Öykü

Zihin Dokusu

Abdi: Hoca, öğretmen, bilge, üstat, düşünür, yüce… belki de her şey.

Bugün, Abdi’yi görmeliyim.

Uçurumun kenarındaki yaşadığı eve gittim günün son demlerinde. Dağın en tepesine, canım çıkana kadar yürümem gerekirdi her seferinde; ama buna değerdi. Sonunda, güneş kızıllığının doruklarındayken tırmandım dünyanın en yukarısına. Bakakaldım yalnızlığa sebat etmiş kulübeye.

Yürüdüm de yürüdüm. Kapının dışarısını, sundurmanın birkaç metre uzağını gözlediğimde Abdi’yi gördüm. Yerde çömelmiş oturuyordu fakat bir terslik vardı; kulübenin kapısı açıktı ve kan izleri Abdi’nin mıhlandığı yere kadar onu takip ediyordu. Hızlı adımlarla Abdi’nin yanına vardım. Gülümsemek onu bitkin dürüşüyormuş gibi bir tavırla gülümsedi. Bakışları yakarırcasınaydı.

“Hoş geldin, Partal,” dedi Abdi acı bir tebessümle.

Baktım, gördüm. Bir daha baktım, yine gördüm. “Ayağına ne oldu be adam!” diye haykırdım, sesim uçurumun derinliğine çekilirken.

“Kestim, Partal.” Sesinde, sanki bir arabanın uçabilmesi normalmişçesine sükunet dolu bir dinginlik vardı.

“Niçin!”

Gözleri uzaklara daldı. “Ondan vazgeçmek için.”

Zihnimi sakinleştirdim. Paniği üzerimden def ettim. “Kendini zincirleyebilirdin, Abdi.”

Şimdiki tebessümü acı dolu değildi. “Denedim. Dışarı fırlattım anahtarı, bir yolunu buldum fakat zincirlerden kurtulmanın. Düşündüm ayağımı kesmemin doğru olacağını; lakin sürünerek vardım ona ulaşmanın sonucuna.”

İnsanın aşk için neler yapabileceğini biliyordum, ama aşktan vazgeçmek için neler yapabileceğini düşünmemiştim.

Belimdeki silahı çıkarıp Abdi’ye uzattım. “Seni durdurabilecek tek engel, ölüme sığınmaktır.”

Silahı elinde gezdirirken öylesine süzdü. “O, o zaman ben olmadan yaşar, Partal. Ben olmadan hayatını idame etmesini istemiyorum. Başkasını sevebilir, ama hayatı ben olmadan yaşayamaz. Bunu kabul edemem.”

“Şimdi ne olacak?” diye sordum.

Silahı iade etti. “Sızıntıdan düşen gün ışığını takip etmeliyim; bugün olmaz, Partal. Tinimde zaruret eyledim bugün. Eylemeliydim de. Bana teşne duygularla geldin, biliyorum; ama bugün kendime ayırdığım tek gün, olmaz bugün kendimden uzaklaşmanın bir yolu, Partal.”

Kendini acı içinde sürüklerken onu sadece içtenlikle izledim.

Ya aşkından vazgeçmek için aşkına doğru sürünen ben olsaydım?

Abdi’nin kulübesine adımımı attım; o sürünmeye devam ederken üzerine kapıyı örttüm. Ahşaptan yapılma bir kulübeydi; yatağı olmayan, teknolojik alet barındırmayan, dört bir yanı kitaplarla yığınmış, sade, dağınık yalnız bir oda. Kulübenin tam ortasında yer alan köhne koltuğa yaslandım ve içine doğru birazcık gömüldüm. Kanla banyo eden zemine göz gezdirdikten sonra yanımda duran tabağa baktım; yarısı yenilmiş taze torik vardı. Tabağı ahşap zemine bırakıp birazcık kestirmenin iyi olacağını düşündüm. Kulübeye göz gezdirdiğimde Abdi’nin anlatısında tutarsızlık olduğunu sezdim. Ayaklandım ve kapısı yere serilmiş kulübeyi aştım. Abdi’nin yanına vardım. Abdi toprakla karışmış kanlı elleriyle duraksayıp nefeslendi.

“Ayağın nerede?” diye sordum.

Kafasını birkaç metre uzağımızdaki derinliğe çevirdi. ”Aşağı attım.”

İçimdeki şaşkınlık daha çok meraklanmamı sağladı. “O niçin?”

“Geri dönüp ayağımı dikmeyi denedim.”

“Yani,” dedim, ”sürünerek gidebileceğini biliyordun?”

Başını hafifçe sallayarak onayladı.

“Ne sebeptendir ayağını dikmedin?”

“Çünkü,” dedi bilgece bir tebessümle, ”benim için ulaşılmasının imkansız olmasını istedim.”

Kaşlarımı çattım. Ne demek istediğini her zamanki gibi tam olarak idrak edememiştim. “Kendine karşı ziyankâr olduğun için mi?”

“Düşledim çünkü

Ulaşılamaz aşkın eşsiz

Çaresizliğini.”

Onu orada bırakıp tekrar kulübeye yol aldım.

Yine Abdi’yi anlamlandıramamıştım. Seviyor muydu? Yoksa sevmiyor muydu? Vazgeçmek için elinden geleni yapıyor muydu? Yoksa ona olan aşkını olabildiğince yüceltme uğraşı mı veriyordu?

Uyudum. Bir rüya gördüm o koltukta; arabayla ilerliyordum ben dışında kimsenin yol almadığı bulutların arasında; varacağım durak uçurum, biliyorum, görüyorum; o yolun üzerinde arabayı kullanmak ne kadar normalse, uçuruma karşı arabaya kullanmanın da aynı derecede normal olduğunu hissediyorum. Duraksamadan, hız kesmeden sürüyorum. Vardım. Dışarı baktım; sonsuz uçurumun üzerinde arabamla süzülüyorum; gözlerimi pedalların üzerindeki ayaklarıma çevirdim, ama altımdaki araba göç edip gitmişti. Koşuyordum derin boşluğun çıplaklığında. Yukarıya baktım; küreğin üzerinden ıslak toprak süzülüverdi suratıma. Engel olmak istedim fakat karşı koyulamaz istenciyle sarınmış bedenim. Ruhumu hapseden et parçası, kucak açan toprak tarafından yutulurken bana bakan sahte yüzleri gördüm.

Uyandığımda Abdi’yi ayağımın ucunda kitap okurken buldum.

“Sen!” Hayretle çığırdım. ”Sürmüyorsun kendini ebediyetle lanetlediğin aşkına! Sapasağlamsın be adam!”

“Değilim,” dedi kafasını usulca iki yana sallarken. ”Vücudum sağlıklı bir insan kadar anormal, zihnim bir akıl hastası kadar normal.”

Gözlerimi ovuşturdum, mahmurlukla doğruldum ve gerindim. “İlginç bir rüya gördüm, Abdi.”

Abdi sözlerimi küçümsercesine çarpık bir gülümseme bahşetti. “Rüyaları ilginçleştiren zihnimize dolanmış mümkünlük algısından ibaret,” dedi vakar duruşunu hiç bozmadan. “İlginç olan mümkünlüğün ta kendisidir.”

Keremcan Meral