Toprak yolun iki yanına dizilmiş yirmi haneli dağ köyü Köyye alışılmadık bir misafiri ağırlıyordu. İri bir katırın çektiği arabasında yaşlı büyücü, arabasının etrafında koşuşturup heyecanla, neşeyle bağırışan çocuklara aldırmadan ilerliyordu.
Büyücünün bir kucak sakalı vardı. Sivri şapkasını güneşe karşı siper ediyordu. Ağanın evinin önünde durup, arabasından indi. Arabadan aldığı asaya dayanarak çamurlu yolda bata çıka yürüdü. Kahya onu karşılayıp buyur ederken, köyün girişinden oraya kadar büyücünün arabasını takip eden köy çocuklarının cıvıltısını da azarlayarak kesti.
Büyük burunlu büyücü buna pek aldırmıyor gibiydi, ama çocukların bağırış çağırışının bitmesine memnun olmuştu. Ağanın nispeten büyük evinin avlusuna girdiler.
Ağa onun için bizzat bir koyun kesti. Yemekler pişirildi. Koku avludan taşıp bütün köye yayıldı. Köyün bir deri bir kemik çocukları duvarlara tırmanıp ziyafeti izlemeye koyuldular. Bir tek büyücü bütün koyunu yiyecek değildi ya? Onlara da bir şeyler düşerdi elbette!
Kimse büyücüye bu köye neden geldiğini soramıyordu. Büyücülerin işleri kendilerine özeldi. Zaten sıradan insanların yüzüne bakmazlardı ya, bakıp anlatsalar da, insanlar onların niyetlerini yine de bilemezdi.
Fakat sus pus oturmak da olmazdı. Ağa davul zurna çaldırdı. Fırsatını bulan çocukların da katıldığı halaylar çekildi. Avlu doldu taştı. Ayaklar aynı anda yere vurdukça sanki yer sarsılıyor, etraf toza dumana kapılıyordu.
Büyücü bir tütün sarıp içmeye koyuldu. İnsanları ifadesiz bir yüzle izliyordu. Ağa onu memnun edip edemediklerini bilemedi. Daha çok çalın, daha çok oynayın diye emir verdi. Baktı ki büyücüden tepki yok. Bir de keçi kestirdi. Bütün köylüye dağıttı. Büyücü tek Köyye Köyü’ne bereket getirmişti. Güneş gökyüzündeki yolcuğuluğunun çoğunu bitirmişti artık.
Ağa büyücünün yüzünde gülümsemeye benzer ilk çatlağı gördüğü anda, yanaştı ona.
“Bir maruzatım olabilir mi muhterem büyücü?” dedi, bir ağaya hiç yakışmayan yaltaklanır tonda.
Büyücü hiçbir şey söylemedi yalnız başını salladı.
Ağa başladı büyücüyü methetmeye.
“Yücelerin yücesi, yıldızların lisanını bilen; hem bilen hem de konuşan, yerin dibindeki şeytanların fısıltılarını bile duyan, masumları onlardan koruyan, aslan yürekli büyük arif! Sen ki, olmazı oldurursun, düşmüşü kaldırırsın. Bu köyün şifası da sendedir büyücü efendi!”
“Buraya bunlar için gelmedim ağa,” dedi büyücü. Çatık kaşlarının altında gözleri mavi kıvılcımlar gibi parladı.
Ağa hemen sindi. El pençe divan durup, “Sizden fazlasını kimse bilemez büyücü efendi,” dedi ve sustu.
Büyücü eteklerini topladı. Avludan çıktı. Neredeyse bütün köy peşine takılmıştı. Diğerlerinden pek de farklı olmayan saz damlı, kerpiç bir evin önünde durdu. Tütün sigarasından derin bir nefes çekti. Evin kapısına üfledi.
Yoğun gri bir duman kapıyı sardı sonra da dağıldı gitti. Büyücü memnun olmamıştı. Burnunu çekti, gidip bir sonraki evin kapısına sigarasının dumanını üfledi. Yine bir şey olmadı.
Üçüncü, dördüncü beşinci ve altıncı evlerin kapısına da üflerken, köyde dedikodu üstüne dedikodu döndü.
Milletin yarısı, büyücü o evleri lanetledi, artık o evlerde oturanlar iflah olmaz derken; diğer yarısı o evlerde oturanların başına talih kuşu kondu, diye laf çıkarıyordu.
Ağa bile az uzakta durmuş, büyücü gittikten sonra o evlere el mi koysam yoksa yaktırsam mı diye düşünüyordu.
Bütün yağcılığı boşa gittiği için, sinirliydi.
Kendi kendine mırıldanıp duruyordu. “En yüceymiş de, bilmem ne! Seni yer cücesi seni! Yıldızların da lisanını bilirmiş. İnsan lisanından haberi yok deyyusun. İki laf etmeye gelmedi! Şeytanların fısıltısı bizzat bunun dudaklarından gelir zaten! Nasıl bu dilim kuruyup toz olmadı ağzımda! Aslan yürekliymiş. Düşmüşü de kaldırırmış da… düşmüşe? Bir tekme de bu vurmazsa, şerefsizim!”
Büyücü yedinci evin kapısını üflediğinde tütün dumanı dağılmadı. Kapıyı yağ gibi kapladı.
“Nihayet!” diye homurdandı büyücü. Yedi çocuklu Ha’an’ın eviydi burası. Diğerleri gibi sıradan bir evdi. Henüz ev halkından kimse açlıktan ölmemişti ama, hastalıktan iki kızı daha iki yaşını göremeden göçmüştü.
Duman sonunda kapının ortasında toplanmaya başladı. Mat bir ışıkla yanıyor gibi görünen duman yoğunlaştıkça parladı ve nihayet bir yazıya dönüştü.
Büyücü tatmin olarak başını salladı. Köylüler afallayıp birbirine bakındı. Ağanın okuma yazması vardı, ama o da kapıdaki parlak dumandan işaretin ne olduğunu bilemedi.
Büyücü asasının sapıyla kapıya vurdu. Ha’an kapıyı açtı. O kapıyı açar açmaz, kapıdaki duman yazısı kayboldu. Ha’an karakuru esmer bir adamdı. Güneşe karşı gözlerini siper etti. Kapısına gelenin büyücü olduğunu, bütün köyün arkasında olduğunu görünce afalladı. Hayvan otlatmaktan yeni döndüğü için büyücü geldiğinden beri dağıtılan ziyafetten, çekilen halaydan haberi olmamıştı. Büyücüyü buyur etti. O da içeri girip kapıyı örttü.
Ha’an büyücü için divanı gösterdi. Adam geçip babasının yeri gibi oturdu. Gözlerini ayakta kalan Ha’an’a ve odadaki çocuklara dikti. Ha’an’ın karısı Künbe kahve getirinceye kadar büyücü sabırla bekledi.
“Altı erkek kardeşin varmış,” dedi büyücü ev sahibine bakmadan. Gözleri çocukların üzerindeydi.
Ha’an cevap veremedi. Büyücü gözlerini adama çevirince, Ha’an’ın yüzü iyice soldu. Titremesinler diye ellerini birbirine kenetlemişti ama, yerinde de duramıyordu. Devamlı sağ bacağını sallıyordu. Başıyla onayladı.
“En küçükleri de sensin. Yani sen babanın yedinci oğlusun.”
Başını salladı adam yine.
“Senin de yedi oğlun olmuş.”
“Ağam…”
“Ben ağa değilim.”
Ha’an etrafına bakındı. Sanki çenesinin anahtarını arıyordu.
“Ben… benim…”
“Konuşsana be adam,” diye azarladı büyücü. “Bunlar senin çocukların mı? Hangisi yedinci?”
Ha’an korkuyla ciyakladı. Bakışları büyücünün gözleri hariç her yeri, herkesi gezdi.
“Benim,” diye ciyakladı küçük bir çocuk. On yaşlarındaydı. Saçları karman çorman, yüzü kir pas içindeydi. Büyücü çocuğu bakışlarından tanıdı. Bunlar sıradan insanların bakışları değildi. Koyu renk gözlerde keskin, insanı tartan, zeki parıltılar… Köyde kimse böyle bakmamıştı büyücüye. Hepsi korkuyla, ağa ise aç gözlülükle bakmıştı. Bu çocuksa dürüst bir merakla ve cesaretle bakıyordu. Korkmuyor değildi, ama içinde korkudan daha güçlü bir şey yükseliyordu.
Büyücü memnun oldu.
“Baban kendi babasının yedinci oğlu. Sen de kendi babanın yedinci evladısın. Bu ne demek biliyor musun? Yedinci oğlun yedinci oğluna ne olur?”
“Büyücü mü olur?”
“Kendine bir öğretmen bulabilirse!”
“Bana öğreteceksin değil mi? Bunca yolu geldiğine göre?”
Büyücü bıyık altından güldü. Burada bir cevher bulmuş olabilirdi.
“Senin adın ne, evlat?” diye sordu.
“Kiki.”
Büyücü bir an bu ismi tarttı. Babasına dönüp, “Kiki kız ismi değil mi yahu?” dedi.
Ha’an olduğu yere çöktü.
Sessiz kulübeden haber almaya çalışan insanlar evi ablukaya almıştı. Kendi aralarındaki fısıltıları artık homurdanmaya dönmüş, büyücünün neden buraya geldiği üzerine ateşli tartışmalar çıkmıştı. En doğrusunu kendilerinin bildiğine dair şaşmaz inançlarıyla, komşuların yumruklaşmalarına ramak kalmıştı.
Evden korkunç bir kükreme duyuldu. Yakındaki kuşlar havalanıp kaçtılar. Yüreği sağlam olmayanlar kendilerini uzaklara fırlattılar. Köyü aşıp, ormana vuranlar bile oldu.
Kapı savrularak açıldı. Menteşeler zor dayandı. Büyücü hışımla fırladı dışarı.
“Nerede görülmüş efendim!” diyordu. “Yedinci oğlun yedinci oğlu olur. Kızı olmaz. Kız olmaz!”
Kız peşinden dışarı çıktı. Gün ışığında daha çok kıza benziyordu. Büyücü burnundan soludu.
“Bana öğretmeni istiyorum,” dedi kız büyücünün peşinden koşarak. “Bu benim hakkım!”
“Senin hiçbir şeye hakkın yok!” diye bağırdı büyücü arkasını dönüp. Sonra kerpiç evleri kucaklar gibi bir hareket yaptı. “İşte senin hakkın bu! Burada kalacaksın.” Sonra yeniden arabasını bıraktığı yere doğru yürümeye başladı.
“Ben koyun sağmak istemiyorum!” Kız da peşinden koşar adım geliyordu.
“Biri koyun sağmak zorunda! Yoksa bütün dünya kahveyi sade içmek zorunda kalır!”
“Evlenmek de istemiyorum!”
“Öyleyse doğru yoldasın. Bu çene hiç durmasın! Kimse seni almaz!”
“Ahır temizlemek de istemiyorum!”
Büyücü asasına dayanarak düzensiz yolda arabasına doğru hızlı adımlarla yürüyordu ki, durup kıza döndü. Derin bir nefes aldı.
“Senin neyi istemediğin beni ilgilendirmiyor!” dedi sakince. “Hepimiz istemediğimiz şeyler yapıyoruz.”
“Ya istediğim şey?” dedi kız.
“Ne istiyorsun,” dedi büyücü bezgince. “Bir saray mı? Fil dişi bir kule? Altınlar? Güçle her istediğini yapmak? Herkesin ağzının içine bakması? Hayır, büyücülük böyle bir şey değildir! Büyücülük ağır iştir. Hiçbir getirisi yoktur. Kızlara göre değildir.” Kızın gözlerine baktı. Orada, akmayan gözyaşlarının arkasında gördüğü şeyden bu soruyu soracağına pişman olacağını biliyordu, yine de sordu. “Ne istiyorsun, Kiki?”
“Senin gibi bir büyücü olmak istiyorum ki, geri dönüp köyümü dokuz tane ateşten dili olan kara ejderhadan koruyabileyim. Kendim için bir şey istemiyorum. Köyümü kurtarmak istiyorum.”
Etrafta saklanan köylüler birer ikişer başını çıkarmaya başlamıştı.
“Ejderhayı öldürmek istiyorsun?”
“Evet.”
On yaşında bir kız, diye düşündü büyücü.
Ağabeyleri peşinden gelmişler, arkasında duruyorlardı. Biri kızın omzundan tutup çekti.
“Gir içeri kız,” dedi. “Büyücüyü rahat bırak!”
Kız ondan kurtulup iki adımda büyücünün yanında bitti. Büyücüden yarım metre daha kısa olmasına rağmen göz göze gelmeyi başardı onunla.
“Öğret bana!” dedi sesi emrediciydi, ama gözlerinde yalvarış vardı.
Büyücü asasına tutunarak diz çöktü. Bir elini kızın omzuna koydu.
“Büyücülük zordur, Kiki. Anlatıldığı gibi, bir elin yağda bir elin balda yaşamayacaksın. Büyük olasılıkla yakılacaksın! Bir gün saraylarda rahat edemezken, ertesi gün kendini bir ahırda bulacaksın. Yağmur, kar, fırtına, canavarlar ve başka… başka büyücüler canına okumaya çalışacak!”
“Yani bana öğretecek misin?” Kız büyücünün boynuna sarılmak üzereydi.
Büyücü kızın omzu üzerinden boşluğa baktı. Sanırım yakılmayla ilgili kısmı tam olarak anlamadı, diye düşündü.
“Evet, en azından…”
Kız gerçekten büyücünün boynuna sarıldı. Adam ayağa kalkmaya çalışırken beraber tozlu yola devrildiler.
“Ah! Çekil üstümden!” diye bağırdı büyücü. Kız utanarak çekildi. Ayağa kalktıklarında ihtiyar büyücü bıyık altından gülüyordu.
“En azından deneyeceğim!” dedi büyücü üstünü başını silkeleyerek arabasına yürürken. “Eşyalarını hazırla.”
Kiki’nin büyücüye çırak gideceği kulaktan kulağa yayıldı. Duyulmuş şey değildi. Bir kız büyücü çırağı olacak!
Büyücü uzaklaşınca köyün ağası derhal Ha’an’ın evine gitti.
“Ulan kör olası!” dedi adama. “Ulan pezeveng! Sen utanmıyor musun kızını elin adamının yanına çırak vermeye!”
Ha’an utanıp sıkılarak karşısında durdu ağasının.
Ağa verdi veriştirdi. Kızların büyücü olamayacağını anlattı; kız evladın babasının evinden ancak kocasının evine çıkabileceğini anlattı; büyücülerin güvenilmezliklerini anlattı.
Boynu bükük Ha’an, “Elden ne gelir ağam?” diyebildi. “Büyücüye ben sana kızı vermiyorum diyemem! Kim bilir ne eder bana! O zaman bu kalan altı yavruya kim bakar? Hem sade bana değil, bütün köylüye lanet indirir! Tosunların gözü çatlar, kuzular boğulur…”
Ağa okkalı bir küfür ederek, bir tokatta yere yıktı Ha’an’ı. Belki zavallı daha çok dayak yememek için kendini yere atmıştı.
O sırada arka odadan elinde bohçasıyla Kiki çıkageldi. Sıkı sıkı sarılmıştı elindeki sarı bohçaya.
Ağa kızın yolunu kesmek için kapıda durdu. Yanında namı ağasından beter çıkmış olan has adamı kahya vardı. Ağası vur derse, o öldürürdü.
“Sen nereye kız!” dedi ağa. “Köyden kahpe çıktı mı dedirteceksin ele güne?”
“Ben büyücü olacağım!” dedi kız hışımla. “Büyücü bana bir ders verdi bile!”
Ağa tereddüt etti. Büyücü diz çökmüş kıza fısır fısır bir şeyler anlatırken o da az öteden izliyordu. Acaba, ne şeytanlık öğrenmişti sakalına sıçtığım ihtiyardan!
Ağanın gözü korkmuştu ama, bu bacak kadar kızın karşısında geri adım atmak ağanın şanına yakışmazdı.
Kiki bohçasını diğer eliyle tutup, sol elini kaldırdı. Ağa o el başını uçuracak bir kılıçmış gibi nefesini tuttu.
Kız ufacık parmaklarını ağanın suratına doğrultup, hafifçe hareket ettirerek bir şeyler fısıldamaya başladı.
Ağa dehşete kapıldı. Geri geri kaçıp menzilden çıkmak isterken, ayağı eşik taşına takıldı. Sırt üstü yuvarlandı evin önüne. Korkuyla haykırdı.
Kahya ağanın üstüne basarak fırlayıp en yakın evin duvarının ardında kayboldu. Kahya karnına basınca, ağanın nefesi kesilmişti. Kiki kikirdeyerek geçti yanından. Koşup büyücünün arabasında beklediği yere vardı. Bohçayı arkaya bıraktı. Arabanın etrafında toplanan çocuklarla vedalaştı.
“Büyücü olur olmaz, geri geleceğim çocuklar,” dedi. Sanki kendi artık çocuk değilmiş gibi. “O dokuz tane ateşten dili olan kara ejderhanın benden çekeceği var!” Çocuklar gülüştü.
Tombik bir kız çocuğuna sarıldı. Uzun boylu zayıf bir kızın da tam burnunun ucunda durdu.
“Sakın arkamdan, Kiki orospu oldu diye laf çıkarma Ene!” dedi. “Benden çok sen üzülürsün.” Ene’nin yüzündeki ikircikli ifade, bir korku perdesiyle örtüldü. Tatmin olan Kiki geri dönüp arabaya çıktı, büyücünün yanındaki yerini aldı.
Büyücü ciddi yüz ifadesini hiç bozmadan katırını dehledi. Köyden çıkana kadar ikisi de tek laf etmedi.
Sonra büyücü, gözleri ileride dalmış, konuştu.
“Kiki, ben artık senin ustanım.”
“Evet usta.”
“Sen zeki bir kızsın. Öyle olmasan yedinci kız değil, yetmiş yedinci oğlan olsan seni yanıma çırak diye almazdım. Şimdi söyle bana. O dokuz tane ateşten dili olan kara ejderhanın gerçek olmadığını biliyorsun değil mi?”
“Biliyorum usta,” dedi kız gözlerine ulaşmayan bir gülümsemeyle. “Köylüleri korkutup malına davarına çökmek isteyen ağanın uydurması o dokuz tane ateşten dili olan kara ejderha. O yüzden büyücü olmamı istemedi. Dönüp de foyasını ortaya çıkarmayayım diye.”
Büyücü gülümsedi. Gün batımına doğru arabayı sürdü. Etraftan börtü böcek ve bülbül sesleri geliyordu.
“Usta,” dedi kız minik bir derenin yanından geçerlerken. “Bizim o dokuz tane ateşten dili olan kara ejderha gerçek değil.”
Adam hıhladı.
“Peki,” dedi kız. “Hiç ejderha diye bir şey var mı?”
Adam sessiz kaldı.
“Gerçekler mi?” diye ısrar etti kız.
“Sizin o dokuz tane ateşten dili olan kara ejderha gerçek!” dedi büyücü bu defa kararlılıkla kaşlarını çatarak. “Sizin ağanın köyün üstünde uçan gerçek bir canavardan ne farkı var? Herkesi sindiren, korkutan, sömüren… Sadece onun için yaşayıp ölün diye sizi dünyadan koparmaya çalışan ağanın, dokuz tane ateşten dili olan kara ejderhadan ne farkı var? Okumayı öğrendiğinde Kiki… Büyücü olduğunda, geri dönüp o ejderhayı öldürmek ve halkını kurtarmak senin görevin olacak!”
Henüz yorum yok. Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.