Ay ışığı ile birleşen far ışığı önümdeki dar köy yolunu aydınlatıyor iki yanda bitmiş böğürtlen çalıları arabama sürtünüyordu. Göz ucuyla saate baktım ve gece yarısını çoktan aştığımı fark ettim. Geç saatlere kaldığımı düşünüp hayıflanırken önüme kar beyazı bir tavşanın fırlamasıyla frene basıp arabayı durdurdum. Tavşan da yolun ortasına durup bir süre benimle bakıştıktan sonra lütfedip ilerledi. O an yeşillikler ve karartılar içindeki etrafa bakınıp bu vakitte buraya gelerek doğru yaptığımı sorgulayarak yoluma devam ettim.
Babamın pek sevip saydığı kahyası rahmetli Hüseyin Efendi’nin üzerimde emeği büyüktü. Öyle ki ben delikanlı olduğum sıralarda ona ilk kez babalığı tattıran oğlu Sakıp’tan bile daha çok benimle ilgilenirdi. Bu durum benim içimde her zaman bir yara olmuş, beni abisi saymış Sakıp’a karşı mahcup düşmeme sebep olmuştu. Bu yüzden hem Hüseyin Efendi hem de babam bu dünyadan göçüp gittiğinde Sapanca’daki küçük bir çiftliği Sakıp’ın idaresine vermiştim.
Köyden ilk telefonu birkaç gün önce almıştım. Türlü uğursuzluklardan bahsedip Sakıp’ın pek garip davrandığından bahsetmişlerdi. Kimi vakitler çiftlikten tekinsiz sesler yükselir, kimi geceler garip bir parlak ışıkla beraber zehirli kokular yayılır da civardaki hayvanları huzursuz edermiş. Bir gece de çiftliğin ortasına koca koca mavi şimşekler çakıp durmuş tüm köyün yüreğini ağzına getirmiş. Sakıp bu olan bitenden sonra iyice tuhaflaşıp eline babasının tüfeğini alıp zaten köyden biraz uzakta olan çiftliğe kimseleri yaklaştırmamaya başlamış.
Bu haberi aldıktan sonra işlerimi yoluna koyduğum ilk fırsatta çiftliğin yolunu tutma sebebim Sakıp’ın böyle şeyler yapacak tıynette olmamasıydı. Karıncayı bile incitmekten imtina eden Sakıp, herkesle iyi geçinir, misafir ağırlamaya da bayılırdı. Daha geçen ay beni arayıp son mısır hasadını yaptığını söylemişti ve keyfine diyecek yoktu. Hasatları verimliydi, bize de yedi kasa mısır göndermiş yeğenlerim afiyetle yesin diye not düşmüştü.
Çiftliğe yaklaştığımda ön cephesinin koca koca mısır bitkileriyle dolu olduğunu görünce şaşırdım. Son hasat bitmişti fakat bunlar bariz mısırlarla doluydu. Arabayı çiftliğin biraz gerisinde park edip dışarıya çıktım ve yoğun bir küf kokusu eşliğinde yüzümü ekşiterek ilerledim. Mısırlara yaklaştıkça gözlerimi kısıp gördüğüm şeyin doğru olup olmadığını anlamaya çalışıyordum. En sonunda korkuluklara yaklaştım ve elimi uzatıp bir mısırı kopardım. Kopardığım mısıra ay ışığında pür dikkat bakıyordum çünkü yaprakları kızıla çalıyordu. Bozulmuşlar mı acaba? Derken gayet taze gözüktüklerini de inkar edemiyordum. Yavaş yavaş yapraklarını kopardığım mısırın renginin şeker pembesi olduğunu görünce yeterince olgunlaşmamış olduğuna karar verip tarlanın içine fırlattım. Daha iri bir mısır koparıp İki elimin ucuyla tuttuğum mısırı biraz havaya kaldırıp ay ışığında tekrar baktım: kızıla çalan koyu kahve yaprakları hızla yırtıp mısıra ulaştım ve onun da önceki gibi şeker pembesi renginde olduğu gördüm. Kökten koyu mor taneler mısırın ucuna doğru pembe bir hal alıyorlardı. Her bir mısır tanesi sütle doluymuş gibi iri iri ve leziz duruyordu. Mısırı evirip çevirirken içimden gelen bir dürtü çiğ olmasına aldırmadan bir ısırık alıp bu farklı şeyi tatmamı söylüyordu. Elbette bunu yapmadım fakat bir tanesi koparttım. Koparttığım taneyi ağzıma atarken mısırı da önceki gibi tarlaya fırlattım fakat bu sefer gürültüyle düştü ve çiftliğin ortasından tangırtılar yankılanıp havaya bir el ateş edildi.
Çiftliğin içinden “HOP!” diye bir haykırışı yükseldi. “Durmazsan Alimallah vururum topuğundan!”
Sakıp’ın sesi derin bir kuyudan geliyor gibiydi. Mısırların arkasında olduğum için beni göremiyordu. Köyden biri olduğumu sanmıştı muhakkak fakat onlarla derdi neydi? Daha doğrusu bu tepkinin kaynağı neydi pek merak etmeye başlamıştım. Bu sırada ağzımda mayhoş şekerli bir tat vardı. Tüfek ateşlendiğinde aniden irkilerek ağzıma attığım mısır tanesini ısırmıştım. Çiğ olmasına rağmen mayhoşluğu ağzımda öyle ilginç bir tat bırakmıştı ki az önce mısırı attığıma pişman oldum. Şimdi elimde olsa belki hiç düşünmeden çiğ bir ısırık bile alabilirdim. Fakat öncelik Sakıp’tı. Bu harikalar diyarından çıkma mısırları ve eli silahlı halini sormalıydım ona.
Mısırların etrafını dolanıp çiftliğin giriş yoluna geldiğim sırada Sakıp’ın panikle kapıya koşturduğunu anlamıştım çünkü resmen ayakları toprağı dövüyordu ve adımları gecenin yuttuğu sessizliğin içinde sağanak bir yağmur gibi yankılanıyordu.
Çiftliğin kapısını gördüğüm anda burada bir şeylerin yolunda gitmediğine emin oldum. Köylüler beni boşuna aramamıştı. Çiftliğin iki demir kapısı da kapalıydı ve aralarında sarmalanmış zincirlerin ortasında kocaman bir asma kilit vardı. Karanlığın içinde Sakıp’ın çehresi belirdiğinde istemsizce bir adım geriledim. Sakıp beni fark edince tüfeğini ağır ağır indirdi ve şaşkınlıkla birkaç saniye gülümsedikten sonra ifadesiz bir şekilde mırıldandı: “Senin burada ne işin var?”
Sakıp, ölü bir balığı andıran gözleriyle bana bakıyordu. Çakmak çakmak yanan sulu mavi gözlerinin etrafı kan tutmuştu. Terlemiş yağlı sarı saçları alnına yapışmış, karaya vurmuş yosunları andırıyordu. Kirli sakalları uzayıp keçe gibi olmuş, farklı yönlere dönmüştü. En önemlisiyse ten rengiydi, karanlıkta pek seçemiyordum fakat teni peynir beyazı olmuş, ruhu çekilmiş gibiydi. Sol eliyle sulu gözlerini ovuşturduktan sonra cebinden bir anahtar çıkartıp kilidi açtı ve zincirleri yerlerinden çıkardı. Çiftliğin bir kapısını geçebilmem için aralarken gıcırtısı sessizliğin hüküm sürdüğü bu araziyi tırmalıyordu. Sakıp’a yan yan bakarak çiftliğe girdiğim sırada arkamdan tekrar kapının gıcırtıyla kapandığını ve zincirlerin şangırtısını işittiğimde sertçe “Bırak açık kalsın.” Dedim. Zincirlerin yere düşme sesi yankılandı.
Mısırlarla çevrili arazinin biraz içinde, tam kalbinde Sakıp’ın yaşadığı minik sarı bir çiftlik evi vardı. Bu evi oldum olası hep sevmiştim. L şeklinde bir verandası vardı ve etrafı beyaz çitlerle kapatılmıştı. Sakıp’la bu verandada oturup az sohbet etmemiştik. Tepesinde bozuk bir floresanın beyaz ışığı titreyerek yanıyordu. Ortada yuvarlak bir masa, iki yanında da katlanabilen tahta sandalyeler vardı. Birinin üzerine bırakılmış bir şilte kayıp yere uzanmıştı. Onu fark edince verandaya dikkatlice baktım ve pislik içinde olduğunu fark ettim. Sanki Sakıp günlerdir burada oturuyor, sandalyeye kıvrılıp o şiltenin altına girip uyuyor gibiydi. Sandalyenin yanında bir kova devrilmiş, mısır koçanları kurşun askerler gibi sıralanmıştı.
Masanın üzeri ise çingene bohçası gibiydi. Birkaç yenmiş ton balığı konservesi üst üste konmuş duruyordu. Yanında minik yeşil bir pilli radyo ve iki kirli tabak vardı. Masanın ortasında ise sinek ölüleriyle dolu mavi bir ışıldak yanıyordu. Kenardaki kül tablası ağzına kadar dolmuş, izmaritler etrafa saçılmıştı. Yerde bir konserve barbunya tenekesi ve iki kirli tava duruyordu. Sanki günlerce bahçede bir şeyi beklemiş, yemek için bile evde zaman kaybetmek istememişti. Hazırladığı her şeyi apar topar buraya getirip yemiş, kirlileri geri götürecek vakit bulamamıştı. Sandalyenin kenarındaki şilteyi de burada uyurken üzerine örtüyor olmalıydı. Önce verandanın haline sonra da Sakıp’ın suratına neler olduğunu soran gözlerimle baktım. Fazla durgundu ve gözlerini yerden alamıyordu, kim bilir en son ne zaman uyumuştu. Bilerek yüksek sesle “Uyandırdım mı yoksa Sakıp?” dedim.
İrkilip toparlandı. “Yok beyim, oturuyordum. Sen de buyur otur, hoş geldin. İstersen haşlanmış mısır getireyim. Tazedir.”
Üzerinde şilte olmayan sandalyeye oturup olur manasında başımı salladım. Sakıp telaşla eve koşup koca bir mısır tenceresiyle geri geldi. Tüfeğini boynuna asmıştı. İki sapından kavradığı tencereyi sinek ölüleriyle dolu ışıldağı iterek sehpanın üzerine koydu bu sırada aceleden kenardaki pilli radyoyu yere düşürmüştü. Radyo aniden gürültüyle cızırdadı, Sakıp ürküp yerinden sıçradı ve bir küfür savurdu. Bir şeylerin yolunda gitmediği koca bir dağ gibi gözlerimin önündeydi. Eğilip radyoyu aldığımda “bozuktur beyim, uğraşma.” Dedi.
Sakıp tencereye bakarak “Maşa… Maşa getirmeyi unuttum! Dedikten sonra eve koşturdu. Bu sırada Sakıp’ın yalpalayarak ilerlediğini fark ettim, sanki sarhoş gibiydi. Fakat öyle olsa anlardım, hoş etrafta şişe de yoktu. Elinde maşayla evden rüzgâr gibi fırlayan Sakıp, helikopter böceği gibi yarım daireler çizerek ilerliyordu. Neredeyse masaya çarpacak kadar yaklaştığında aniden durakladı ve burnuma uzun süredir yıkanmadığı için ekşi bir ter kokusu sertçe çarptı. Maşayı aniden tencerenin içine daldırıp bir mısırı yakalayıp bana uzattı bu sırada etrafa sular saçılmıştı. Mısırı tam olarak bana değil sanki yanımda biri oturuyor da ona uzatmış gibi tutuyordu. Yorgun ve sulu gözleri az ilerdeki ahıra kenetlenmiş biçimdeydi ve dudağının kenarından salyası akıyordu.
Bilerek mısırı sertçe çektim ve yüksek sesle “Sağ ol Sakıp!” dedim. Sesimle afallayıp kendine geldi ve “Ne demek beyim…” derken masanın diğer ucundaki sandalyeye oturdu.
Elimdeki mısır gerçekten tazeydi. Bunu sıcaklığından ve enfes kokusundan anlayabiliyordum. Fakat bu daha önce gördüğüm ve yediğim mısırların hiçbirine benzemiyordu. Kokusu bile pamuk şekeri andırıyor her bir tanesi ışıldıyordu. Ağzımı sulandıran nefis kokuya birkaç saniye karşı koyarak mısırı masadaki mavi ışıldağa yaklaştırıp dikkatle baktım: rengi gerçekten pembeydi. Gözüm Sakıp’ın oturduğu sandalyenin yanındaki koçan yığınına takıldı ve o koçanların da mora çaldığını gördüm. Belki mavi ışıldağın da etkisi vardı bilmiyorum, bu kahrolası gecede bir şeyleri kendi renginde görmek mümkün değil gibiydi.
Ayağa kalktım ve elimdeki mısırı aynı çiftliğin önündeyken yaptığım gibi yukarı kaldırıp titrek floresan ışığına yaklaştırdım, sonuç aynıydı. Bu mısırların rengi şeker pembesiyle mor arasında değişiyordu. Yerime otururken Sakıp’ın kan çanağı gözlerini üzerime diktiğini ve sırıtarak bana baktığını fark ettim.
“Renkleri insanı mutlu ediyor değil mi beyim? Böyle muhteşem şeyleri yetiştirebilmek ve tadabilmek…”
Başımı salladım ve evirip çevirip mısıra bakarak içgüdüsel bir ürkeklikle sordum “Nereden çıktı bunlar? Hangi ülkeden geldi bu tohumlar?” Sakıp dalgın dalgın tarlaya bakarken aniden havaya kaldırdığı elini salladı “Çok uzaklardan beyim. Fakat lezzetlidir hele bir ye!”
Erimiş sıcak bir çikolatayı andıran kokuya ve Sakıp’ın telkinlerine dayanamayarak iri mor tanelerin arasına dişlerimi daldırdım ve patlayan toz şekerleri andıran mayhoş ancak bir o kadar da lezzetli bir tat ağzıma yayıldı. Neredeyse nefes almayı bile unutarak mısırı dişliyordum ve bazı taneler üzerime saçılıyordu. Mısırı bitirdikten sonra bir elimi bayram eden midemin üzerine koyarak dalgınca mırıldandım
“Hasadını geçen ay nihayete erdirmemiş miydin? Böyle demiş bize birkaç kasa mısır göndermiştin.”
“O başkaydı beyim.”
Sakıp konuşurken mutlaka bir yerlere kilitlenip duruyordu. Bazen gökyüzünden gözlerini alamıyor, bazen toprağa gömülüyor bazen de ahıra sanki inekleri aniden fırlayıp kaçacakmış gibi dikkatle bakıyordu. Onun bu halini ilk kez gören biri birkaç tahtası eksik diye düşünürdü fakat ben Sakıp’ı bebekliğinden beri tanırdım, kafası zehir gibi çalışırdı. Onunla göz teması kurabilseydim belki zihninde dönen fırtınaları anlayabilirdim ancak bu mümkün değildi çünkü bilerek bakışlarını benden kaçırıyordu. Hoş bakışlarını yakalasam da o kan çanağı gözlere ne kadar süre katlanabilirdim bilmiyorum, Allah bilir kaç gündür döşek yüzü görmemişti…
“Başka olan nedir Sakıp? Daha geçen ay telefonda son hasadımı da bitirdim birkaç ay rahatım dememiş miydin? Bu renkli mısırlar nasıl oldu da bitiverdi tarlanda şuncacık zamanda?”
Sakıp gökyüzüne bakıp sırıtıyor kimi zaman koluna salyalı ağzını siliyordu. Neşeyle sırıtıp yıldız desenli bir yorganı andıran gökyüzüne bakarken mırıldandı “Onların tohumları öyle bereketli ki beyim. Her şeyleri öyle farklı ki…”
Derin bir of çekip elimdeki mısırın koçanı masanın ucuna iliştirirken maşayı yerinden kaydırdım ve tangırdayarak yere düştü. Sakıp tekrar irkilip tüfeğine sarılmıştı. Yan gözle bakıp düşündüm Daha bu tüfek meselesine geleceğiz de bakalım nasıl geleceğiz… Etrafına savunmacı bakışlar atan Sakıp, kısa süre içinde kendini toparladı ve bana döndü
“Beyim istersen sana karpuz da getireyim. Öyle güzeller ki hayatında böylesini yememişsindir!” Ben daha ağzımı açmaya fırsat bulamadan fırlayıp içeri koştu.
Yerimden kalkıp ellerimi belimde kavuşturup göğe baktım, ne kasvetli ve garip bir gece derken etrafın yer yer sisli olduğunu fark ettim. Mısır tarlasının öte yanına, ahıra doğru ilerledim çünkü bu yeşilimsi sis oradan geliyor gibiydi. Ay ışığı kabak gibi tepemizdeydi ve bahçeyi az çok aydınlatıyordu fakat başka bir ışığı da fark ettim: ahırın tepesindeki camlardan cılız bir yeşil ışık araziye yayılıyordu ve yaklaştıkça bunu fark ediyordum. Aniden bir şeye takılıp tökezledim ve boş bulunup bağrındım. Gözlerimi kısıp yerdeki şeye baktığımda minik bir karpuz olduğunu gördüm. Sakıp’ın karpuz ektiğimden haberim yoktu, az önce söylediği karpuzu da civar çiftliklerden aldığını düşünmüştüm. Sakıp, mısır ve tütünden başka bir şey ekmez, uğraşmazdı çünkü. Yere çömelip karpuza yakından baktım ve kabuklarının zehir sarısı olduğunu şeklinin ise neredeyse su kabağını andırdığını fark ettim. Kavunu andırsa da kabuklarının parlak ve pürüzsüz dokusundan karpuz oldukları anlaşılıyordu. Yüzümü sıkıntıyla buruşturup yerimden kalkıp eve doğru ilerledim. Bu bahçeyi karanlıkta gezmek akıl karı gözükmüyordu.
Sakıp ortalarda yoktu, eve doğru başımı uzatıp seslendim, gürültülü bir homurtu aniden kesildi, muhtemelen olduğu yerde uyuyakalmıştı, hemen karpuzları dilimleyip geleceğini söyledi. Sakıp’ın bu tuhaf hali beni derinden üzmüş ve sıkıntıya sokmuştu. Adamı karşıma alıp iki çift laf edemiyordum, aklımdan türlü fenalıklar geçiyor acaba yanlış şeyler mi kullanmaya başladı diye düşünmeden edemiyordum. Mavi ışıldağı kapıp tekrar az önce dolandığım yerlere döndüm, karpuzlarım tam karşısında yani evin bitişiğindeki ufak bahçede bir dizi bodur palmiye görüp “Hadi bakalım kim bilir bu gece daha ne kadar şaşıracağız!” diyerek oraya ilerledim. Bodur palmiyelerin üzerlerinde kan kırmızısı iri yarı dikenli meyveler vardı. Elimi uzatıp almak istesem de buraya ait değilmiş gibi vahşice sırıtıyorlardı sanki. Işığı düzgün bir hizada tutarak bir meyveyi yakalayıp dalından epey uğraşarak kopardım. Yakından baktığımda bunun ejder meyvesine çok benzediğini fark ettim ancak Sakıp’ın çiftliğinde ulu orta karpuzların ve ejder meyvelerinin türemesine mi hayret edecektim yoksa bunların olağandışı şekillerde olmalarına mı bilememiştim. O an şeker pembesi mısırları da anımsayıp lezzetlerini düşündüm. Bu çiftlikte her şey olağandışıydı ve Sakıp’ın olan biteni açıklaması gerekiyordu.
Ben eve doğru ilerlerken Sakıp da elinde kara bir şeylerin olduğu bir cam kaseyle kapıda belirdi, beni görüp heyecanla iç geçirip bağırdı “Aman beyim ne işin var oralarda? Gel!”
Işıldağı masaya sertçe koyup ejder meyvesini uzattım, bunların nerden geldiğini nasıl ektiğini sordum. Fakat Sakıp meyveye hayran hayran bakıp gülümseyip mırıldandı “Bildin değil mi beyim? İki sene kadar evvel Beştepe’deki bir yaz etkinliğinde televizyonlarda görmüştük. Tadını bilmesem de iştahla ekrana bakıp bundan yapılmış içeceği içenleri seyre dalmıştım! Neler neler yiyip içiyorlar demiştim. Nasipte kendi bahçemde yetiştirmek de varmış!”
“Sakıp… Tüm bunları gerçekten bir ay içinde mi ekip yetiştirdin?”
“Yok beyim. On gün kadar sürdü.”
Ağzım hayretle açılırken ejder meyvesi avucumdan kayıp yere düşerek yuvarlandı. Sakıp’ı tanımasam alay ediyor derdim fakat o böyle şeyler yapmazdı, daima doğruyu konuşurdu. Omuzlarıma kilolarca yük çuvalları binmiş gibi hissedip sandalyeme yerleştim usulca. Ne diyeceğimi bilemiyor yerde kıpkırmızı ve dikenli suratıyla sırıtan meyveye bakıyordum. Sakıp gülümseyerek elime karpuz kasesini tutuşturduğunda neredeyse boş bulunup fırlatıp atacaktım çünkü kabukları bahçedeki gibi zehir sarısı, içleriyse lacivert renkteydi… Yamuk yumuk doğranmış mavi karpuz parçalarına baktıktan sonra soru soran ve bir cevap için yalvaran bakışlarımla Sakıp’a baktım ancak o çoktan uçup gitmişti. Vuracağı geyiği dakikalarca gözetleyen bir avcı gibi pür dikkat ahıra bakmaktan başka bir şey yapmıyordu.
Çatalı alelacele doğranmış şekilsiz karpuzların arasında gezdirirken çekirdeksiz olduklarını fark ettim. Lacivert karpuzun tadının nasıl olacağı kafamı kurcalarken şeker pembesi mısırların lezzetini anımsadım ve gözlerim az ilerde gecenin koynunda bir kenara yuvarlanıp karanlığa gömülmüş ejder meyvesini aradı. O bile üzerinde toza pisliğe meydan okurcasına kıpkırmızı bir canlılıkla duruyordu. Çatalla kabukları doğru düzgün kesilmemiş dörtgeni andıran lacivert bir karpuz parçasını zehir sarısı kabuğundan ayırdıktan sonra ağzıma yaklaştırdım burnuma taze bir aromatik koku savruldu. Yaban mersini ve böğürtlenin karışımı andıran bu koku karpuzun şekerli ve serinletici kokusuyla birleşti. Lacivert karpuzun kokusu farkında olmadan ağzımı sulandırdığı sırada Sakıp’a bakmaktan kendimi alamıyordum. Ayakta yamuk bir yol tabelası gibi dikilmiş elleriyle sıkı sıkıya tuttuğu tüfeğini bırakmadan yarı açık gözleriyle göğü seyrediyordu.
Onun bu sıkıntılı hali beni mahvediyordu. Enfes kokuya rağmen çatalı sertçe kasenin içine bırakıp kaseyi gümbürtüyle masaya koydum. Sakıp tahmin ettiğim gibi irkilip tüfeğiyle bana döndü sonra aniden toparlanıp tüfeğini indirdi, utangaçlıkla kısa bir süre yüzüme bakıp bakışlarını toprağa yöneltti.
“Geç otur da anlat artık şu halinin sebebini. Bu tüfek nereden çıktı bunca sene sonra?”
Sakıp kısa bir süre bakışlarını kaldırıp bana çevirdi, kaşları çatılmış uykusuzluktan kan toplamış göz damarları delilikle kabarmıştı. Bir hışımla karşı sandalyeye geçip gümbürtüyle oturdu. Tüfeği de dizlerine yatırıp bana doğru eğilip ima dolu bir sesle “Asıl sen söyle beyim!” dedi ve eliyle masaya sertçe vurup devam etti “Gecenin bu vakti ne demeye çıktın geldin haber vermeden? SEN NEDEN GELDİN ONU DE HELE BANA!”
Sakıp’ın hiçbir zaman şahit olmadığım bu öfkesi beni tedirgin etmeye başlamıştı. Çakır gözleri donmuş bir göl gibiydi. Gözbebeğinin etrafındaki kanlı damarlarsa zehirli sarmaşıklarla dolu bir ormanı andırıyordu.
“Köylülerden korkuyorsun, seni böyle tedirgin eden şey nedir oğlum? Söyle yardım ede…”
“Ben mi korkuyormuşum!” O domuzların neyinden korkacakmışım? Daha geçen muhtar çiftliğe girmek için direndi de az kalsın tüfeğimle beynini dağıtıyordum!”
“Neden?” diye sordum tüm samimiyetimle. Mavi ışıldağın önünde elimi yavaşça Sakıp’ın eline uzattım ve tuttum. “Burada onların görmesini istemediğin ne var? Hem ben geldim, çiftliğin içindeyim ve seninle otu…”
“Sen başka beyim!” diyerek sözüm kesti. “Mesele korkmak değil, ben bilirim ki o itler üzerlerine vazife olmayan işleri kurcalamaya, çomak sokmaya gelirler. Neticesinde sana haber verenlerin de onlar olduğunu bilmiyor muyum? Kalabalık belayı çeker beyim. Ben bir anlaşma yapmışım, kimsenin bozmasına müsaade etmem. Senin hakkın büyüktür, ağırladım, yedirdim. Şimdi birer kahve hazırlayacağım beraber içeceğiz sonrasında da seni yolculayacağım.”
Sakıp elini benden çekmiş tüfeğinin üzerine gevşekçe koymuştu. Beni bir an önce uğurlamak istemesine takılmış olmama rağmen anlaşma kelimesini bahis konusu etmeden duramadım
“Kimlerle anlaşma yaptın?”
Sakıp gülümseyip gözlerini karanlığın içinde beliren ahırın siluetine çevirdi, boşluğa bakıp gülümserken “Sen bilmezsin beyim.” Dedi.
Sanki karşımda beraber büyüdüğüm Sakıp değil de bir başkası oturuyor böyle ukalaca cevaplar veriyordu. Ancak durumun farkındaydım, Sakıp ruhen iyi değildi. Bir şeyler onun aklını karıştırmış, düşüncelere boğup uykusuz bırakmıştı. Uykusuzluk da onu deliliğin eşiğine getirmişti. Dalgınlıkla çatala saplı olarak kâsede bekleyen karpuzu bir hamlede ağzıma attım.
Bu şey hayatımda yediğim en güzel karpuz hatta meyve olabilirdi. Mavi ışıldağın da etkisiyle iyice koyu rengi depreşmiş karpuz parçalarına baktığımda garipseyip bir iştah duyamıyor, onların boyalı olduğunu düşünüyordum. Fakat kokusunu ve tadını aldığımda ise karşı koyamıyordum. Birkaç dakika geçmeden bütün karpuzları yemiştim. Sulanmış ağzımı elimin tersiyle silerken Sakıp’ın uykulu gözler ve gülümseyen bir suratla bana baktığını gördüm
“Sen de hayran kaldın değil mi beyim? Biz böyle meyveler geliştiremedik, bu tohumlara ulaşamadık. Onların toprağa serptikleri bereket tozları tüm bildiklerimizi alt üst eder, haftalarca beklediğimiz fidanı isterlerse bir gece sırık gibi ortaya çıkarır. Sadece meyveleri de değil ben onları gördüm, yaşadıkları yeri, düzenlerini, bilimlerini. Hepsi zihnimden bir film şeridi gibi geçti gitti. Gözlerimi yumup açtığımda onların dünyasını gördüm. Yoksa anlaşır mıydım onlarla?”
Dediklerinin tek kelimesini anlamıyor, kimlere bulaştığını merak ediyordum. Sakıp’ın zihnini her kim bulandırdıysa benden çekeceği vardı. Üzerine gitmemeye karar verip sakince lafı değiştirdim. “Neden geceyi burada geçirmemi istemiyor da birazdan gitmemi istiyorsun?”
Sakıp yumru yaptığı elleriyle gözlerini ovuşturup tatlı tatlı esneyip bana döndü “Neden olacak beyim, hayatta kalabilmen için.”
Ağır ağır oturduğu yerden kalkan Sakıp bana doğru geldi ve “Artık kahve içsek iyi olacak yoksa uyuyakalacağım vallahi.” Dedi. Hayretle gömleğimin bileğini sıyırdım ve saatime baktım: üçtü. “Ben bu saatte kahve içersem hayatta uyuyamam, istemem.” Dedim fakat Sakıp tepemde bir dev gibi dikilmiş elindeki tüfeğini bana doğru uzatırken “İyi ya işte beyim. Zaten uyumayacak direksiyon sallayıp selametle evine, ailene döneceksin.” Dedi. Ağzımı açtığımda konuşmama fırsat vermeden tüfeğini ellerime bırakıp “Ben içerde kahveleri hazırlarken birileri çiftliğe yaklaşırsa havaya ateş et beyim. Baktın araziye daldılar ayaklarının dibine sıkarsın. Vurursan da vur dert değil.” Dedikten sonra sallana sallana eve doğru ilerledi. Ben elimde tüfek şaşkınlıktan dilimi yutmuş bir vaziyette otururken Sakıp yalpalayıp devrilecek gibi oldu ve sinekliğe tutundu. Gözleri kapanıyor vücudu müthiş bir yorgunlukla titriyordu. Ben neredeyse yere yığılacak diye düşünürken eliyle sinekliği itip içeri girdi ve gözden kayboldu. Tüfeği bir kenara fırlatıp ellerimi saçlarımın arasında gezdirip ne yapacağımı düşünmeye başladım.
Bahçenin ortasına ayaklarımı sürüye sürüye gelmiş karanlığın içinde cırcır böceklerinin uğultusunu ve tatlı bir rüzgârla hışırdayan mısır yapraklarının sesini işitiyordum. Sol elimde sarkıtarak tuttuğum sinek kovar mavi ışıldak vardı. Işığı cılızdı fakat ay ışığı ile birleşince iş yapıyordu. Bilinmezliğin içine ilerlerken önümdeki ahırdan güçlü bir yeşil ışık ve inlemeler yankılandı. Işıklar aniden söndü sesler kesildi derken tepemden sarı bir ışık çizgi halinde geçti. Şaşkınlıkla başımı göğe kaldırdığımda onlarca parıldayan yıldızların arasında sarı bir hale gördüm. Bu ilginç ışık beni kendine çekiyor baktıkça onu daha rahat görebiliyordum. Elips şeklinde sarı bir halka kimi zaman yıldızların ışığıyla parıldıyor kimi zaman da göğün karanlığını bir yorgan gibi üzerine çekip kayboluyordu.
Ahırdaki yeşil ışıklar tekrar etrafa yayıldı ve etrafım olduğu gibi aydınlandı. Bu tekinsiz ışığın beni rahatsız etmesi yetmezmiş gibi ahırdaki hayvanlar canhıraş bir şekilde bağırmaya başladı. Yutkundum ve ahıra sırtımı verip eve doğru ilerledim.
İçerden cızırtılı bir sesle beraber ayı kükremeleri yankılanıyordu. Buralarda ayı olmaz fakat boş bulunup sinekliği kırarcasına açarak eve girdim. Solda salon sağda ise mutfak vardı. Mutfakta bir şeyler cızırdıyor salonda ise bir şey kükrüyordu. Elim yüreğimde salona girdiğime Sakıp’ı çekyatın üstünde sırtüstü devrilmiş şekilde ağzı bir mağara kadar açıkken uyuklayıp horladığını gördüm. Gözleri sıkı sıkıya yumulmuş, ağzının kenarından salyaları akıyor ve küçük dili boğazına sarkmışçasına gürültüyle horluyordu. Horultudan sıyrılıp cızırtıya odaklandığımda mutfağa döndüm ve bakır cezvenin devrilip ateşin üzerinde olduğunu gördüm. Kahve telvesine bulanmış ocağı kapadıktan sonra Sakıp’ı uyandırmayı düşündüysem de bundan vazgeçtim. Onun en çok ihtiyacı olan şey uykuydu… Sakıp’ı bu hale getiren, topraktan türlü türlü meyveleri bir anda çıkartan güç her neyse çiftlikte kol geziyordu ve onu bulmalıydım.
Dışarıya çıktığımda havada parıltılar saçarak süzülen parlak, yeşil bir ışık hüzmesi vardı ve etrafta keskin bir küf kokusu hakimdi. Bu kokuyu başta çiftliğe girerken de almıştım ancak bu kadar kuvvetli değildi. Anlaşılan çiftliğin içinde vakit geçirdikçe bu kokuya alışmıştım ve şimdi eve girip çıktığımda hava değişimi sayesinde tekrar farkındalığımı yakalamıştım. Fakat bu ışık neyin nesiydi? Işığın kaynağı karanlığın içinde, ahırın olduğu yerdeydi. Elimdeki ışıldağı sıkıca tutarak ağır adımlarla oraya ilerlemeye başladım.
Sanki ben ahıra yaklaştıkça kafamın içinde birileri fısıltıyla konuşuyor bu keşfin tehlikeli olacağını söylüyordu. Sakıp’ın hali ortadaydı, her şeyi yapmış olabilirdi. O ahırın içindeki şeyler hayatımda bir kırılma noktası yaratabilirdi. Belki de vesvese yapıyorum derken Sakıp’ın çiftliğin kapısındaki zincirleri çözüşü ve elindeki tüfeği aklıma geldi. TÜFEK!
Tüfeği verandanın önünde bir yere atmıştım. Dönüp almayı düşündüm, ahırda neyle karşılaşacağımı bilmiyordum sonuçta. Başımı yavaşça ardıma çevirip karartılar arasında silueti beliren eve baktım eğer oraya dönersem tekrar buraya gelecek cesareti bulamazdım. Ya şu an birkaç adım atıp ahırın önüne varacaktım ya da bu esrar kapısını hiç aralamayıp geri dönecektim. Hatta Sakıp’ı uykunun kollarında bırakıp arabama bile dönebilirdim. Tüm bu tuhaflıklardan sıyrılabilirdim. Fakat ne mümkün… Şeytan insanı dürteceği vakti iyi bilir derdi anneannem. Kendimi bir anda büyük adımlarla ahıra ilerlerken buldum.
Ahırın etrafından küf ve ekşimiş bir kusmuğu andıran kokular harmanlanarak etrafa yayılıyor midemi alt üst ediyordu. Yeterince yaklaşmıştım, neredeyse on adım atsam ahırın kapısının önünde olacaktım. Tepedeki minik camların kırık olduğunu gördüm. İçerde her ne varsa insanı hayrete düşürecek kadar parlak ve canlı bir yeşil ışık saçıyordu. Elimdeki ışıldağı kaldırdım ve cılız ışığında ahırı süzdüm: Dikdörtgen biçimindeki ahırın kırmızı boyaları sökülmüş tahtaların çoğu fazla su yemekten çürüyüp dağılmış, çivilerinden ayrılmıştı. Ahırın ikili kapısının tekinin menteşeleri ayrılmış zor yerinde duruyordu. Yaklaştığımda içerdeki bir şey çığlık çığlığa sürünerek ilerledi ve aniden kapalı kapıya doğru atıldı. Ben korkudan avazım çıktığı kadar bağırırken ışıldak gevşeyen elimden kayıp yere düştü.
Çarpmanın şiddetiyle kapılar aralandı ve neredeyse kör olmama sebep verecek deli bir yeşil ışık tüm kudretiyle çiftliğin içine dağıldı. İçerden türlü tıslamalar ve iç gıcıklayıcı seslerin yankılanmasıyla bir şeyler var güçleriyle tekrar ileri atılıp kapılara çarptı. Bu çarpma neredeyse dayanıksız kapılarını yerinden sökecekti. Zincir şangırtılarını işitince dikkat kesildim ve ahırın kapısının tıpkı çiftlik kapısı gibi zincirler ve asma kilitle kapatıldığını gördüm. Sakıp’ın çıldırmış gibi davranmasına yol açan her neyse burada olduğu belliydi.
Zincirlere güvenip yerdeki ışıldağımı alıp ahıra iyice yaklaştım. İçerden kulak tırmalayan kanat çırpma sesleri geliyordu. Sanki binlerde haşere ahırın içinde gibiydi. Oradaki şey her neyse yalnız değildi ve çıkmak için can atıyorlar, tahtaları tırmıklayıp tıslıyorlar, vahşetle haykırıyorlardı.
Bildiğim tüm duaları okuyup ahıra iyice yaklaştığımda kapıyı araladım ve var gücüyle gözlerime hışım eden ışığa meydan okuyarak aralıktan içeriye göz attım. Ahırın içine bakmak çıplak gözle güneşi seyretmekten farksızdı. Ortada samanların arasında krem renginde dört büyük yumurta gördüm. Parçalanmışlar ve etraftaki kabukların üzerinde yeşil ve sarı renklerinin hâkim olduğu sümüğü andıran yapışkan dokular vardı. Kapının tam ardında ise üç ineğin yenmiş cesedinden arta kalanlar ufak bir yığın halinde duruyordu. Dikkatli baktığımda ineklerden birinin hâlâ acıyla kıpırdandığını gördüm. Bu ahırda her ne varsa yumurtaları yeni kırılmıştı ve dünyaya adım atar atmaz açlıklarını bastırmışlardı. Belki de ben çiftliği adım attığım sırada bir yandan da bunlar oluyordu. Aniden bir şey tıslayarak havaya uçuşup yere düştü ve ben de irkilerek kapıdan uzaklaştım.
İçeriye tekrar bakacak cesareti kendimde bulmakta zorlanıyordum. O şeyler her neyse beni fark etmemişlerdi çünkü daha yeni doğmuş bebek olmalıydılar, duyuları tam gelişmemişti. İçgüdüyle beslenme arzusu çekiyorlar ve gelip gidip kapının dibindeki ineklerden birer parça koparıyorlardı. Eğer bir ayna olsaydı eminim tenimin tıpkı Sakıp gibi peynir beyazı olduğunu görürdüm. Kanımın çekildiğini ve vücudumun bir ceset gibi buz kestiğini hissedebiliyordum. Derin derin nefes alarak titreyen elimi kapıya kenetleyip tekrar aralamak için elimi uzattığımda iri bir kıymık etime saplandı fakat aldırmadım. Kapıyı daha fazla araladım ve bu sırra biraz daha vakıf olmak için başımı içeriye uzattım.
Bildiğimiz hamam böceklerini andırıyorlardı fakat neredeyse bir kedi boyutundaydılar. Sürünerek ilerliyorlar kimi zaman uçmak için lapa yığınlarıyla dolu kanatlarını çırpıyorlar fakat o cılız kanatlar iri vücutlarını henüz taşıyamıyordu. Garip çıkıntılarla dolu sırtları kahverengi, karınları ve tüylü başları ise kırmızıydı. Geniş çeneleri ve keskin sarı dişleri bir ayı kapanını andırıyordu. Gözleri yemyeşil ışıklar saçan bu pis yaratıklar amaçsızca dolaşıyor kimi zaman başlarını havaya kaldırıp bir av köpeği gibi havayı kokluyorlardı. Onlar her neyse vahşeti doğalarında taşıyorlardı, bebek olmaları bunu değiştirmezdi. Büyüdüklerinde kim bilir nasıl bir şey olacaklardı. Bunu düşündüğüm sırada sırtımda soğuk namluyu hissettim.
“Ali Abi geri çekil. Hatta tek kelime bile etmeden git buradan. Ardına dahi bakma.”
Sakıp, onu tanıdığımdan beri bana saygıdan beyim diye hitap ederdi ancak nadiren samimiyetle Ali Abi derdi. Bu o nadir anlardan biriydi. Sakıp’ın bana durumun vahametini belirtmek için kullandığı bir işaret fişeği gibiydi.
Gözlerim şahit olduğu dehşetten ve maruz kaldığı yoğun ışıktan dolayı kamaşmış, vücudum korkudan buz kesmiş, kanım damarlarımdan çekilmiş ve yüreğim sanki bir yığın karın altındaymış gibi zorla atmaya çalışıyor beynim Kaç git buradan! Diye bağırıyordu. Ardıma dönüp Sakıp’ın kanlı gözlerine bakıp bu ahırdakilerin ne olduğunu sormak istiyor fakat o cesareti benliğimde bulamıyordum. Tepemizden sarı bir ışık kavis çizerek dalgalandı ve kayboldu. Bunun üzerine Sakıp, kolumu yakalayıp beni sertçe itti. Dengemi kaybedip bir taşa takılıp yere kapaklandığım sırada avazı çıktığı kadar bağırıp küfrediyor telaş içinde çıldırmış gibi toprağın üzerinde tepiniyordu.
Toparlanıp kalkmaya çalıştığım sırada Sakıp’ın bana nefretle bakan zehirli gözlerini gördüm. Onun değil bana herhangi birine bile böyle nefretle bakabileceğini düşünmezdim. Dişlerinin arasından öfkeyle tükürürcesine konuştu “O kodumun yumurtaları on gündür bu ahırın içinde ve ben bir kez olsun kapıyı aralayıp dahi içeri bakmadım. Onlar beni bu yüzden seçtiler şimdi anladın mı beyim? Sizler gibi her halta burnumu sokmadığım için! Onlar bana bu yüzden güvendiler! Bu yüzden benimle anlaşma yaptılar!”
Yüreğim etrafındaki buzları kırmış var gücüyle çarpıp duruyordu. Yutkunarak cılız bir sesle sordum “Bu yumurtaları ahırda bekletmen karşılığında… Yani tam olarak ne için anlaş…”
“Ben de onlarla gideceğim. Anlaşma bu, beni de götürecekler!” Sakıp’ın çıldırmış gibi gülümseyen çehresi tepemizde dalgalanan sarı ışıkla birleşmiş ve gözümde korkunç bir hal almıştı. Gerçi şahit olduklarımdan sonra her şey gözüme korkunç gelmeye başlamıştı. Etrafımızda sert bir rüzgâr baş göstermiş ardımızdaki mısırlar uğultuyla hışırdamaya başlamıştı. Başımı kaldırıp tepemizdeki ışığın kaynağına bakmak istediğim sırada Sakıp üzerime doğru koşup karnıma bir tekme attı. Acıdan gözlerim döndüğü sırada tepemde avazı çıktığı kadar bağırıyordu: “BAKMA! Öldürtmek mi istiyorsun kendini? Ardına bile bakmadan siktir git buradan!”
Sakıp tüfeğini hedef alırcasına kaldırmaya yeltendiğinde Her şey buraya kadar diye iç geçirdim ve toparlanıp ayağa kalkıp ardımı döndüm. Titreyen bacaklarımı zorla hareket ettirerek çiftliği terk ettiğim sırada Sakıp’ın ardımda tüfeğiyle beklediğini hissediyorum. Eğer geriye dönecek olursam şüphesiz beni vuracaktı. Artık onun için yapabileceğim hiçbir şey yoktu. O her neye bulaşmışsa yolunu en başında çizmişti.
Ahırın içindeki yaratıkları anımsadıkça mideme kramplar giriyor öğürtüler yakamı bırakmıyordu. Mavi ışıldağın cılız ışığında adımlarımı atarken aniden durdum. O yaratıkları düşündükçe gerçeğe vakıf olduğumu fark ettim. O yaratıklar buraya ait değildi. Bu dünyadan değillerdi. Sakıp’ın verandada dalgın dalgın göğü seyrederken söylediklerini anımsadım Onların her şeyi öyle farklı ki… Ardıma dönüp aramızda neredeyse elli adım olan ahıra ve tepesine baktım. Göğün içine, yıldızların arasına gizlenmiş sarı halkaya ve ortasındaki kurşuni gri renkte parıldayan topaca baktım. Uzay gemisi ağır ağır çiftliğe doğru iniyor bir belirip bir kayboluyordu.
Sakıp cebinden çıkardığı bir anahtarla asma kilidi açmaya uğraşıyordu. İçeride ne olduğundan haberi yoktu. Bağırıp uyarmak istedim, dışarı çıkarlarsa seni bir hamlede parçalarlar diye avazım çıktığı kadar bağırmak istedim fakat yapamadım. Işıldak elimden kaydı ve ellerimi yumruk yapıp dolu gözlerle onları izlemeye başladım.
Ahırın hizasına dalgalı bir mavi ışık uzay gemisinin içinden var gücüyle yansıdı. Sakıp ellerini dua edercesine iki yana açıp heyecanla kaldırıp ışığı seyrediyordu. Kükrercesine bağırıp adını haykırdım. “Arabam hemen çiftliğin girişinde! Gel beraber gidelim buradan!” Fakat Sakıp beni işitmiyordu. Artık işitmesi de mümkün değildi.
Ahırın kapıları içeriden itilerek açıldı boncuk gibi birbirleri ardına dizilmiş dört yaratık sırayla dışarı çıkarak ışığa doğru ilerliyorlar koca çenelerini geviş getirircesine oynatıp sakince Sakıp’a bakıyorlardı. Yaratıkların ona saldırmaması beni sevindirmişti fakat anlam da verememiştim. Yoksa gerçekten onu yanlarında götürecekler miydi? Onların neden yumurta halinde buraya geldiğini şimdi daha rahat anlıyordum. Sanırım bir deney yapılmıştı ve bu yaratıkların dünyamıza ayak uydurabilmesi için kuluçka sürecini burada güven içinde geçirmeleri gerekiyordu peki ne için? Dehşetle ürperdim ve bu yaratıkların büyüdüğünde kim bilir nasıl bir hal alacaklarını düşünmek istemedim. Dünyamız üzerinde böylesine korkunç deney yapan yabancı varlıklar hiç Sakıp’la anlaşırlar mıydı? Hiç onu yanlarında götürürler miydi? Fakat olanların duyulma riski diye düşünürken Sakıp’ın delirmiş hareketlerini anımsadım, artık ona kim inanırdı ki?
Yaratıkların her biri mavi ışığa ulaştığında ışık kuvvetleniyor ve onları yutuyordu. Sakıp kenarda heyecanla sırasını bekliyor önündeki yaratığa sanki sıradan bir hayvanmış gibi gülümseyerek bakıyordu. Onu renkli ve lezzetli meyvelerle kandırıp büyülemişlerdi. Kendi isteğiyle susmasını ve araziyi güvenli bir yer haline getirmesini sağlamışlardı. Amaçlarına öyle kolay ulaşmışlardı ki… Sakıp onlar için son derece değersizdi, bunu nasıl görememişti?
Çiftliğin girişindeki demir kapıya sıkı sıkıya tutunmuş onları büyük bir hüzün içinde izliyordum. Son yaratık da kaybolduktan sonra Sakıp hevesle ışığa doğru ilerledi. Bir an başını çevirip çiftliğine son bir bakış attı belki de gözleri veda etmek için beni aradı fakat göremeyince de aldırmadı. Gülümsemesi yüzünden hiç silinmeden ışığa bir adım attı ve aniden acıyla bağırıp geriye çekildi.
Elini acıyla ovuşturuyor tepedeki uzay gemisine doğru hararetle bir şeyler söylüyordu fakat artık onu işitmekte zorlanıyordum. Sinirle tekrar ışığa doğru ilerledi ve acıyla irkilip geriye düştü. Dikkatli bakınca ışığa giren kolunun kıpkırmızı olduğunu gördüm. Onu kabul etmiyorlardı. Yaratıklar da ışığın etkisiyle uysal bir formda Sakıp’a zarar vermeden geçip gitmişlerdi. Sakıp’la ilgili başka bir planları olduğu açıktı. Belki de onu ve arazisini yeni deneyler için kullanacaklardı fakat o şimdi uyanmış anlaşmayı bozduklarını fark etmiş ve bunu kabullenmiyordu. Mavi ışığın etkisi azalmaya neredeyse silinmeye başlamıştı. Sakıp haykırarak yerden kalktı ve tekrar var gücüyle ışığın içine daldı.
O an tepedeki uzay gemisi tüm heybetiyle belirginleşti ve ışık tüm gücüyle şiddetlenip hareketlendi. Sakıp ışığın ortasında gölün dibine atılmış bir taş gibi cenin pozisyonunda yatıyor acıyla haykırıyordu. Işık gürültüler yayarak parıldamaya başladı ve o an bana telefon açan köylülerin bahsettiği acayip mavi şimşeğin ne olduğunu anladım.
Sakıp acıyla kıvranıyor sanki kucağa alınmak istenen bir kedi gibi duruyordu. Belinden ışığa doğru çekilmiş bacakları ardına başı ve kolu da önüne sarkmıştı. Acıyla bağırıp debeleniyor ışığın ortasında havaya yükseliyordu. Bir anda ışık tüm çiftliği aydınlatacak kadar belirginleşti korkunç bir çığlıkla beraber çatırtı sesleri kulaklarımda yankılandı. Sakıp’ın parçalanmış bedeninden kalanlar toprağa düşerken ışık kayboldu ve aklımı kaçırmışçasına bağırdığım sırada sarı halka belirginleşip çiftliğe yansıdı, hızla ilerleyip bana doğru geliyordu.
Karanlığın içinde çıldırmışçasına arabama koşarken o ışığı ensemde hissediyordum. Tekrar ardıma bakmayı düşünsem de Sakıp’ın Ölmek mi istiyorsun? Sözü zihnimde yankı buldu ve aniden aracıma binip çiftliği terk ettim. Yol boyu göz yaşlarım durmamış, Sakıp’ın çığlıkları ve o çatırdama sesi kulaklarımdan silinmemişti.
- Anlaşma - 1 Ekim 2020
Gerilerek okudum. Berk’in hikaye anlatımına aşığım. Bir gün onun yazdığı bir romanı okumayı çok istiyorum.
Tek solukta okudum! Çok etkileyiciydi. Elinize, emeğinize sağlık. Başka seçkilerde görüşmek üzere!