“Yoktan Yonga Koparacaksın!” – (Kıtlık Ekonomisinin Kutsal Kitabı- 3. Emir)
Edip Bey’in emektar kemikleri epey ısınmıştı. Güneş banyosu salonunu dolduran diğer ihtiyarlar gibi aldığı keyiften utandığını belli ederek gerindi, pes perdeden ölçülü bir memnuniyetle mırıldanan ihtiyarlar korosuna katıldı.
Eski dostumuz güneşin kuduruk, ölümcül ışınları Yuva’nın çatısındaki çelik camlardan süzülüp bir güneş banyosunun tatlı huzmelerine dönüşüyordu. “Hayattan daha ne isteyebilirim ki?” diye düşündü Edip Bey. “Yuva”da nefes alıyorum, yiyecek protein bulup güneşleniyor hatta eğleniyorum bile.” Şu an sürdüğü keyfin, tadına tam varamadan yarıda kesileceğini biliyordu; zil çalacak ve güneş banyosu için sırada bekleyenlere bırakacaklardı yerlerini. Günışığının bol olması onu har vurup harman savuracağınız anlamına gelmiyordu. Kural kesindi: Yuva’da hiçbir şeye doyamazdınız. Edip Bey bunu anlıyor ve kabul ediyordu. Uslu bir çocuk, akıllı bir öğrenci, sadık bir vatandaş ve koca olmuştu hep. Doymak tehlikeliydi. Kıtlık Ekonomisinin Kutsal Kitabı böyle buyuruyordu. Bir kere doygunluğun tadını alan gövde hep doymak isteyecek ve açgözlü iştahla lanetlenecekti. Eski dünyayı tüketen bu lanet değil miydi? Yuvaları kuran bir avuç akıllı adam olmasaydı, insanoğlu yeryüzünde nefes alacak, yiyecek, yatacak yer de bulamazdı. Yuvalar yeryüzü cehenneminden kurtarılmış küçük cennet parçalarıydı. Edip bey zihnine çocukken kazınan Yuva Marşı’nı mırıldanıyordu:
“Yu-va, yu-va
Çölün ortasın-da
beton, çelik ve camdan bir va-ha
Yu-va, yu-va…”
Elbette bu cennette yaşamanın bir bedeli olacaktı. Eski dünyanın doyumsuz insanları kaynakları oburca tüketmiş, kendilerinden sonraki nesilleri açlık doktrinine mecbur etmişlerdi. Ellerindeki kaynağı kıt kanaat kullanmazlarsa kendilerinin yaşayacağı akıbetin de benzer ya da daha fena olacağı belliydi.
Yanıbaşında sessizce güneşlenen kırk yıllık hayat arkadaşı Büşra Hanım hafifçe iç geçirerek varlığını hatırlattı. Edip Bey şefkatle eşinin cılız gövdesine döndü, nasıl da solgundu, “Perhize biraz ara versen…” bunu kaç kere onu incitmeden, nazikçe söylemiş ama her seferinde sessiz ve güçlü bir dirençle karşılaşmış sonunda onu uyarmaktan vaz geçmişti. Paylaşmasa da Büşra hanımın inançlarına saygı duyuyordu ama bu saygı eşiyle sınırlıydı. Hayat arkadaşıyla arasına giren bu tuhaf tarikattan hiç hazzetmiyordu. Öfkeyle, küfreder gibi tısladı: “Yoksuzlar!” Anında pişman oldu, duyarsa kırılırdı, ayıbını hafifçe öksürerek örtmeye çalıştı. “Daha ne isteyebilirim ki?” Sadece eskisi gibi hayatın küçük tatlarını eşiyle paylaşmak, aralarındaki sessizlik duvarını aşıp ona ulaşmak istiyordu. Yüzünü buruşturdu; yaşadığı keyfi, hayat arkadaşıyla paylaşamamak tadını kaçırıyordu. Büşra Hanımın mensubu olduğu Yoksuzlar tarikatı, kelimelerin israfını yasaklıyordu. İşte bunu anlamıyordu Edip Bey; “Kelimeler yahu! Her şeyi anlarım; yiyecek, güneş, eğlencede israfa gitmeyelim ama kelimeler… Bunlar aşırıya gidiyor.” Sessizlik orucundaki Büşra Hanım bu itirazlara karşı hafifçe kaşlarını kaldırıyordu. Beş yıl evvel Büşra Hanım, tarikata ilk girdiğinde Yoksuzlar, işi bu kadar abartmamışlardı. Fakat yeni şeyhleri, o canlı cenazeye benzeyen herif, üçüncü emrin sapkın tefsiriyle müritlerini tehlikeli bir yola sürmüştü. Hükümetin Kutsal Kıtlık Ekonomisini hakkıyla uygulamadığını iddia ediyor, gün geçtikçe taraftarlarının sayısını arttırıyordu. Eşi artık kendisini dinlemediği için emekliler dairesinde arkadaşlarıyla dertleşiyordu Edip Bey. “Yani şimdi kardeşim, tutumluluğu aşırıya götürmek de israf sayılmaz mı?” Yoksuzların varlığı Edip Beyi mutsuz ediyordu.
Zil çaldı. İhtiyarlar yaşlarından beklenmedik bir çeviklikle ayaklandılar. “Bencillik ve israf, ikiz günahlardır.” buyruğu iliklerine işlemişti. Başka bir vatandaşın hakkını yemekten ölesiye korkuyorlardı. Edip Bey ve Büşra Hanım, soluk, sarı lambaların ölgün ışığında merdivenlerden yavaş yavaş üç kat aşağıdaki 3157 numaralı dairelerine doğru yürürlerken anonslar başladı: “Dışarıda oksijen seviyesi düşük, yoğun sülfürik asit yağışı üç gün sürecek. Yuva’da güvendesiniz.” Anonsları her duyuşunda öğrenci yurdunda dinlediği efsaneleri hatırlardı. Yatakhanede ışıklar sönünce bazı çocuklar, bu kuru, soğuk raporlardan çıkardıkları dehşet hikâyelerini fısıldayarak anlatırlardı. Yumruk büyüklüğündeki etçil hamamböcekleri hâlâ kâbuslarında geziniyordu.
Ancak ikisinin sığabildikleri küçücük dairelerinde sessizce akşam öğünlerini yediler. Her öğünde birer küçük paket protein hakları vardı. Ne bir eksik ne bir fazla. Herkes için tayin edilmiş gıda miktarı buydu. Beş sene evvel yani Büşra Hanım bir Yoksuz olmadan önce eğlence saati yaklaşırken Edip Beyin içi kıpır kıpır olurdu. O zamanlar gözlerinin bozulmasını bile çok kafaya takmazdı. Çünkü eşiyle gülüşerek, şakalaşarak birlikte eğlenebiliyorlardı. Eğlence de neydi! Bütün dairelerin pencereleri ortak bir duvara bakıyordu. Hükümet iki günde bir bu duvara otuz saniyeliğine bir fotoğraf yansıtırdı. Gerçi şimdi o otuz saniye de on saniyeye düşmüştü. Hükümetin bu yirmi saniyeyi Yoksuzlar lobisinin baskısıyla uçurduğu söyleniyordu. Eski dünyanın avam adı verilen alışveriş merkezlerine ait bu fotoğraflar inanılmaz ayrıntılarla doluydu. Unutulmuş yiyecekler, gizemli markalar, kaybedilmiş bir cennetin yasak meyveleri… Bir oyun, bir sınama, bir çile pratiğiydi. On saniye içinde iyice odaklanıp seçtiğiniz bir nesneyi zihninizde canlandıracak, hayal iyice belirginleşip gerçeklik kazanmadan onu unutuluşun çöplüğüne yollayacaktınız. Kimi usta hayalcilerin daha gözü pek deneylere giriştiği, canlandırılan hayalin kokusunu aldıkları hatta tadına bakabildikleri iddia ediliyordu. Buna cesaret edebilmek hafif bir zındıklık mıydı yoksa nefsin terbiyesi için bir idman mı? Yine de bütün bunlar, birinci hayal seviyesinde gerçekleşiyordu. Oradan aşağıya inmek, balıklama cehenneme dalmaktı. Yedinci hayal katına yani dibe inenlerin eğer oradan çıkabilirlerse anlatacak hiçbir şeyleri olmuyordu. Çünkü aklını, tüketmenin şehvetine kaptıranlar, bütün benliklerini kaybediyorlardı. Söylentilere göre yedinci hayal seviyesine düşenler, kimsenin bilmediği şifa dairelerinde tedavi ediliyorlardı. Şimdiye kadar da hiçbiri iyileşememişti.
Edip Bey işe yarayacakmış gibi gözlerini iyice kıstı ve on saniye göz açıp kapayana kadar geçti. Yok, olmamıştı. Hiçbir şey görememişti. Zihni boştu. Çaresizce, karşılık alamayacağını bile bile Büşra Hanım’a seslendi: “Ne vardı, ne gördün?” Büşra Hanım, yükünü tutmuş, dilinde zikir, hayalinde onlarca yıl önce üretilmiş bir közlenmiş patlıcan konservesi, esrimenin eşiğindeyken eliyle üç işareti yaptı kocasına. Edip Bey, bunun ne anlama geldiğini biliyordu. Üçüncü emir: Yoktan yonga kopar. İçinde biriken bir şey patladı. Küskünlük, öfke birbirine karıştı. Yoksuzlara duyduğu hiddet, çileden çıkarmıştı onu. Onların aşırı yorumları olmasaydı şimdi eşiyle birlikte eğleneceklerdi. “Demek üçüncü emir.” dedi. “Bana sofuluk taslıyorsunuz öyle mi?”
Edip Bey, çılgınca bir işe girişmek üzereydi. Öyle bir şey yapmalıydı ve bunun için öyle alışılmadık bir yöntem kullanmalıydı ki… Fotoğraftan yakalayıp hayalinizde canlandırdığınız nesne için bir zikir hecesi seçmeliydiniz; bu hece genellikle artık bir anlam taşımayan unutulmuş marka isimlerinden seçilirdi. “Alışılmadık bir şey.” dedi Edip Bey. “Elbette, niye üçüncü emrin kendisi zikir cümlesi olmasın.” Madem fotoğraftan hiçbir ayrıntı seçemiyordu o da yongaları kendi belleğinden çekip çıkarırdı. Şimdi belleğindeki kırıntıları parmak uçlarıyla toplayıp biriktirecek, bu kırıntı topağını yoğurarak çoğaltacaktı.
Edip Bey zikre başladı:
Yok-tan yon-ga ko-par
Yok-tan yon-ga ko-par
Esrime başlıyor, şiddeti şaşırtıcı. Nesneler, renkler, kokular… ve tatların birbirine karıştığı bir anaforun çizgileri beliriyor.
Yok-tan yon-ga…
Yok-tan yon-ga…
Delibozuk anafor onu kapıp götürüyor, merkezine çekiyor.
Yok-tan…
Yok-tan…
Nesneler, renkler, şekiller ve tatlar durulup somutlaşmaya başlıyor.
Yok, yok…
Yok, yok…
Burası dip. Merkez. Kaynağı belirsiz, parlak, beyaz bir ışık raflardaki kavanozları, kutuları, paketleri aydınlatıyor. Her şey ışıl ışıl, iştah açıcı.
Zikir artık yutkunmaya benzeyen bir hıçkırığa dönüştüğünde Edip Bey kendisini tarihe karışmış alışveriş merkezlerinden birinin ortasında buldu. Yedinci hayal seviyesine, dibe inmişti. Burası hiç de cehenneme benzemiyordu. Dimağını gıdıklayan rengârenk kavanozlar, kutular; damağını gıcıklayan çeşit çeşit kokular… Hayatında bir öğünde bir protein paketinden daha fazlasını görmemiş olan Edip Bey, rafların arasında ağzı bir karış açık dolaşıyordu. Yuva, açlık doktrini, onu buraya getiren Kıtlık Ekonomisinin emirleri hepsi buharlaşıvermişti. Burada tek başınaydı ve bütün bunlar onun emrine amadeydi. Ürkekçe uzanıp kavanozlardan birini açtı, parmağını daldırdı. Parmağının ucundaki hoş kokulu yumuşak yiyeceğe baktı ve ağzına götürdü. İnanılmaz! Edip Bey, hayret ve dehşetle tadın damağına yayılıp dağıldığını hissetti. Ağlamaya başladı. Bir yiyecek nasıl bu kadar lezzetli olabilirdi? Hayali böyleyse diye mırıldandı. Artık protein paketlerine geri dönemezdi. Kendi yarattığı sanal gerçekliğin içinde olduğunun farkındaydı. Yine de şaşırıyordu: Ama nasıl olur, hiç tatmadığım bir yiyeceğin lezzetini nereden bilebilirim? Bir hayal yongası bunu nasıl içerebilir? Eski dünyanın tekinsiz lezzetleri, derin bellekteki yongalarda saklanıp kuşaktan kuşağa iletilmiş olabilir miydi? Atalarımızın günahkâr alışkanlıkları kanımızda mı uyukluyordu? Belki de bütün bunları hayal ettiği gibi bu hiç bilmediği lezzeti de kendisi uyduruyordu. Arzunun derinlerdeki sinsi gücünden korktu.
Peki, diğerlerinin tadı nasıldı acaba…
Yetkililer geldiklerinde Edip Beyi oturduğu yerde kaskatı buldular. Büşra Hanım, serinkanlılığını korumaya çalışıyordu. Vaka sıra dışı olduğu için otopsi yapıldı. Edip Beyin cesedini muayene eden doktor, gerçeği Büşra Hanım’a doğrudan söyleyiverdi: Eski dünyaya ait bir hastalık. Üzgünüm, eşiniz mide fesadından öldü.
Büşra Hanım tek bir gözyaşının israf sayılmayacağını düşündü.
Günaydın
Keyifle başkamasını umduğum bir cumartesi gününü zora soktunuz yazdıklarınızla ama olsun, keyifli bir okuma oldu. Betimlemeler ve detaylar iyiydi. Hele final müthişti. Elinize sağlık
Merhaba
Okuyup değerlendirdiğiniz için teşekkür ederim. Umarım bu distopik kurgular gerçeğe dönüşmez de sadece kağıtta, ekranda kalır.
Çok büyük ve radikal önlemler alırda uygulayamazsak varacağımız noktanın bir kesiti olacaktır yazdıklarınız, kimbilir belki onlar sizin de dediğiniz gibi mutlu azınlık kabul edileceklerdir
Son zamanlarda seçkide yazılmış en zekice hikâyelerden biri. Betimlemeler, içerdiği fikirler son derece etkileyici.
Haklısınız, olasılıklar karanlık