Uyanıyorum. Gökyüzünde dolunay, hafif bir meltem, denizin tuzlu kokusu, çimenlerin ıslaklığı… Hepsini hissediyorum. İçimden bir ses buraya ait olmadığımı söylüyor. Peki neredeyim ben? Buraya nasıl geldim? Neden buraya geldim? Mantığım beni bu gece terk etmiş gibi görünüyor. Kalkıyorum çünkü belim acımaya başladı. Biraz yürüsem iyi olacak, belki birilerine rastlar, nerede olduğumu öğrenirim. Beynim bana bir rüyada olduğumu söylüyor. Ama geçen her saniyeyi hissedebiliyorum. Kalkıyor ve yürümeye başlıyorum. Dolunay az da olsa bana ışık sağlıyor. İlerliyorum, taşlara çıkıyor, ağaçlara tırmanıyorum. Tek istediğim bir insan veya yerleşim yerlerine ait bir ışık görmek. Hiçbiri yok. İşin tuhaf tarafı hayal kırıklığına uğramıyorum. Emin değilim ama sanki içimde bu gece burada bulunmam gerektiğine dair bir his var. Ayaklarıma söz geçiremiyorum. Kuzey yönünde durup dinlenmeden yürüyorum. Artık dolunay en tepede değil. Kafam o kadar karışık ki maden kuyusu girişine benzer bir yerde durduğumu fark etmiyorum. İçeriden beni çağırıyormuş gibi görünen hafif ve nazik bir ışık süzmesi geliyor. Girip girmemekte kararsızım. İçeride insanlar olabilir, onlara nerede olduğumuzu sorabilirim. Bunun gibi kendi kendime mantıklı sebepler uyduruyorum ama hiçbirisi endişemi bastıramıyor. Bir anda ilerlemeye başladım. Vücudum sanki benim kontrolümde değildi. Bir madenin girişi zannettiğim yere giriyorum. Tuhaf zeminde raylar yok. “İçerde kimse var mı?” diye bağırıyorum. Hafif bir tangırtı sesi geliyor ama bir karşılık alamıyorum. Duvardaki aralıklarla yakılmış meşaleler ilerlememi sağlıyor. Biraz yürüdükten sonra daha da aşağıya inen, dibini göremediğim merdivenlere ulaşıyorum. İnmeli miyim emin değilim. Bir kez daha sesleniyorum. Aldığım sonuç aynı. “Madem buraya kadar geldim ne olduğunu göreceğim.” diye düşünüyorum. Adımlarıma özen göstererek inmeye başladım. Bazen adımımı attığım basamaklar ufalanıyor. Buraya en son kimin hangi amaçla indiğini merak ediyorum. Belki de arkeolojik kazı sahasındayım ve bir yer altı şehrine iniyorum. Hayır öyle olsaydı bu kadar kolay giremezdim. Merdivenlerin sonu gelmeyecekmiş gibi görünüyor. Yolum gerçekten uzun. Tuhaf! Aşağı doğru indikçe hafif bir hava akımının varlığını hissediyorum. Bir çıkışa mı yöneliyorum? Umarım öyledir. Belki de karışık mağara sistemlerinin içine doğru iniyorum. Umarım öyle değildir. Sonunda inebildim ama sadece kendimi daha karmaşık bir durumun içinde buldum. Duvarlar görüyorum, kimisi yıkılmış kimisi ise yosun bağlamış. Sağlam olanların boyu ise 3 metreyi geçiyor. Duvarla kıvrımlı olarak birleşmiş. İçinde bulunduğum yapının bir labirent olduğunu anlamamam için düpedüz salak olmam gerekiyor. Tek sorun bu harabelerin eski görkemini yitirmiş olması. Yine de heyecanlanmadım değil. Aklımı geçmişte bir labirentle ilgili okuduğum hikâye kurcalıyor. Hikâyenin içeriğini nedense bir türlü hatırlayamıyorum. İçimden bir ses sürekli ilerlemeye devam et, yolu zaten biliyorsun diyor. Pekâlâ o zaman yapmam gereken tek şey kendime bir yol seçmek. Tanrılar bana burada kolaylık sağlıyor. Gideceğim yol aralıklı yerleştirilmiş meşalelerle aydınlatılıyor. Eh, başka çarem yok. Tüm gece yaptığım gibi ilerlemeye devam ediyorum. Sonunda neyle karşılaşacağımla ilgili bir fikrim yok. Herhangi bir görünmez kuvvetinde etkisi altında değilim. Yolculuğumun sonunda ne olursa olsun buna değecek.
Kalbim sanki göğsümü delip geçecek. Düşünemiyorum. Tüm benliğim, duyularım, bilincim bana ihanet mi ediyorlar? Yoksa bu sadece korkudan donup kalmak mı? Karşımda bir imkânsızlık var. Sonunda o hikâyeyi hatırlıyorum. Labirent ve Minator’un hikâyesini. Ben bir kurban mıyım? Neden harekete geçmiyor? Neden labirentin merkezindeki o büyük tahtında kıpırdamadan beni süzüyor? Nefes alışını hissediyorum. Kesik kesik ama hâlâ güçlü. En az 3,5 metre uzunluğunda olmalı. Kırık bir boynuz ve kapanmış yaralarla dolu bir beden… Ona baktığımda yaşlılığı görebiliyorum. Beni öldürmek istese şimdiye saldırırdı diye düşünüyorum. Hâlâ eski efsaneler aklımı kurcalıyor. Ne yapmam gerektiğini bilmiyorum. Beni izlemeye devam ediyor. Sonunda harekete geçip bir saygı ve teslimiyet ifadesi olaraktan diz çöküyorum. Suratı hâlâ ifadesiz. Ben hâlâ korkuyorum. Sonunda söze başlıyor:
– En son ziyaretime birileri geleli belki de binlerce yıl olmuştur. Hoş geldin evladım. Ne yazık ki artık ömrümün sonlarındayım. O yüzden seni çok iyi ağırlayamayacağım.
Burada tam olarak ne oluyor? Neden saldırmıyor? Sesindeki bu güven verici tonlamalar da ne? Bir kurban değilsem ne yapıyorum burada? Konuşmalıyım. Belki o buraya nasıl ve neden geldiğimi bilir.
– Özür dilerim efendim ama nerede olduğumu ve neden burada olduğumu bilmiyorum.
– Ne yani seni Kral Minos göndermedi mi?
– Minos kim?
– Poseidon aşkına! O adam Girit’in kralı, benim babam. Daidolos’a benim için bu yuvayı yaptırdı ve benim için her yedi yılda bir ziyaretçi gönderirdi. Ben de onları en iyi şekilde ağırlar, daha sonra evlerine sağ salim ulaşmalarını sağlardım.
– Özür dilerim efendim. Ama bu efsane binlerce yıl öncesine dayanıyor. Artık ne Girit’in ne Atina’nın kralı var. Dünya tamamıyla değişti. Siz ve diğerleri sadece birer hikâyesiniz.
(Dev kafasını ellerinin arasına alıyor)
– Peki, ya torunlarım. Kızımı Theseus’la evlendirmiştim. Tam burada. Neden hiçbiri ziyaretime gelmedi?
– Efendim, bize aktarılan efsaneye göre ziyaretçileriniz birer kurbandı, kızınız size ihanet etti ve Theseus sizi öldürdü.
– O aşağılık bana ihanet mi etti? Ama neden? Ona kızımı verdim, hazinemi verdim, Atina’ya dönmelerine izin verdim ve bu yaptığım iyiliklere karşılık o sefil bana iftira attı.
Sinirlendiğini görebiliyorum. Tahtından kalkıyor. Ağır ve aksak adımlarla yürümeye başlıyor. Onu takip ediyorum.
– Demek bu yüzden binlerce yıldır tek bir insan ziyaretime gelmedi.
– Peki, burası sizin hapishaneniz değilse neden hiç yukarı çıkmadınız?
– Kör değilsin değil mi? Benim gibi bir ucubenin yeri yerin altıdır. Yaptığım anlaşmaya her zaman uydum. Yerin altında kalacaktım, burası benim yuvam olacaktı buna karşılık asla yalnız kalmayacaktım. Görüyorum ki asıl ucube Theseusmuş, babammış ve insanlıkmış.
– Nereye gidiyoruz?
– Buradan çıkıyoruz.
– Bu yoldan gelmemiştim.
– Her zaman bir arka kapı vardır. Bu aptal yerden çıkıp son bir kez yıldızlara bakacağım.
Yine karanlık koridorlarda ve merdivenlerdeyim. Tek fark bu kez önümde yürüyen dev bir boğa adam var. Kafam karışık. Geçmiş gerçekten bu kadar yanlış aktarılabilir mi? Bu nazik ve arkadaş canlısı canavara bakıyorum. Tamamıyla bir kurban. Hiçbir suçu yok. Asıl canavar olan insanlar tarafından binlerce yıldır iftira atılmış. Sonunda çıkışa ulaşıyoruz. Ama ben hâlâ niçin burada olduğumu bilmiyorum.
– Sonunda, binlerce yıldan sonra ilk kez yıldızları görüyorum. Ne kadar da güzeller.
– Efendim, ben yanınıza neden ve nasıl geldiğimi hâlâ bilmiyorum.
– Nasıl geldiğinin bir önemi yok. Sonuçta bu da bir peri masalı. Neden geldiğin sorusuna gelecek olursak, belki de bunun seninle bir ilgisi yoktur. Bana kalırsa sen sadece tanık olmak için geldin.
– Neye tanık olmaya?
– Sadece birkaç dakikam kaldığını hissediyorum. Teşekkür ederim.
– Anlayamıyorum.
Bana doğru döndü. Gülümsüyor. Şimdi ise saydamlaşmaya başladı. Onu görmek giderek güçleşiyor. Son bir kez gözlerimin içine bakıyor.
Uyanıyorum. Odamdayım bu sefer. Geçen gece ise tamamıyla aklımda.
- Minotor’un Vedası - 1 Şubat 2022
Alternatif mitolojik hikayeleri çok severim. Çok güzel olmuş, ilgiyle okudum. Kaleminize sağlık.
Teşekkür ederim.
(20 Karakter)