gece hayatından değil bir kurtkadının karanlığından bahsettiğini düşünüp kendince bunun ilhamını kaptığı gibi gitmişti. Şimdiyse acele ettiğini, bencil davrandığını, yardıma ihtiyacı olan kız arkadaşını yapayalnız bıraktığını düşündü. İnsanın üretmek için vahşileşmesi, içindeki canavarların doğmasına izin vermesi gerekirdi bazen… kendinden biliyordu. Fakat bütün dünya canavarlaştığında başka türlü bir seçeneğe, daha naif bir üretkenliğe ihtiyaç duyardı insan. Feral’in yapamadığı buydu belki. Yazılmamış hayata geçememiş tutarlılık olmayınca eserlerinin çeşitliliğinin bir anlamı kalmamıştı.

Kepenkler kalkmadı, kapı açılmadı. Telefonlar cevap vermedikçe içi içini kemirdi. Polisi mi aramalıydı şimdi? “Arkadaşıma ulaşamıyorum. Onun için endişe duyuyorum. Yüz kırk altı gündür haber almadım ondan. Doğum gününden bu yana saydığımdan biliyorum.” Söylemedi bunları. Onun yerine yedek anahtarıyla açtı kapıyı. İçerideki canavarla karşılaşmaya hazır değildi. Beklediği bu değildi. Fakat bir şey onu içeriye çekti.

Görünüşte Feral ama vahşilemiş haliyle bir yaratık. Kilo vermiş, saçları darmadağın… içeride iki kişi daha vardı üstelik. Üç kadın bedeni, birbirine karışmış. Bir tablo estetiğini oluşturan canlar…

“Seni bekliyordum.”

Üçüncü beden, kırkıncı parça: bir müzisyen. Notalarıyla çokluğu sağlayacak, görüntülere farklı açılardan bakmaya yarayacak. Sinan tabloda bir yüze dönüştüğünde Feral rahatladı, gevşedi.

“Hepiniz eserimsiniz artık.”

Kitapların insan hafızasında yaşaması gibiydi bu, tuvalin yanma derecesinde resimlerin malzemesine dönüşmüş insan bedenleri.

Ertesi gün bir resim atölyesinde çıkan yangında ölen üç kişinin haberi vardı. Dördüncü kişi bir süre raporuyla atölyesi gibi bir yerin duvarlarına son eserini yapacaktı. Feral’in eseri görüntünün sese sesin insan canına döndüğü büyük iş oldu. Asırlar sonra Karantinada Yanan ismiyle müzelerde sergilendi. Yaratmak için yıkmak ve yakmak gerektiğini savunan acımasız insanlık tarihte bir kere daha haklı konumdaydı.

Savaş ve yıkım ön planda görülen sükunete karşı galip geldiğinde insan türünün vahşetteki tutarlılığı kesinleşmişti. Yeni bir yüzyılda birinci kere daha.


[1] 1926’da Dali, ilham kaynağı Picasso ile tanışır. 26 yaşına doğru Feral Sinan’la birliktedir.

[2] 1939 İspanya iç savaşın bitişi; 39. günde bir hayata gebe olma ihtimalinden korkan Feral’in karantina günlerinde hissettiği: arafta kalmanın bir başka biçimi.

[3] Yanan Zürafa’nın ortaya çıkışı. 37 parça işin verdiği ızdırabın başlangıcı.

[4] Sürgüne giden ya da kendini hapseden. Kırkı çıkmayan işler…

[5] Canavarların İcadı, 46, deliliğin raporlanmış hali. Feral’den uzak.

Seran Demiral

Fantastik kurgu türünde yayımlanan iki romanımın ardından çocuklar ve gençler için yazmaya başladım ve şimdilik Filozof Çocuklar Kulübü serisi ile Parmak Uçları çıktı ortaya, 2015’te yayımlanan Hayat Üretim Merkezi ise bilimkurgu türündeki ilk çalışmam oldu. Yeni romanlar yazmaya, distopik evrenler yaratmaya, çocukların dünyasına dalmaya devam ediyorum.