Öykü

Kümbet Dağı’na Kar Yağar

Kümbet Dağı’nın tepesi tarlalarda yetişen pamuk topağı gibi bembeyaz görünür uzaktan bakanlara. Kış aylarında bu beyazlık eteklerine kadar varır. Tepesindeki o beyazlığı en kara sıcaklar bile eritemez. Güneş her sabah bu dağın tepesinde kalan beyazlığı sınamak için uyanır. Öğle vakti ikisi arasında amansız bir kavga başlar. En çok vuran değil en çok direnen kazanır. Kümbet Dağı’nın dizlerini büküp Güneş’ten gözlerini kaçırdığı bir an bile olmamıştır. Güneş her sabah bu dövüşü başlatır ve her akşam kaybetmiş olarak dağın arkasında yenik vaziyette söner.

Dağın düzlüklerindeki engin ova ise bu dövüşün tanığıdır. Ovanın çevresi etrafı askerlerle sarılı bir suçlu gibi diğer dağlarla çevrilidir. Genişliği, birisinden medet umup ellerini iki yana açan mazlumlar gibi yayılmıştır. Güneşin sıcaklığı buraları yakıp kavurur. Ovadaki dereler ise yerden göğe doğru yükselir, “Aman” diyemeden buhar olup uçar. Ovanın, dağın ve derelerin bu mücadelesini göz ardı eden yalnızca ovadaki insanlardır. Çünkü insanın mücadelesi, insanladır.

Eğirmez Köyü ovanın kenarında bir küpe gibi durur. Köyün hemen dışında Eğirmez halkının geçim kaynağı olan pamuk tarlaları yer alır. Pamuklar Kümbet’ten esen rüzgârla yeni gelinler gibi salınır durur. Pamuklar bu köyün incisidir. Hiç kimse incisinin kararmasına izin vermez. Hele ki söz konusu Şakir Ağa ise.

Pamuk tarlasından yılan gibi kıvrılarak giden yol köyde biter. Yolun her iki yanında bacak boyu kadar uzanan bu dikenli yola Izdırap Yolu da denir. Eteğini giymeyen her insan evladının bacaklarını dikenler ısırır. Kadınlı erkekli o köyü bilen herkes o yoldan geçerken eteğini giyer. “Köyün hanımları da geldi” diyerek kendisinden başka kimsenin gülmediği Şakir Ağa’nın şakasını köyde duymayan kalmamıştır.

Şakir Ağa evinin ikinci katında oturmuş, tepsinin kenarında duran çorba tabağından höpürdeterek içti. Karşısındakiler el pençe divan duruyor, yakayı kurtarabilecekleri güzel bir haber bekliyorlardı. Aralarından biri fısıltılı bir şekilde dua okumaya başladı. Bir diğeri pıtır pıtır alnından dökülen ecel terlerini siliyordu. Öteki hiç kıpırdamadan halının üstündeki şeritlere ölü gözlerle bakıyordu. Onun yanındaki kötü haber gelirse neler söylemesi gerektiğini planlamaya başlamıştı bile. Sonuncuları ise Ağa’nın ağzının kenarından akan çorbaya iğretiyle bakıyordu. Ağa çorbasından iki kaşık aldıktan sonra ekmeğin ucunu eliyle parçaladı, ağzına götürdü. Lokmasını çiğnemeden:

“Eğer,” dedi, ekmeği çiğneyerek devam etti, “Güzel bir haber getirmezse buraya hiç gelmesin o Yusuf denen. Hiç gelmesin, beni de yormadan kendini kuyuya atsın.”

“Ağam, şimdi ben durumu sana açıkladım. Ancak ben sanmıyorum büyük bir şey olsun. Yılın bu aylarında ara ara görürüz zaten. Hani bir parıltı…”

Bekir’in sözünün tamamlanmasını beklemeden Şakir Ağa yüksek sesle:

“Bekir. Ben parıltı marıltı anlamam. Ben parama bakarım. O pamukların her biri benim için kıymetlidir. O yüzden şimdi sus. Sus da şu çorbamı bitireyim rahatlıkla.”

Şakir son kaşığını ağzına götürdü. Ekmekten geriye sofradaki kırıntılar kaldı. Kapıdan içeriye bir kadın girdi, tepsiyi ve sofrayı kaldırdı. Hızlı adımlarla odadakilerin suratlarına bakmadan çıktı. Şakir Ağa dizlerini toplamış tam ayağa kalkmıştı ki dışarıdan bir şangırtı geldi.

“Ay dikkat etsene oğlum!”

Kapının eşiğinde cılız Yusuf göründü. Saçından, kaşlarından ter sicim sicim dökülüyordu. Üstü başı sırılsıklamdı. Yusuf başını eğdi, yutkunarak içeriye girdi. Dikenlerin kanattığı bacakları çemrenmiş ve yalın ayaktı. Akan kan ayak parmaklarının arasından tozlu ayağına karışmış, topaklanmıştı. Yusuf koluyla terini sildi.

“Ağam,” dedi, derin bir nefes aldı. Şakir Ağa gözlerini açarak Yusuf’a yaklaştı.

“Söyle ulan söyle!”

“Ağam, pamuklar yanmış.”

“Benim çiftlik mi yanmış Yusuf?”

“Bir tek senin çiftlik yanmış Ağam.”

Odanın içindekiler kıpırdanmaya, teker teker Yusuf’un etrafını sarmaya başladı. Bekir araya girdi:

“Yusuf yanlış olmasın bak. Başkasının çiftliğine gitmiş olmayasın ha sakın. Ben alt tarafı parıltı gördüm,” diyerek Şakir Ağa’ya döndü.

“Parıltı değil Bekir. Ağa’nın bütün pamukları yanmış, kara kara duruyor öyle.”

Şakir Ağa elleriyle Yusuf’un boğazına yapışıp yere yatırdı. Yusuf yerde debeleniyor, diğerleri ise Yusuf’u Şakir Ağa’dan ayırmaya çalışıyordu. Yusuf yattığı yerden “Ağam yapma, etme,” diyordu.

“Ulan deyyus, nasıl yanar pamuklar. Ulan onların hepsi para. Nasıl yakarsınız pamuklarımı. Ben sizi ne diye yanımda tutuyorum. Nasıl yaktınız ulan?”

Hepsi bir ağızdan “Ağam biz yapmadık” diyerek, Şakir’in Yusuf’a yapışan ellerine sarıldılar. Şakir daha fazla gücünün kalmadığını anlayınca ellerini geri çekti. Her birine parmak sallayarak tehdit ediyor, ağza alınmayacak küfürler ediyordu.

Yusuf boğazını tuttu, sert bir şekilde öksürdü. Beti benzi atmıştı. Biraz daha öyle kalsaydı akşama bu odadan cenazesi çıkacaktı. Şakir Ağa bir süre daha odadakilere bağırıp çağırdı. Yusuf’un üstüne tekrar çullanır gibi yapıyor diğerleri hemen önünü kesiyordu. Hırsını alamıyor ona buna tekme atıyordu.

“Ağam,” dedi tekrar Yusuf çatallaşmış sesiyle. “Ben bir şey daha gördüm.”

Odanın içinde ölüm sessizliği hâkimdi. Şakir’in gözleri tekrar açıldı, Yusuf’un ağzından çıkacak sözleri bekledi.

“Tepede at bir at gördüm. Kara bir at idi. Sürekli kişniyor, kendi etrafında dönüyor şaha kalkıyordu. Bulunduğu yeri eşeleyip eşeleyip bana bakıyordu. Üstünde… Üstünde birisi vardı Ağam. Üstü başı yırtık gibiydi. Elinde de bir tüfek vardı. Atın üstündeki adamın kellesi yerinde değildi. Bomboştu kelle yeri. Ancak ben o olmayan kellenin bana baktığını hissettim. Boşluktan bana bakıyordu. Sonra atıyla tepeden aşağıya inmeye başladı. Atını var gücüyle üstüme koşturdu. Uzaktadır, tam görememişimdir diye düşündüm başta. Ancak vallahi başı yoktu Ağam. Ben de bir daha arkama bile bakmadan buraya kadar koştum.”

Yusuf lafını bitirdi, gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Odadakiler önce birbirine sonra Şakir Ağa’ya baktı. Şakir ne diyeceğini şaşırmış, donuk gözlerle Yusuf’a bakıp eğildi. Yusuf gözlerini kaçırıyor, göz göze gelmemeye çalışıyordu. Yusuf’un çenesinden sertçe sıktı, kendisine doğru çevirdi. Elleriyle başının iki yanından tuttu ve başparmaklarıylagözaltı kapaklarını çekebildiği kadar aşağıya çekti. Şakir bu gözlerin içinde hiçbir yalan görmedi. Gördüğü şey ise korkudan başka bir şey değildi.

* * *

Odanın duvarında bir tüfek asılıydı. Hemen yanında bir pınarın başında duran ceylanlı duvar halısı, karşısındaki beş adama tehditkâr gözlerle bakıyordu. “Buranın koruyucusu benim” diyordu. Şakir Ağa ortada, her iki yanında ise Bekir, Turgut, Asım ve Fellah bağdaş kurmuş oturuyordu. Ceylanlı halının hemen altında ise Ala Hatun vardı. Kadının genç mi yoksa yaşlı mı olduğunu bir türlü çözememişti Bekir. Gözaltları, çenesi kırışık durmasına rağmen yüzü oldukça diriydi. Kıyafetindeki ziller ve kemikler onun bu dünyadan olmayan işlerle uğraştığını gösteriyordu. Geçmişle bir bağlantı ancak bu âlemden değil.

Ala Hatun eliyle bir işaret yaptı. Kapı eşiğinde duran adam odanın dışına çıktı. Kafası dazlak, aynı giyimli iki erkek içeriye girdi. Bellerine sarılmış kırmızı kuşağın ucu diz kapaklarına kadar sarkıyordu. Fellah Şakir Ağa’nın bulunduğu yerde bulunmaktan daima korkardı. Şimdi ise daha çok korkuyor, en ufak bir terslikte canını bulunduğu yere bırakıp ruhunun bu odayı koşarak terk edeceğini düşünüyordu. Dazlaklar büyük bir tepsiyle içeriye girdi. Şakir Ağa ve Ala Hatun’un arasına bu tepsiyi yerleştirip odadan ayrıldılar. Tepsinin içi yanan odunlarla doluydu. Çıt çıt yanıyor, ortamdaki sessizliği alıyordu. Odunların tam ortasında ise bir hayvan kafatası vardı. Şimdiye kadar hiç konuşmamış olan Ala Hatun ağzını açtı:

Bilinmez olandır o
Duysun o
Gökte ise insin
Toprak altındaysa çıksın o
Karda iz bırakmayanlar duysunlar
Yağmurda ıslanmayanlar duysunlar
Ateşte yanmayanlar duysunlar
Karakuş bize haber getirsin
Görünmeyeni göstersin

Şakir Ağa gözünü kırpmadan kafatasına baktı, olacakları bekledi. Derinlerde bir yerde geçmişin tabutunu kapatan kapağın çivileri sökülüyordu. Derinlerde bir yerde susması için dikilen ağzın ipliği bir bir sökülüyordu. Derinlerde, kalbe saplanan hançer pas tutuyordu.

“Kafatasına dokun,” dedi Ala Hatun.

Şakir elini yavaşça uzattı ve kafatasını kavradı. Yanan odunların arasındaki kafatasının soğuk olduğunu hissetti. Göz çukurlarının içine, boşluğa baktı. Korkunun oluşturduğu ter alnından akıyor, kalın kaş terlerinin arasından süzülüp çenesinde birikiyordu. Birikintiden bir damla koptu, kafatasının üzerine düştü. İkinci damla kendini bıraktı. Üçüncü damla bir cıs sesi oluşturdu. Dördüncü damla iyice cazırdadı, düştüğü yerden bir duman yükseldi. Şakir’in eli ısınmaya başladı. Elini çekmeye çalışıyor ancak kafatası eli bırakmıyordu. Elini kaldırıp kafatasını yere vurdu, işe yaramadı. Bir daha vurdu, kafatası alev almaya başladı. Ayağa kalktı, elini sağa sola sallayarak odanın içinde tur attı. Şakir kime doğru yaklaşsa ötekiler geri adım atıyor, Şakir’den uzaklaşıyordu. Yakıcı ateş elini yakalamış bırakmıyordu. Alev iyice şahlandı, odanın içinde parlak bir yıldız gibi etrafı aydınlattı. Ala Hatun Şakir’in eline bir tane vurmasıyla kafatası yerde yuvarlandı yuvarlandı ve odanın bir köşesinde durdu. Şakir Ağa yanan elinin parmaklarını oynatmaya çalıştı. Parmakları gitmiş yerine kömür kalıntıları kalmış, etrafı yanık et kokusu bürümüştü.

“Bunlar hep senin oyunların!” diye bağırdı Şakir. “Şu elimin hâline bak. Sen yaptın bunu. Büyücüsün sen. Seni… Seni meydandaki ağaca asıp canlı canlı derini yüzeceğim.”

Odanın köşesinden tıkır tıkır ses geldi. Kafatası bulunduğu yerde döndü, takla attı. Sert bir rüzgâr kapıyı gümbür gümbür salladı. Mavi bir ışık pencereden içeriye, kafatasının üstüne düştü. Kafatası yukarı havalandı, düşecek gibi olurken tekrar dengesini kurdu ve yerden göğe yükseldi. Önce bir insan ayağı belirdi kafatasının altında. Sonra bir ayak daha çıktı. Göğsün bir yanından bir kol diğer yanından bir kol ağaç dalı gibi uzadı. Kafatasının göz çukurlarında iki kara nokta oluştu.

Hayalet ince, uzun boyluydu. Gömleğinde, pantolonunda, boynunda kurşun delikleri vardı. Yıllar önce görmüş olduğu bu bedenin anısı zihninde şimşek gibi çaktı.

“Seni öldürdüm ben! Seni pamuk çiftliğinin tam ortasında öldürdüm! Sadece öldürmekle kalmadım, tam yirmi bir kurşun sıktırdım bedenine. Öldüğünden emin olmak için kelleni kestirdim!”

“Sana ne bu dünyada, ne öteki dünyada ne de bir başka âlemde rahat vermeyeceğim. Kardeşimin, ailemin kan bedelini ödeyene kadar peşinden geleceğim Şakir Ağa. İstersen yüz istersen bin tane kurşun harca. Hiçbir kurşun yarası ailemin ölümünün yarasından daha fazla acı vermedi bana.”

Şakir panik hâlinde kuşağına iliştirilmiş piştovunu çıkardı, kafatasına hedef aldı. Tek kurşununu kafatasının tam ortasına harcadı, parçalar etrafa saçıldı. Şimdiye kadar sükûnetini hiç bozmamış olan Ala Hatun ayağa kalkıp Şakir’e yaklaştı:

“Ölüyü bir daha öldüremezsin. Peşinden yine gelecektir.”

“Nesin sen be kadın?”

“Bana gelenlerin geçmişleri ile şimdiki zamanlarının arasındaki bağ.”

“Söylesene, böyle bir geçmişi nasıl yok ederim?”

* * *

Yanık pamuk çiftliğinin ortasında alan açılmış, Bekir ile Yusuf hır hıraş toprağı kazıyordu. Çıkan toprağı bütün gücüyle kaldırıp fırlatıyor, havada süzülen toprak taneleri çukurun yanında bir tepe oluşturuyordu.

“Ağam burada olduğundan emin misin?”

Şakir Ağa elindeki tütünü çarşafın arasına koymakla meşguldü. Gözlerinde bir dalgınlık, heyecan ve aynı zamanda dehşet vardı.

“Ağam!”

“Ne var lan?”

“Burası olduğuna emin misin?”

“Çok konuşma lan kaz!”

Yusuf içinden söylene söylene kürek sallamaya devam etti. Sonunda tütünü çarşafa doldurmayı başaran Şakir yeleğinin iç cebinden kibrit kutusunu çıkardı. İlk denemesinde aniden parlayıp sönen kibriti Yusuf ile Bekir’in kazdığı çukurun içine attı. İkinci yaktığı kibrit yandı, Şakir diğer eliyle siper ederek ağzındaki sigarasını yaktı ve çukurun başından uzaklaştı. Yusuf kafasını kaldırıp Şakir’in uzaklaştığını görünce Bekir’e:

“Bu çukur olayı nedir Bekir?”

Bekir suratını ekşitti, küreği toprağa sapladı. Elleriyle kürek sapına dayandı.

“Şakir’in bir kardeşi vardı. Adı Remna. Şakir ile Remna’nın babası ölünce çiftlikleri çocuklarına pay etti. Remna evli ve iki oğlan babasıydı. İyi adamdı doğrusu. Bu Şakir dümbüğüne hiç benzemez. Gel zaman git zaman Şakir açgözlülük yapmaya, Remna’nın topraklarına göz dikmeye başladı. Önce Remna’nın pamuk çiftliğini bozdu, sonra karısını öldürttü. Tabii kimse bu olanları Şakir’in yaptığını bilmiyordu. Garibim Remna karısının bir ayı tarafından parçalanmış olabileceğine inanmadı ve işin üstüne düştü. Tüm katakulliyi çözmüş, Şakir’i öldürecekti ki Şakir’in oyununa gelip son nefesini verdi. Remna’nın çocukları da amcalarının yanında kalmaya başladı. Çocukları her gün dövüyor, işkence ediyordu. Pamuk çiftliğine ırgat olarak gönderir, yalın ayak dönderirdi o dikenlerin arasından. Ancak çocuklar da babaları gibi dirençliydi. Çocuklar delikanlı olmaya başladıkça amcalarına ters düşmeye başladı. En sonunda Şakir’in annesine, babasına, çiftliklerine neler yaptığını öğrendiler. Büyük olan oğlan bir gece yarısı Şakir’i vurmaya kalktı, beceremedi. Sonra dağa kaçıp eşkıyalığa başladı. Küçük olan Şakir’in elinden kaçamadı. Irgat olarak çalıştırmaya devam etti. Abisi senede bir iki defa gelip kardeşini kurtarmaya çalışır, her seferinde başarısız olurdu. Amcasıyla arası iyice açıldı, baş düşmanı oldu. Kardeşini kaçırmak için son geldiğinde neredeyse kaçıyorlardı. Yağız bir atın üstünde ikisi kaçarken Şakir bizi peşlerine taktı. İki el ateş etmişti bizimkiler. Küçük olan atın üstünden düştü. Büyük olan ise vurulan kardeşini geri almak için döndü. Keşke dönmeseydi…”

Şakir gözünden gelen yaşları topraklı elleriyle sildi.

“Ala Hatun’un mekânında gördüğün hayalet. Büyük kardeş işte. Adı Gazap. Çocuğu yakalayınca Şakir itine götürdük. Bizlere çocuğu öldürmemizi, mermileri boşaltmamızı istedi. Biz de yaptık. Tam yirmi bir delik vardı vücudunda. Sonra bir kuyu kazdırdı, aha burası işte. Çocuğu tam gömelim diyecektik ki çocuğun kafasını kestirip öyle gömdürdü.”

Yusuf anlatılanlar karşısında şaşkına döndü. Şakir’in bu kadar zalim olabileceği aklına hiç gelmezdi. Yeğenlerini, kardeşini, kardeşinin karısını katletmiş olabileceği aklının ucundan geçmezdi.

“İşte geçmişle arasındaki bağı yok etmeye çalışıyor şimdi,” dedi Bekir gözyaşlarını silerek. “O geçmişte bizim de payımız vardı.”

Yusuf toprağa bir kürek daha vurdu, kürek sert bir şeye çarptı. Yusuf toprağı eşeledi, eşeledikçe kemik parçaları çıktı. Kemik yığının arasından bir insan kafatası çıktı.

“O gördüğün Gazap,” dedi Bekir.

“Ağam bulduk kafasını.”

Şakir Ağa koşturarak geldi. Çukura doğru eğilerek kafatasını aldı. Ağzında kim bilir kaçıncı kere sardığı sigarası vardı. Elleriyle kafatasını havaya kaldırdı. Biraz baktıktan sonra Ala Hatun’un yanına götürdü.

“Hava kararıyor. Bu işi yapacaksan hızlı olmalısın. Kafasızlar akşam vakti ortaya çıkmaya başlar. Ortaya çıkmaya başlarlarsa bu dünyanın parçası olurlar ve sana da doğrudan zarar verebilirler. O sana zarar vermeden sen ona zarar vermelisin. Eğer kafatasını bulur ve kafasına geçirirse, yandın Şakir Ağa!”

Pamuk çiftliğinin ortasına dazlaklar odun yığdı. Odunları yağladılar. Odunların ortasında Gazap’ın kafatası bulunuyordu. Hava kararmış, gökte yıldızlar görünmeye başlamıştı. Şakir Ağa kibriti yaktı ve yağlı odunların arasına attı. Odunlar birden tutuştu ve ellerini yukarıya kaldırıp dans eden insanlar gibi alev kımıl kımıl hareket etti.

Yusuf eliyle işaret ederek:

“Ağam orada!”

Herkes Yusuf’un gösterdiği yere baktı. Tepeden aşağıya bir at tüm gücüyle koşuyordu. Üstünde ise belli belirsiz birisi vardı. Atlı yaklaştıkça üstündekinin kafasının olmadığını gördüler. Bir el ateş sesi duyuldu.

“Gazap!” diye haykırmasıyla yere düşmesi bir oldu Bekir’in. Gözyaşı toprağa akan kanına karıştı.

“Vurun ulan şu iti!” diye bağırdı Şakir Ağa.

Şakir’in adamları tüfeklerinden tek tek ateş etmeye başladı. Kafasız atlı ise mermilerin arasından sıyrılıp koşturmaya devam etti. Silahlar patladı, dumanlar gecenin yıldızlarına karıştı. Şakir’in adamları bir bir düşüp can verdi. Şakir eline koca bir taş alıp havaya kaldırdı, tüm gücüyle kafatasına vuracaktı ki diz kapağına bir kurşun yedi. Gazap attan indi, ayağıyla taşı kenara itti. Şakir,Gazap’ın olmayan kafası, olmayan gözleriyle kendisine baktığını hissetti. Gazap elini odunların arasına sokarak kafatasını tuttu. Kafatası bir alev topu gibi yanıyor, göz çukurlarından kıvılcımlar fışkırıyordu. Gazap yerde yatan Şakir’in başucuna geldi. Alevler içindeki kafatasını Şakir’in kafasına geçirdi. Şakir bir çığlık attı. Kafasına bir darbe daha aldığında Şakir’in kafatası çatladı. Gazap ardı ardına vuruyor, ezilen kafatasına aldırmıyordu. Gazap son darbeyi indirdiğinde Şakir çoktan canını teslim etmişti. Son darbeyle birlikte Gazap’ın da kafatası iki parçaya ayrıldı. Kafasız bedeni yavaş yavaş bu dünyadan silindi, sise dönüştü. Sis yükseldi, ovaları, dikenli yolu geçti. Kümbet Dağı’nın eteğinden havalandı. Tepeye vardığında kar oldu, beyaz düştü.

Güneş her sabah Kümbet Dağı ile dövüşe tutulur. Her akşam kaybetmiş olarak dağın arkasında yenik vaziyette söner. Bu dövüşe direnen dağın çocuklarıdır. Çocukların her biri birer savaşçıdır. Ancak savaşçılıkları saldırmalarından değil, direnmelerinden gelmektedir. İnsanın mücadelesi, insanladır.