Öykü

Kehanet ve Yol

Tütsülerden gelen duman beki öksürtmek üzereydi ama kendimi tuttum. Tutmam gerektiğini hissediyordum. Çünkü karşımda duran kadın fazlasıyla ciddiydi. Kıvırcık saçları birbirine girmiş sanki yıllardır yıkanmamış gibi. Şuan gözlerinin sadece beyazlarını görüyordum, transa geçmiş gibi öylece duruyor, sadece arada garip sesler çıkartıyordu. Onun gözleri benim üzerimde değildi ama ellerinde tuttuğu hatta çadırın içinde etrafta bulunan diğer göz bebekleri benim üzerimdeydi. Suratı çarpılmaya başladı sanki kötü bir şeyler olacak gibi. Elimi kılıcıma attım ama benim bi kılıcım yoktu. Kimdim ki ben bi kılıcım olsun. Diğer gözbebekleri başka yönlere döndü. Ama bir şey fark ettim. Nasıl oldu bilmiyorum ama o göz kapaksız kirpiksiz gözlerin umutsuzluk yaydığını hissettim.

Kadın trastan çıkmış artık bana bakıyordu. Bütün trans boyunca nefesini tutmuş gibi derin bir nefes verdi. Çadırın içinde ufak bir hava akımı oldu ve tütsüler söndü. Bir süre bekledikten sonra konuşmaya başladı.

“Seni ölüm bekliyor çok yakında, onunla savaşacaksın ama sonunda yenileceksin.”

Ne diyeceğimi bilemedim. Kafamdan geçenleri düzenleyemiyordum.

“Ne zaman? Ne kadar sürem var hazırlanmak için?” diye sordum umutsuzca.

“Çok yakında. Ama hazırlanmanın ne faydası var ki? Bir şey değişmeyecek, onu yenebilecek bir güç bir silah yok.” diye karşılık verdi soruma.

Bana söylediklerinde çok ciddiydi. Masaya bir sikke bıraktım ve arkamı dönüp çadırdan çıktım. Dışarda panayır hâlâ canlı ve devam ediyordu. Ben çıkarken bir sonraki müşteri girdi kahinin çadırına.

Ben bu büyük krallığın kenarında kalmış bir köyde yaşayan basit bir çiftçiydim. Ölümle nasıl savaşabilirdim ki zaten. Kahinde bunun bildiği için yapacak bir şey olmadığını vurguladı sanırım. Ama ölmek istemiyordum. Savaşmak, karşı koymak istiyordum. Bunun bir yolunu bulacaktım. Kararımı verdim, sahip olduğum her şeyi sattım, çantamı hazırladım ve yola çıkabilirdim artık. Büyük kasabaları, şehirleri gezip kılıç kullanmayı öğretecek, farklı sanatlara sahip olacak kendimi güçlendirecektim. Bunların sayesinde vakit geldiğinde savaşa hazır olacaktım.

Bunları teker teker yapmaya başladım. Önce çok iyi ustalardan ders alarak kılıç kullanmayı öğrendim. Bu yeteneğim yolculuğumun geri kalanında bana para kazandırdı. Verilen görevleri yerine getirip ödülümü alıyordum. Sonra şifa sanatını öğrenmeye başladım. Otları bitkileri öğrendim, ilaçlar iksirler yapmaya başladım. Bunların bazılarını denerken sorunlar yaşama başladım. Denediğim bir iksir saçlarımın dökülmesine neden oldu. Başta alışamadım ama hoşuma gitmişti bu görüntü o yüzden tekrar düzeltmeye çalışmadım.

Gün geçtikçe kendimi daha güçlü hissediyor karşıma çıkan her zorlukla başa edebiliyordum. Savaş sanatları, stratejiler öğreniyor, çok güçlü rakipleri yeniyor büyüyor, büyüyordum. Bazen çok yorulduğumu hissettiğimde oluyordu. Neredeyse vazgeçecek duruma geliyordum elbette. Ama hayır bu kadar uğraştıktan sonra olmaz, vazgeçemezdim.

Yine bir görev üzerinde krallığım en karanlık ve en tehlikeli bölgesine girdim. Tam bir köprüden geçmek üzereyken karşımda bir yabancının dikildiğini gördüm, elim hemen kılıcıma gitti. Ani bir hareket için tetikteydim. Simsiyah cübbesi, alev gibi parlayan gözleri ile bu yabancı beni korkutmuştu. Uzun zamandır böyle bir korku hissetmemiştim. O an çok derinden gelen bir duygu beni konuşmaya itti.

“Sen Ölüm müsün?” diye sordum içgüdüsel olarak. Hiçbir şey söylemedi, gözlerindeki alev büyüdü sanki.

“Vakit geldi demek ki, ama hazırım.” dedim ve kılıcı çektim, üzerine koştum.

Yavaş başlayan bir dövüştü ama ritmik, dans ediyor gibiydik. Gittikçe hızlandı, hızlandı. Ben yorulmaya başlıyorum ama Ölümde en ufak bir yorgunluk belirtisi yoktu. Ne kadar sürdü bilmiyorum. Dakikalar mı? Saatler mi? Günler mi? Artık gücüm tükenmişti, güçlü bir darbe ile elimdeki kılıcı düşürdü. Derman kalmamış vücudum çökmeye başladı ve dizlerimin üzerine düştü. kafamı kaldırdığımda Ölüm kılıcını havaya kaldırmıştı. Artık an meselesiydi.

Bip, bip, bip, bip …

Gözlerimi yavaşça açtım, yatakta yatıyorum. Bir sürü kablolar bağlı vücuduma, diğer uçları da makinalara. Bir uğultu yükseliyor makinalardan. Karşımda kıvırcık saçlı doktor bana bakıyor. Yanında asistanı onun yanında da sevdiğim insanlar. Doktor derin bir nefes verdi. Odada ufak bir hava akımı oldu.

“Artık an meselesi.” dedi.

Doktor bana bakıyordu hâlâ ama diğer gözler başka yönlere döndü, umutsuzluk içinde.

Murat Karakaş