Öykü

HM21

O günden beri geceleri pek uyku tutmazdı zaten. Halime Ana rüzgârı adeta bir kasırga gibi gelip evin camlarını neredeyse kıracak kadar titreten patlamayı duyduğunda da, yatağında gözlerini tavana dikmiş, içinden ölen oğlu Hasan için dua ediyordu.

Duası yarım kaldı. Ses öyle kuvvetliydi ki hafızasında onu benzetebileceği bir şey yoktu. Evde deprem etkisi yaratmıştı, pencereleri kırılacak sandı. Ayağa fırladı hemen, korkarak da olsa kapıya doğru yöneldi. Etrafta bu kadar büyük bir patlamaya sebep olabileceğini bildiği tek bir şey vardı. Üç yıl önce ovanın tam ortasına yapılan, köyün her yerinden görülebilen askeri üs. Etrafı yüksek duvarlar ve dikenli tellerle çevrili bu yerde ne olup bittiğini kimse tam olarak bilmezdi. Bazen koca koca uçaklar iner kalkardı, hatta eğer biraz öce duyduğu ses daha az şiddetli olsa Halime Ana yine o uçaklardan biri diye düşünebilirdi ama bu seferkinin başka bir şey olduğu açıktı.

Malum yaşlılıktan Halime Ana hızlı yürüyemiyordu. Kapıya gidene kadar, etraftaki evlerden de insanların dışarıya çıktıklarını, bir şeyden korkup endişelenmiş gibi bağırıp çağırdıklarını duymaya başlamıştı. Demir kapının tutacağını sağa çekti, kapıyı açtı. Sıcak bir temmuz gecesi havası yüzüne çarpar çarpmaz, ovanın ortasında alevler içindeki askeri üssü gördü.

* * *

Merkez Kumandanlık içerisinde tam bir kaos hakimdi. Ekran başındaki askerler, gördükleri patlama sahnesi karşısında korku içinde birbirleriyle konuşuyorlar ama daha çok ne yapacaklarını bilemez halde görüntüleri tekrar tekrar izliyorlardı. Kumandanlık komutanı General ise odasında bir yandan gelen telefonları cevaplarken diğer yandan da masasının karşısında kendisine acil durum planını anlatan daha düşük rütbeli bir subayı dinlemekteydi.

Akburun Askeri Üssü ülkenin kuzeydoğusunda, askeri personelin eğitimi amacıyla üç yıl önce inşa edilen, içerisinde olup bitenlerle ilgili dışarıya herhangi bir bilginin verilmediği ve biraz da bundan olsa gerek hakkında çeşitli hurafelerin döndüğü bir askeri merkezdi. Hakkındaki dedikodular arasında aslında orasının bir uzay üssü olduğu veya uranyum elementinden silah geliştirme deneylerinin yapıldığı gibi aslı olmayan hikâyeler bulunmaktaydı. Fakat Akburun Üssü’nün sıradan bir eğitim merkezi olduğunu söylemek de eksik kalıyordu. Bu merkezde ülkenin en elit askeri birimi yetiştirilmekteydi. Devletin geliştirdiği son teknoloji mühimmatlar, araçlar, kıyafetler ülkenin iç ve dış operasyonlarında görevlendirilecek bu seçkin birimin eğitiminde, dışarıya en ufak bir bilgi dahi paylaşılmadan büyük bir gizlilik içerisinde test edilmekteydi. Peki ne üzerinde test ediliyorlardı? Hakkında öne sürülen teoriler doğru olmasa da bu merkezin sakladığı bir yanı daha vardı. Eğitim sırasında elit askeri birim senaryo operasyonlarda bir düşman ekibe karşı mücadele vermekteydi. Bu ekibin üyeleri ise ülke tarihinin en azılı suçlularından oluşuyordu. Kimi güvenlik güçlerine veya politikacılara karşı kanlı terör saldırılarında bulunan teröristler, kimi seri cinayetler işleyen katiller olan bu suçluların hepsi aslında yakalanırken veya sonrasında haklarında çıkarılan idam kararları neticesinde ölmüşlerdi. Burada eğitimde kullanılanlar ise onların geride bıraktıkları DNA örnekleriyle üretilen klonlarıydı. Eğitim sırasında orjinal tepkiler üretebilen bir karşı ekibin olması gerekliliği zaten askeri yetkililer arasında tartışılan bir konuyken, bugünkü Merkez Kumandanlık Komutanı General Beykan’ın aklına, askerlerin zihinlerinde yer eden ( tabii olumsuz bir şekilde) suçluların kullanılmasının eğitim sırasında personelde psikolojik bir motivasyon yaratacağını düşündüğünden klonların kullanılması fikri gelmişti. Klonlama teknolojisinin gelişimine de katkı sunacağından bu fikir yetkili çevrelerce kabul görmüş ve Akburun Üssü’ne bir klonlama reaktörü inşa edilmişti.

Bugün Merkez Kumandanlıkta yaşanan telaşın asıl sebebi de buydu. Akburun Üssü’nde gerçekleşen patlama klonlama reaktörünün olduğu kısımda yaşanmıştı. Reaktörün bulunduğu bina yıkılmış, üssü çevreleyen duvar da hasar görmüştü. General Beykan’ın masasının karşısındaki subayın söylediklerine göre de, en az 10 tane klon kayıptı. Patlamadan dolayı tamamen yok olabileceklerini iddia edenler olsa da , geride hiçbir iz bırakmadan adeta buharlaşmaları General Beykan’a mantıklı gelmiyordu. Devlet görevlileri henüz bu detay hakkında bilgilendirilmemişlerdi ve General olay çözülene kadar da bu konuda en ufak bir bilginin dahi dışarı sızdırılmamasını emretmişti.

Kendisinden sonraki en üst rütbeli subaylarla istişare ettikten sonra, hem patlamanın ardından yapılanları takip etmek hem de kaçak klonlara karşı yürütülecek operasyonu yerinde idare etmek için Akburun Üssü’ne gitmeyi kararlaştırdı. Baş yaverine hemen helikopterin hazırlanması emrini verdi. O hazırlanırken Akburun Üssü’nün komutanıyla bir telefon görüşmesi yapmaya karar verdi. Çevre halk tehlike altındaydı. Özel muharebe teknikleri yüklenmiş bir grup azılı suçlu, serbest bir şekilde gece vakti masum insanların arasına karışabilirdi. Eğer bu yaşanırsa, gizli teknolojilerinin açığa çıkmasından, işini ve rütbesini kaybetmesine kadar birçok ihtimal gerçekleşebilirdi. Bu yüzden Akburun komutanına çevredeki halkı durum hakkında bilgilendirmesini ve eğer bir tehlike ile karşılaşırlarsa yapmaları gereken şifreli davranışları onlara verebileceğini söyledi. Telefonu kapattığında yaveri helikopterin hazır olduğunu iletmek için oradaydı. Hemen kalkıp piste doğru hızlı adımlarla yürümeye başladı. Meslek hayatının en önemli ve bir o kadar da ilginç gecesini yaşıyordu.

* * *

Çocuğu yaşlısı demeden herkes kapısının önünde toplanmaya başlamıştı. Meraklı gözlerle bir yandan alevler içerisindeki yere bakarken, bazıları hemen radyolarını açmış, olayla ilgili bir şeyler söyleniyor mudur diye kontrol ediyorlardı. Halime Ana da yavaşça evinin önündeki merdivenlerden inmiş, yan tarafta biriken komşularının yanına doğru gidiyordu. Belki onlar patlamayla ilgili bir şeyler biliyorlardı.

Köyün muhtarı Ahmet de patlamanın sesiyle hemen uyanmış, neler olduğunu görünce de hemen köyün bağlı olduğu ilçenin karakolunu aramıştı. Önce bir süre kimse cevap vermemiş, sonra da genç bir er köyün dışına çıkmamalarını, herkesin evinde durmasını, kendilerine gereken bilginin verileceğini söyleyerek, bir şey sormasına müsaade etmeden telefonu kapatmıştı. Muhtar ne yapacağını bilemez durumdaydı. İnsanlar askeri üssün çevresindeki tarlalarına gitmek, bir zarar var mı yok mu diye kontrol etmek istiyorlardı. Kimsenin muhtarı dinleyeceği yok gibi görünüyordu. Eğer başka bir yer olsaydı, rahatlıkla ihmal sonucu oluşan bir kazadır deyip en azından patlama sonrasında nasıl hareket edebileceklerini kestirebilirdi. Ama bu bir askeri merkezdi. Yaşanan patlamanın sebebi bir terör saldırısı olabilir miydi? Belki oraya saldıranlar hâlâ bölgedeydiler ve saklanmak için civardaki köylere geleceklerdi? Neticede telefondaki er de evlerinden çıkmamalarını söylemişti. Köyün muhtarı olarak ahaliyi zapt edebilmeliydi. Köy meydanına bakan evinden çıkıp, köyün tek kıraathanesine doğru yürümeye başladı. Birkaç erkek orada toplanmışlardı bile. Orada köyün erkeklerini toplayarak durumu anlatabilir, aklına gelen ihtimallerden ve telefonda kendisine söylenen talimatlardan bahsedebilirdi.

Kıraathaneye gittiğinde oradaki erkekler kendi aralarında fısıldaşıyorlardı. Muhtarın geldiğini görünce kenardaki tahta sandalyelerden birini daha yanlarına çekerek buyur etmiş oldular. “Selamunaleyküm” diyerek yerleşti Ahmet sandalyeye.

“Aleykümesselam” diyerek karşılık verdiler, hepsi de gözlerini muhtara dikmiş, onun daha fazla bilgiye sahip olduğunu ve kendileriyle paylaşacağını umuyorladı. Bu sırada etraftaki evlerden de erkekler çıkmaya, kıraathaneye doğru gelmeye başlamışlardı. Ahmet aslında bir kalabalık oluşmasını pek de istemiyordu. Kalabalık, tarlaları kontrol etmek için köyden çıkmak isterse, onları zapt etmek zor olacak diye düşünüyordu.

“Muhtar nedir bu kıyamet, ne olmuş haberin var mıdır senin ? dedi karşısında oturan köylü.

“Ağalar bilmem bu nedir. Tek bildiğim şey köyden dışarı çıkmamamız gerektiği. Karakolu aradım böyle dediler. Sonra arayacaklarmış öyle dedi asker. Şimdi çevredeki her köyü arıyorlar adamlar herhal.” Ahmet konuşurken etrafının daha da kalabalıklaştığını fark edebiliyordu.

“E mahsul ne olacak muhtar? Görmüyon mu cayır cayır yanıyor oralar. Bizim tarla orada biliyorsun, aha Zeki’lerinde var. Asker bu işe bakana kadar ne mal kalır ne tarla, bunu ne yapacağız onu de hele bize şimdi.” Hüseyin’di bunu diyen. O böyle diyince başta Zeki olmak üzere diğer köylüler de destek verir gibi kıpraşmaya, ağızlarının içinde bir şeyler mırıldanmaya başladılar.

“Hüseyin haklısın da ne diyorum ben size, karakolu aradım böyle böyle dediler, çıkmayın dediler köyden. Hem hadi diyelim yandı tarlalar. Bu işin arkasında asker var devlet var, merak etmeyin öderler zararınızı. Ama şimdi uymayıp gidersek bu sefer birinin başına bir şey gelirse ne olacak ha sen de onu söyle bana.”

“Ya öder ödemesine de beş yıl sonra mı öder on yıl sonra mı öder? Bu sene ne yapacam ben? Hem başımıza ne gelecekmiş , ateşin içine girecek halimiz yok ya. Başka ne olacak sanki?”

“Öyle deme Hüseyin. Askeri üs burası bilmez misin? Ya saldırdıysa birileri buraya da şimdi etrafta geziyorlarsa? Bir bildikleri var ki çıkmayın diyorlar bize, ha?” Hüseyin tam bir cevap verecekti ki, muhtarın evinden küçük kızı “Babaaa!” diye seslendi. “Karakoldan arıyorlarmış babaa!”

Ahmet hemen sandalyesinden kalkıp evinde doğru koştu. Kıraathanedeki kalabalık da konuşmadan çıkacak sonucu beklemeye koyuldular. Hepsi de bir yandan tarlalarına gitmek , varsa hasarlarını tespit etmek, eğer yanan yerler varsa oraları söndürme fikirlerini destekliyorlardı ama muhtarın dedikleri de mantıksız değildi. Böyle bir yer durup dururken patlamazdı ya? Hakikaten birileri saldırmış olabilirdi. Ya da kazayla patlamış da yıllar önce ecnebi bir memlekette olduğu gibi hastalık yayıyor da olabilir miydi? Devlet ne diyecekse ona uymak gerekirdi eğer durum buysa.

Muhtar ahizeyi kaptığı gibi kulağına götürüp “buyrun komutanım” dedi. Tam zamanında aramışlardı. Ahalinin isyanının büyüyeceğini hissetmişti. Şimdi her şeyi detayıyla konuşup kendisine ne denirse onu yapacaktı. Karşısındaki ses geçen seferki gibi genç bir askere ait değildi. Daha tok, daha güçlü bu ses muhtemelen daha da yetkili birinin olmalıydı.

“Muhtar şimdi beni iyi dinle!” dedi. “Herkes derhal evlerine girecek. Meydanda, kıraathanede, çeşmede falan kimse dolaşmayacak, köyün dışına çıkmayı kimse düşünmesin. İkinci bir emir gelene kadar evinizde bekleyeceksiniz. Eğer daha önce görmediğiniz, köyünüzden olmayan asker kılıklı birileri gelirse, onlar tehlikelidir bunu bilin. O yabancıları görür görmez bize haber verin. Biz gelmeden karşılaşırsanız, evinize girmeye, zarar vermeye çalışırsa karşılık vermeye kalkmayın, veremezsiniz. Hemen teslim olun. Teslim olun derken, dizlerinizin üzerine çökün, iki elinizi kaldırın ve teslim oluyorum deyin. Bu bir şifredir, bunu aynen yapın. O zaman devre dışı kalacaklardır. Dediğim gibi sakın karşılık vermeye kalkmayın. Onları askerleri eğitmek için biz yaptık, onlar birer klon.”

“Birer nedir komutanım, anlamadım sizi?” diye cevap verdi muhtar. Yüzünde hem korku hem şaşkınlık, karısına ve iki küçük kızına bakıyordu. Telefondaki komutan öyle dedikten sonra da pencereden dışarıya, acaba etrafta bir yabancı var mıdır diye göz ucuyla bakmayı ihmal etmedi.

“Klon evladım klon. Onları biz yaptık. Hepsini adeta bir asker gibi yetiştirdik. Senin daha fazlasını bilmene gerek yok. Benim dediklerimi herkese söyle ve gerektiğinde eksiksiz yapın. Bu anlattıklarımı da ciddiye al. Çünkü gerçekten zarar verebilirler. Nasıl göründüklerine, ne söylediklerine aldırmayın, onlar gerçek insan değiller. Onlar birer robot, sen öyle düşün öyle anlat insanlara, tamam mı?”

Muhtar tedirgin olmuştu ama bu, konuyu tam olarak anlayamamanın getirdiği bir tedirginlikti. Klon da neydi? Yıllar önce kendisi daha küçükken yabancı bir ülkede de böyle bir patlama olmuştu. O zaman da dışarıya tehlikeli bir şeyin yayıldığını söylediklerini sonradan gördüğü haberlerden, okuduğu gazetelerden hatırlıyordu. Ama onun adı klon değildi, başka bir şeydi sanki. “Komutanım” dedi, “insanlar tarlalarını, mahsullerini merak ediyorlar. Gidelim bakalım, gerekiyorsa söndürelim diyorlar.”

“Bak muhtar” dedi komutan sert bir tonla. “Köyden dışarı çıkılmayacak, bu bir emirdir herkese söyle bunu. Ben burada canınızdan bahsediyorum, ne mahsülü, ne tarlası. Varsa bir zayiat devlet gerekeni yapar merak etmesinler. Siz emri dinleyin, dediklerimi yapın. Başka bir şey yok.” dedi ve kapattı.

Muhtar Ahmet bir yandan endişe duyarken, bir yandan da rahatlamıştı. Sonuçta komutandan emir vardı, köylülere bunu olduğu gibi iletecekti. Sonrasında kim ne yaparsa sorumluluk yapanındı. Öte yandan aklı hâlâ komutanın dediklerindeydi. Klon da neyin nesiydi? Daha önce hiç duymamıştı. Köyde bunu duyan biri var mıydı acaba? Hiç sanmıyordu. Bir de ne demişti komutan? Dizlerinizin üzerine çökün, ellerinizi kaldırın, teslim oluyorum deyin, bu bir şifredir. Nasıl bir şifreydi bu böyle?

Evden dışarı çıkıp hemen karşıdaki kıraathaneye doğru yöneldi. Kalabalık biraz önce bıraktığından çok daha fazlaydı şimdi. Hüseyin de oradaydı Zeki de. Kimse kendi başına hareket etmemiş, komutanla olan konuşmasından çıkacak sonucu beklemişlerdi. Yaklaştığını görünce herkes ona dikkat kesilmişti. O da oturmadan komutan kendisine ne dediyse ayne şekilde anlatmaya başladı. Klon diye bir şeyden bahsettiğini, tehlikeli olduklarını, görürlerse ne yapmaları gerektiğini ve asla köyden dışarı çıkmamalarını. Bunları anlatırken kıraathanedeki erkekler homurdanıyor, duyduklarından emin olmak için birbirlerine soruyorlardı. Muhtarın kulağı bunlardaydı ama gözü başka bir şeye takılmıştı. Kıraathanenin arkasında, köyü dış dünyaya bağlayan yolun en başından salına salına birisi geliyordu. Kılığı kıyafetiyle yabancı, fiziğiyle tanıdık ama her şeyiyle orada olması imkânsız biri…

* * *

General Beykan’ı taşıyan helikopter piste indiği sırada klonlama reaktöründeki yangın hâlâ kontrol altına alınabilmiş değildi. Reaktörün bulunduğu köşenin tam zıttındaki helikopter pistine adım attığında, her tarafa yayılmış turuncu renkteki sıvıyı hemen tanıdı. Üretilen klonların kullanım sıraları gelene kadar muhafaza edildikleri koruyucuydu bu. Karşıda reaktörü söndürmeye çalışan görevlileri izledi. Gözleri reaktörün yerindeki enkaz yığınına ve onun arkasında epey hasar görmüş duvara kaydı. Hızlı adımlarla karargâha doğru yürümeye başladı. Görünen o ki , kaybedilecek zaman yoktu.

Otomatik kapı açılır açılmaz yerleri beyaz fayansla kaplı geniş ve uzun koridara girdi. Evrak çantasını taşıyan yaveri ve helikopter pistinde onu karşılayan askerler de arkasından yetişmeye çalışıyorlardı. Karargahta bulunan üst düzey subaylar toplantı halindeydi ve onu bekliyorlardı. Toplantı odasının kapısını açmadan önce durdu, yaverinden çantasını aldı ve hışımla içeri girdi. Masa başında toplantı halindeki üç subay derhal ayağa kalkarak generali selamladılar. Kendisine ayrıldığı apaçık belli olan sandalyeye oturmadan önce elindeki çantayı masaya fırlattı ve “Durum nedir?” diye kendisine korku, endişe ve çaresizlikle bakan yüzlere sordu. “Kaç tane kayıp?”

İçlerinden en yetkili olanı “efendim patlamadan yaklaşık yarım saat önce yapılan günlük rutin sayımda toplam yedi adet klon olduğu kayıtlara yazılmış. Reaktörde bulunan tüplerin tamamı da kırıldığına göre serbest kalan klon sayısı budur. Bir tanesi enkazda ölü bulunmuştur ve umut ediyoruz ki daha fazlası oradadır. Üs sınırları dışına çıkan bir tanesi ile takip için görevlendirilen ekiplerimiz karşılaşmış ve etkisiz hale getirilmiştir.” Dedi.

“Zayiat?” General Beykan bir kaşı havada rapor veren subaya bakıyordu.

“Maalesef üç askeri çatışmada kaybettik efendim. Ayrıca iki askerimiz de patlama sırasında şehit oldular.”

“Lanet olsun!” diyerek elini masaya sertçe vurdu general. “Herkese şifre verilmedi mi? Gördüğünüz yerde teslim olun diye talimat vermediniz mi?”

“Vermez olur muyuz efendim ama askerler teslim olmaya hiç alışık değiller. Eğitimde sürekli savaştıkları düşmanı görünce otomatik olarak elleri silahlarına gitmiş. Eğitimde olduğu gibi halt edebiliriz diye düşünüp rahat davranmışlar.” Subay durakladı ve generalin gözlerinin içine bakarak “Bu gece yaşanan her şeyin sorumluluğu bendedir efendim.” Dedi.

“Bak komutan, bugün yaşanacaklar öyle bir boyuta ulaşabilir ki, ne sen kalırsın ne ben. Şimdi kahramanlık zamanı değil, şimdi bu karmaşıklığı bir an önce toparlama zamanı. Sağlam kaç kişi var elinde?”

Daha cevap veremeden odanın kapısı bir kere vuruldu ve karşılık beklenmeden içeriye elinde dosyayla bir asker girdi. Önce selamını verdi sonra bir an karargâh komutanına mı generale mi doğru konuşacağına karar veremedi ve tam ortaya, yüzünü masaya dönerek konuşmaya başladı.

“Efendim, kayıp klonlardan biriyle ilgili bilmeniz gereken önemli bir husus var.” Bu sefer bir karşılık beklemek için durdu. General komutandan önce konuştu. “Neymiş söyle bakalım.”

“Efendim son partide üretilen ve muhafaza edilen klonlardan HM21’e ait kontrol bilekliği duvarın ötesinde bulundu. Etrafta ona ait başka bir nesne olmaması ve duvarla arasındaki mesafe patlamadan sonra üsten canlı bir biçimde çıktığını ve” kaygıyla komutana ve generale baktı, “ kayıplara karıştığını gösteriyor.”

“Kontrol bilekliğini mi buldunuz?” diye sordu general şaşkınlıkla. “Bu nasıl mümkün olur?” Bu sefer soran gözleri komutana dikilmişti.

“Efendim, kendi iradesiyle böyle bir şey yapamaz. Patlamanın etkisiyle olmuş olmalı, başka seçenek yok.”

“Kahretsin” dedi general. “Bu yüzden şifre de geçersiz kalır. Hem kontrol bilekliği olmadan bu klonlar nasıl bir şeye dönüşüyorlar fikriniz var mı?”

“Şeyy, efendim aslında alakalı bir mesele daha var.” diye araya girdi ayaktaki asker.

“Söyle o zaman her şeyi asker neyi bekliyorsun?” diye çıkıştı karargâh komutanı. Askerin kendi cevabını beklemeden araya girmesine bozulmuştu biraz.

“Efendim HM21 DNA bilgileri merkezimize geçen ay gönderilen Hasan Mumcu adlı şahıstan kopyalanmış. Bu kişi birkaç ay önce bir köyü ateşe vermiş ve 12 kişinin ölümüne sebep olmuş. Olay yerine giden jandarma ile girdiği çatışmada da öldürülmüş.”

“Eeee, buradaki herkes en az bir suç işlemiş zaten. Önemli olan ne burada?” diye araya girdi komutan, askerin biraz duraklamasını fırsat bilerek.

“Efendim aslında önemli olan noktayı henüz söylemedim. Bu Hasan Mumcu adlı şahıs, civar köylerden olan Güngözü’nden çıkma. Annesi, bazı akrabaları hâlâ orada yaşıyor. Ateşe verdiği köy de yine buraya yakın sayılır. “

“Ulan şimdi mi öğreniyorsunuz bunu? Gelmiş bir de adamın işlediği suçtan falan bahsediyor. Direk söylesene şunu.” General hiddetlenmişti. “Köye gönderdiniz mi ekip? Köye giden yollar?

“Hayır efendim, bir önceki ekip saldırıya uğradığı için asker gönderme işini sizinle istişare edene kadar ertelemiştik.” Komutanın sesi neredeyse duyulamayacak gibiydi.

“Aferin size aptal herifler!” diye bağırdı general. “O köyden birileri bu adamı görürse nasıl bir durum ortaya çıkar bir düşünün bakalım. Bir de izin almadan klonlandığı ortaya çıkarsa yandık demektir. Uluslararası mahkemelere kadar uzanır bu iş. Anladın mı şimdi demek istediğimi komutan?”

Karargâh komutanı ağzını açar gibi olmuştu ki general tekrar konuştu.

“Hadi zaman kaybedemeyiz artık. O köye gidiyoruz.”

* * *

Muhtar lafının tam ortasında susup gözleriyle bir noktaya sabitlenince, kıraathane ahalisi de dönüp onun neye baktığını anlamaya çalıştı. Tanıyamayanlar ilk başta ne olduğunu da anlayamadı, köyden birinin kendilerine katılmaya geldiğini düşündüler sadece. Tanıyanlar ise şaşkınlık ve korku karışımı bir duyguyla oturdukları yere mıhlandılar. Daha birkaç ay önce kendi elleriyle gömdükleri Hasan, şimdi caminin yanından geçiyordu. Kendisine bakan kalabalığın farkında değil gibiydi. Aslında erafındaki her şeyden soyutlanmış bir halde yürüyordu. Onu izleyen herkes nereye gittiğini biliyordu. Evine, annesine gidiyordu. O günden bu yana sessizliğe bürünen, kendini evine kapayan, iki ayda yirmi yıl yaşlanan Halime Ana’sına doğru.

“Muhtar, karakoldakiler ne demişlerdi sana, bir şey gelebilirmiş dedin ya neydi o?” dedi ahaliden biri, hâlâ gördüklerine inanamıyormuş gibi bakıyordu.

“Klon” dedi muhtar. “Klon dediler ama tanımadığınız, sizin köyden olmayan birileri gibi dediler. Bu bizim Hasan değil midir? Tövbe bismillah, Allah’ım sen mukayyed ol bize.”

“Klon dedikleri hortlak mıymış demek muhtar? Allah’ım sen büyüksün yarabbim.” dedi bir diğeri.

Hasan uzaklaşmaya, çınarların arasından kaybolmaya başlayınca kıraathanedeki ahali de şaşkınlıklarını üzerlerinden atmaya başlamıştı.

“Neyse ne!” dedi içlerinden biri. “Sen tehlikelilermiş demedin mi bize? Böyle dolaşacak mı köyde bu? Çoluk çocuk görürse ne olacak? Halime Ana görünce ne olacak? Böyle olmaz muhtar, karakolu mu arayacaksın ne yapacaksın hemen yap. Böyle olmaz.”

Diğerlerinin de onaylarmış gibi hareket ettiklerini görünce Ahmet, “dediler ki bir şey yapmaya kalkmayın, teslim olun. Eller yukarı, dizlerinizin üzerine çökün, teslim oluyorum deyin dedi komutan. Şifreymiş bu. Bir şey biliyorlar da böyle diyorlar herhalde.” Dediklerine pek inanabilmiş gibi bakmıyorlardı. “Şimdi hele şunu uzaktan bir takip edelim. Birisi arkadan dolaşıp Halime Ana’ya haber vermeye gitsin, kadın bunu görürse kalbinden gider valla. Abdullah koş sen, ondan önce yetişirsen arka pencereden Halima Ana’yla konuş.” Oturanlar içinde en genci ayaklanıp muhtarın evinin arkasından koşmaya başladı.

O öyle koşarken muhtar da ayaklanıp Hasan’ın gittiği yöne doğru hızlı hızlı yürümeye başladı. Ahali de onun arkasından… Hepsinin aklında benzer sorular vardı. Nasıl olabilir? Bu klon dedikleri ölü müydü yoksa canlı mıydı? Hem ne ara mezardan çıkarmışlardı Hasan’ı? Mezara her gün giden illaki olurdu. Gece mi gelmişlerdi acaba? Ölümsüzlük falan derlerdi gazetelerde radyolarda da kimse inanmazdı. Hasan bunu niye hak etsin ki? Katildi o. Kaç kişiyi diri diri yakan bir katili neden diriltirlerdi ki? Askeri merkezi de patlatan o muydu acaba? Belki köyüne, köylüsüne acırdı da bir şey yapmazdı?

Muhtar önde diğerleri arkada takip ediyorlardı. Hasan evlerinin avlusuna girmek üzereydi. “Bir dönüp baksa bize, teslim oluruz da dönüp bakmıyor ki adam” diye aklından geçirdi Ahmet. Kimse adını söyleyip seslenmeyi de göze alamıyordu, tehlikeli demişlerdi ne de olsa. “İnşallah Abdullah yetişmiştir” diye fısıldadı muhtar, sadece en yakındakilerin duyabileceği şekilde.

Artık sabah olmuştu, güneş etrafı epey aydınlatıyordu. Hasan avluya girdi. Etrafta görünen kimse yok gibiydi, herkes tekrar içerlere girmiş, kocalarından, çocuklarından ne olmuş, ne bitmiş haber bekliyorlardı. Halime Ana da içerideydi muhtemelen, çoğu zaman olduğu gibi. Belki Abdullah onu kandırıp bir şekilde arka taraftan çıkarıp bir yerlere götürmüştü. En azından ahalinin umut edeceği şey bu olurdu. Tam o sırada evin mavi kapısı açıldı.

Halime Ana ağır ağır iki adım attı, kapının önüne çıktı. Abdullah çabaladıysa da başaramamıştı belli ki. Halime Ana pencereden geleni görmüştü. Belki patlamayla ilgili yine eve girin, çıkmayın diyenlerden biridir yada bu yaşında yalnız başına yaşadığı için sık sık ziyaret eden komşulardandır sanmıştı. Şimdi daha yakından görünce, bütün imkânsızlığına rağmen tanıdı. O anda bütün Güngözü köyü, tıpkı iki önce olduğu gibi, Halime Ana’nın çığlığıyla doldu.

“Halime Ana yapma dur” diye bağırdı muhtar. Aklı hâlâ komutanın dediklerindeydi. Bu klon dedikleri hortlaklar tehlikeliydi. Halime Ana bunu bilmiyordu. Oğlu da olsa ona zarar verebilirdi? Sahi verir miydi? Ne annesinin çığlığı, ne muhtarın bağırışı Hasan’ı etkilemişe benzemiyordu. Sanki Hasan hiçbir şey görmüyor, duymuyor, anlamıyor gibiydi. Sadece yürüyordu. O zaman evine nasıl gelmişti? Nasıl bulmuştu yolu?

“Yavrumm” Halime Ana elinden geldiği kadar hızla yürüyordu. Gözyaşları içinde, nasıl olduğunu sorgulamadan, karşısındaki oğluna yürüyordu.

“Ana dur, dokunma” dediyse de ahaliden biri, Halime Ana oğluna hiç tereddüt etmeden, sorgulamadan, gözyaşları içinde sarıldı. Daha iki ay önce gömdükleri adamın şimdi kanlı canlı karşılarında olması, bu adamın 12 kişiyi öldüren bir katil olması ve askerlerin ona klon deyip tehlikeli diye uyarmaları bile, anne oğulun bu acıklı kavuşmasını ellerinden bir şey gelmeden, acıyarak, ağlayarak ve hala inanamayarak izlemelerine engel olamadı.

Sessizliği ve durgunluğu bozan muhtar oldu. Ahmet “Halime Ana dokunma, çekil” diyerek gruptan ayrılıp tek parça haline gelen anne ve oğluna yaklaştı. “Ana o senin oğlun değil, Hasan değil o” dedi. Karşısında duranının güpegündüz Hasan olduğunu bildiği halde. “Hem tehlikeli ana o, komutan öyle dedi, yaklaşmayın dedi.” Karşısında duran klonun, hortlağın veya her ne ise artık ama kendi bildiği haliyle Halime Ana’nın oğlu Hasan’ın tehlikeli bir hali de yoktu aslında. Tepki vermiyordu ki hiç. Aslında ölmeden önceki haline dönmüş gibiydi. Sevdiği kızı başka köyden bir adama verdikleri zamanki haline… Gidip bütün köyü yakıp hem kendini hem 12 kişiyi öldürdüğü o günkü haline…

“Halime Ana, Hasan öldü bunu sen de bilirsin. Elimizle verdik ya toprağa.”

“Ölü adam yürür mü hiç muhtar?” dedi Halime Ana, hâlâ sıkı sıkı sarılmış, hâlâ ağlamaklı. “Hem nesi tehlikeliymiş benim oğlumun?”

“Hasan klon olmuş Halime Ana. Hortlak gibi bir şey herhalde.” Sanki böyle çok anlamlı oluyordu her şey. “Mezarından çıkarmışlar onu, oraya hapsetmişler.” Eliyle artık söndüğü çıkan dumanlardan belli olan askeri üssü gösteriyordu. “Bugün de böyle patlayınca çıkıp kaçmış herhalde. Her yerde onu arıyorlardır Ana. Hem baksana, sanki hâlâ şey gibi….” Ölü gibi demek istedi ama diyemedi.

Muhtarın konuşması ahaliyi de cesaretlendirmişti. “Hem o bir suçluydu Halime Ana. Gel götürelim geri. Başımız belaya girecek devletle.” Dedi içlerinden biri.

Halime Ana konuşmayan, ağlamayan, sadece anasının önünde duran oğluna baktı. “Suçlu değil benim oğlum. Suçunu da mı mezardan çıkardılar. Suçluysa da mezara girdi, ödedi suçunu. Elletmem başkasına. Hem Hasan’ım da buraya boşuna mı geldi zannedersiniz? Anası koyacak onu yatağına geri. Kimseye elletmem Hasan’ımı.” Bir eliyle oğlunun elini tuttu ve onu gittiği yere çekti. Avlunun köşesinde bir kazma duvara dayalı duruyordu. Onu kaptığı gibi avlunun yanındaki yola doğru yürümeye başladı, arkasında Hasan ile. Mezarlığa giden yola doğru…

“Ana yardım edelim, sen yapma.” diye seslendi arkasından Ahmet.

“Sakın peşimizden gelmeyesiniz ha. Hasan’ımla bırakın bizi. Yatağına anası koyacak onu. Kimseye elletmem, göstermem.”

Halime Ana, bir elinde kazma, diğer eliyle oğlunun elini tutmuş peşinde sürükleyerek mezarlığa doğru gidiyordu.

* * *

Ana-oğul gözden kaybolmuştu artık. Avludaki ahali hâlâ olduğu yerde, ne yapacağını bilemeden bekliyordu Halime Ana’nın dönüşünü. Gelen askeri jipi de yanlarında fren yapıp durduğunda ancak farkedebildiler.

Karakoldaki komutanı ve askerlerin bazılarını tanırlardı. Araçtan inenleri ise ilk defa görüyorlardı. Bu gelenler şimdi üzerindeki duman epey hafiflemiş askeri merkezden geliyor olmalıydılar. Aracın arka koltuğundan kır saçlı, uzun boylu biri inmişti. Gerek duruşuna gerek üniformasına bakılırsa üst rütbeli biri olmalıydı.

“Komutanım” diye selam vermeye çalıştı muhtar, ellerini önünde birleştirmiş, vücudunu hafifçe öne eğmişti.

“Nerede o?” dedi, duygudan yoksun pür bir sesle general.

“Komutanım biz de şimdi sizi arayacaktık vallahi” diye yalanla başladı muhtar. “Telefonda komutan klon mu bir şey dedi ama bizim buraya gelen hortlaktı vallahi. Daha iki ay önce ölen Hasan geldi. Zarar falan da vermedi, zaten ne görüyor ne duyuyor gibi bir hali vardı. Merak etmeyin kimseye bir şey olmadı.”

“Ne diyorsun evladım sen, ne hortlağı. Hasan dediğin işte klon zaten. İstersek bir ölüden istersek bir diriden, bir saç teli olsun elimizde yeter, aynısından üretiriz. İstersek bir tane, istersek bin tane, aynı adamdan. Ne istiyorsak onu yaptırırız. Kalk deriz kalkar, yat deriz yatar, savaş deriz savaşır. Bu sefer yolunda gitmeyen bir şeyler olmuş sadece. Hasan falan değil yani artık o. Hem nerede şimdi o hadi söyleyin onu almamız lazım.” dedi general sabırsızlıkla.

Halime Ana’nın söyledikleri hâlâ kulaklarındaydı. Kimseden ses çıkmadı.

“Söylesenize ulan yerini, saklıyor musunuz bizden yoksa?” General sakladığı öfkesini göstermeye karar vermişti. Ahaliden yine ses çıkmayınca, yanında duran üs komutanına baktı. Üs komutanı da arkasında duran askerlere. Hepsi birden silahlarını çekip avluda duran ahaliye doğrulttular. “Eller havaya, yere çökün” diye hep bir ağızdan emir verdiler adeta. Kimse ne olduğunu anlayamamıştı. Kendilerine doğrultulmuş bir düzine silah vardı karşılarında. Denileni yerine getirmekten başka çareleri yoktu, hepsi ellerini kaldırıp dizlerinin üzerine çöktüler. Klon gördükleri zaman onlardan yapmaları istendiği gibi.

Ahmet elleri havada dizleri yerde, toprağa bakıyordu. Başını biraz kaldırıp etrafını bakınca ahalinin de kendisi gibi yerde, dizleri üzerinde olduğunu görünce emre itaatsizlik eden kimse olmadığını görüp rahatladı. Kafasını bu sefer öne doğru yükseltti. Birbirine tıpatıp benzeyen bir düzine asker, silahlarını doğrultmuş, önlerinde duruyorlardı. Neydi bu klon anlayamamıştı hâlâ.

“Muhtar bu iş oyun oynanacak bir mesele değil. Daha fazla uzamadan bitirelim şu işi hadi.” Dedi general.

Başka şansı olmadığını anladı muhtar. “Mezardalar komutanım.” dedi. “Anası tekrar gömmeye götürdü oğlunu. Acıyın bize komutanım. Anasına da acıyın. Ne yapsın kadıncağız?”

“Tekrar gömmeye mi götürdü?” gülmeye başlamıştı general şimdi de. “Merak etme, kimseye bir şey olmaz. Hadi o zaman mezarlığa gidiyoruz, siz de kalkın yerden o zaman.” Eliyle askerlere araca binme hareketi yaparak, geldikleri jipe doğru yöneldi. Birkaç saniye içerisinde askerler de jipin arkasına yerleşmiş, mezarlığa doğru yoldaki tozları kaldırarak ilerliyorlardı.

Ne demekti bu klon, hâlâ anlayamamıştı Ahmet. Onun için bir anaya evladını toprağa iki kere koydurmak olmuştu anlamı.

Altuğ Altuğ

  • HM21 - 1 Eylül 2021