Öykü

Juyatub Kuşu ve Gözyaşı Perisi

Camdan solukları yapboz parçaları gibi boşlukta birleşip keskin düşüncelerle parça parça kırılıyor. Fark ettiğimizde parçalar eksiliyor. Hiç aramadığımızda eksiklikler kapanıyor. Peki her şeyi kaplayan bu yapbozun neresinde? Bir vücudu olsa, bu yaşamı saran sisin içinde asla duramazdı. Onun yeteneği bu her şeyi karartan sisin dışında kalabilmek galiba.

Biz içeriye sızan kırılgan solukları, onun soluklarını parçalamakla meşguldük. Ama belki de düşkün olan oydu. Kendi yarattığı sisin parçası olamayan bir zavallıydı. Güneşin yalnızlaştığı ağaç tepelerinin en üst dalları gibi binlerce yöne bakan yeşil kanatları vardı. Tıpkı bu uzak dallar gibi varlığı da belirsizdi. Aslında bu kadar ulaşılamaz olup sisin içimizde, düşüncelerin gözlerinde yayılmasını anlamak zordu. Gözlerimiz kapalıyken bile, o ağacın tepesindeki yeşil pervaneler gibi dönen kanatlarını, parıltılarının frekansını hissediyorduk.

Bir gün, ağacın en üst dalına iri siyah gözyaşları olan bir kuş, Juyatub kuşu, uçmak isteyince tedirgin oldu ve kaçtı. Uçmaktan iyice sersemleşen Juyatub kuşu, perinin terk ettiği yuvaya iri siyah gözyaşlarını, olgunlaşmış yumurtalar olarak bıraktı. Peri uçarken şekli değiştiğinden vücudunu kimse anlayamadı. Gözlerine bakabildiğini söyleyenler orada sadece kendi yansımalarını görmüşler. Ama kimse yerini bilmediğinden belki de metronun karanlıklarına gitmişti. O gittiğinden beri gökyüzü giderek bize yaklaşıyordu. Soluklarından oluşan sisler daraldıkça gökyüzü bir kâbus gibi üstümüze çöküyordu. Genellikle iki düşünce arasındaki karanlık geçişe yemekler bırakırdı. Onun yemekleri sadece düşünceyi besliyor ama asla yetmiyordu. Susunca düşünceler duruyor, gülünce düşler canlanıyordu. Bizi bu kadar etkilemesi ama onu görememek canımı yaktığından aşağıya doğru yürümeye karar verdim.

Güneş battıktan sonra uyandığımdan sadece odamdaki güneş resmine bakabildim. Monet’nin güneşi yeterdi zaten. Odayı ısıtmıyor ama resmi sıcacık yapıyordu. Gerçek güneşin de sadece bir leke olmasına çok az kalmıştı. Üstelik sergileyemeyecektik. Ölülerin anısından çekip alamayacağımızdan bu soğuk lekeyi hiç hatırlamayacaktık. Sokağa çıktım. Karanlıkta arabalar geçiyor, bazıları durup bir şeyler söylüyordu. Gökyüzü yaklaştıkça yağmur damlaları daha çok acıtıyordu. Belki birkaç saat içinde toprağa yaklaşacak ve metro insanların akınına uğrayacaktı. Elbette önce gözyaşı yumurtalarına çarpacak ya yok edecek ya da sisten kurtaracaktı. Sisin dışında bir yaşam var mıydı? Bunu da Tanrı var mıdır sorusunun yanına, transandantal deneyimin içine koyuyorum. Bunları düşündükçe metroya koşsam mı yoksa biraz daha sokaklarda oyalansam mı bilemedim. Artık düşüncelerimiz de kuruyor ve aralarına bir yemek bırakılmıyordu. Gökyüzünün düşmesiyle Juyatub kuşu, batan güneşle perinin saydam kanatları, sokakta olmamla evde olmam arasındaki bağlantı kopuyordu.

Bir sürü dükkân, tabela, kaldırım çizgisi, karşıya geçenler ve evsiz insanlar gördükten sonra metroya attım kendini. Arkamı döndüğümde çok uzaktaki ağacın tepesini hayal ettim. Belki de gökyüzü önce iri siyah yumurtaları kıracaktı. Boşluğu saran gözyaşı yumurtaları bir ağrıyı çekip alacaktı yaşamın içinden. Metronun girişinde annemi gördüm. Hızlı hızlı eve ya da başka bir yere dönüyordu. Beni görmedi. Seslendim ama cevap vermedi. Yolunu kestim. Gülümseyip sarıldı. Hemen eve dönmemi, geç kalmamamı söyledi. Tamam dedim, endişeli gözlerine. Sonra babamı gördüm. Bana kuşkulu baktı. Ne yaptığım sorusuna cevap beklemeden metronun inşasını beğenmediğini söyledi. Bana oyalanma gibi bir şey söyledikten sonra çıkışa yöneldi. Belki orada beklerdi, ama büyük ihtimalle kafasındaki haritada izlemesi gereken bir yol vardı. Biraz daha ilerledim. Erkek kardeşim hızlı hızlı bir yerlere yetişiyordu. Eliyle selam verip geçti. Davranışını anlamaya çalışırken ilkokul arkadaşımı gördüm. Fakat çok konuşacak bir şey olmadığından metroya yetişmem gerektiğini söyledim. Yoluma devam ederken onun tanıdığım kişi olamayabileceği ihtimali aklıma geldi. Dalgın dalgın gidiyorken lise arkadaşım beni durdurdu. Piyanistin resitalinden çıkmıştı, mutluydu. Güzel bir işe başlamıştı, evlenmişti ve neşeliydi. Çok fazla insan gördükçe trene hiç gidemeyeceğimi sandım. Lise arkadaşımla gökyüzünün durumunu unutarak buluşmak için plan yaptık. Tabi ki de görüşmeyeceğiz. İlerledikçe son metrodan çıkanlar arasında sıkışıp kaldım.

İnsanların sıkıştırmasından adım atamıyordum ki sevgilim beni aralarından çekip çıkardı. Bu zor anda gelmesi bir tesadüf müydü? Kalbim çarparken onu öptüm. Gözlerimden anlamış olacak ki “Gökyüzü yeniden yükselecek sevgilim. Sadece bir göz yanılması bu” dedi bana. “Tıpkı çay kaşığının kırık gözükmesi gibi.” Sarıldım ona. Biraz beraber yürüdükten sonra durdurdum ve eve gitmesini, beni beklemesini söyledim. Aşkımın ağırlığını azaltarak gitti. Kartımı bastım ve varlığı anlamsız bir çizgi oluşturan turnikelerden geçtim. Bir kere aşağıya doğru yürümeye karar vermiştim. Geri dönmemi sağlayacak bahaneyi düşünürken metronun kafamı karıştıran girişlerinde kayboldum.

Sonsuz yönlü, yeşil kanatlı Peri, metronun derinliklerinde yolunu bulabiliyor muydu? Gökyüzü uzaklaşıyordu herhalde. Çünkü her yer ıssızlaşıyordu. Ama karanlıkta gökyüzünün yaklaştığını görebilirler miydi? Belki yaklaştıkça uzaklaştığını sanıyorlardı. Çay kaşığı palavrası vardı bir de. Neden gözümüz yanılsın? Sevgilim de korkmuştu ama işte kendince beni teselli etti. İnsanlar pencerede karanlığın silinişine bakıyordu herhalde. Trene doğru gittikçe tek bir görevli bile kalmadı. Beş dakika sonra tren gelecekti. Biliyordu çıkacağını. Gözlerini gösterecek ve soluklarıyla sisi büyütecekti. Belki de tüm vücudu eriyip dünyaya yetecek bir sise dönüşecekti. Kendisini feda edebilirdi, ben feda edecektim.

İki dakika sonra tamamen ölebilirdim. Sisin içinde bir ölüm, tanıdık bir ölüm. Tepede başlamış, kökte sonlanacaktı. Metronun raylarından sular yükselmeye başladı. Dizlerime geldi sular. Bir dakika sonra belime gelir ve ben hem ezilir hem boğulurdum. Önce ezilirdim ama. Kendimi tam beş saniye sonra atacaktım. Gözümü kapatmak istedim, olmadı. Önümde kapı açıldı. Fos sesi. Bütün bir insan topluluğu kapının arkasında durmuş, bana bakıyordu. Sürpriz bir doğum günü partisi ellerinde pastalar, maytaplar aradım. Yüzlerinde var olduğum için mutluluk değil; fakat sürprize yeterince şaşırıp şaşırmadığımı inceleyen o merak vardı. Adımımı atınca hep beraber başka bir dünyaya mı gidecektik? Metrodan çıkmak, gökyüzünü beklemek ve yeryüzüne koşmak istedim. Ama gözlerimi bile kapatamadım.

Göz kapaklarımdaki kirpikler gibi taşıdığım bu insanların arasına karıştım. Kirpikler gibi boşluğa düşüyorlardı. Birini tutmak, varlığından emin olmak ve basit dilek oyununu oynamak istedim. Son durakta tam yitmeden önce birini yakaladım. Tanıdık kahverengi gözleri vardı. Kirpiğe üfler gibi yüzüne üfledim ve zamanın iyileşmesini diledim. Güneşin ısıtmaya devam etmesini, gökyüzünün ardındaki büyük yolu aşabilmesini. Gözlerimi kapatamadığımdan her şeyi görüyordum. Dileğin gerçek olduğunu da.

Karanlıkta indim. Büyük ağsı karanlık. Hep ait olduğum yer. İşte yine uzaktan geliyordu. Sıcak, güvenli. Çatlaklardan giriyor ve içeride sonsuza kadar dönecek. İnsanların izleri vardı ve kanatların üzerinde izler, renkler ve sesler titreşip birbirine karışıyordu. Karanlık sanki güneşle uzlaştı ve burada görülecek hiçbir şey kalmadı.

Helin Jignore

Helin çocukluğunda edebiyatla tanıştığından beri düz insan ilişkilerine karşın bitmek bilmeyen sayfaların arasında. Şiirlerini dünyayı tekrar okumak için yazıyor. Yazma yolculuğuna altı yıl önce başladı, Beşiktaş’ta yaşıyor.