Öykü

Tanrı Ölecek

“Tanrı ölecek,” diye sayıklaya sayıklaya hortladı yatağından. Oturdu. Taştan yastığı nemlenmiş, yastığa inat yumuşak yatakta elini gezdirdi neredeyse kuru yer kalmamıştı. Alnından süzülen boncukları silerken, bu nasıl bir felaket, ne korkunç bir kabus böyle. Mumların nerdeyse yarısı erimişti. Gecenin bir yarısıydı demek. Başucundaki özel sürahiden bir bardak su içti. Anuket’in soğuk suyu bile hararetini dindirmedi. Bu haber, çölün sıcağından daha yakıcıydı. Doğruldu, sabahı bekleyemem bunu hemen gidip haber vereyim. Çarşaf gibi sırılsıklam olmuş beyaz geceliğini değiştirdi ve kutsal giysisini giyindi. Kemik, boynuz gibi maddelerden yapılma sihirli takılarını boynuna, bileklerine ve parmaklarına geçirdi birer birer. Tuhaf görünümlü iki halkayı da ayak bileklerine geçirdi. Eli telaşla kapı tokmağına yöneldi, o tokmak kafasına vuruldu birden. “Ne yapıyorsun be aptal? Nasıl böyle birşey söylenir? Ne cüret?” Elinin kanı kurudu ve başı kesik tavuk gibi odasında çırpınmaya başladı. Ölümlerden ölüm beğeniyordu. Duvarlar üzerine üzerine geliyor, tavan üstüne çökecek oluyordu.

Neden sonra durdu: “Nöbetçiler!”

İki iri pazulu dev girdi içeri. Saygıyla eğilirken, doğrulmaya fırsat vermeden

-Çabuk, bana büyük konseyi hemen toplayın.

-Emredersiniz.

Hayır, gölge kraldan başkası yapamazdı. Muntazam duvardaki taş bir tuğlayı sarsarak çekip çıkardı. Seksen yıldır kitapların anası, yüce kitabı bağrında saklamıştı gizli sandık. Çekmeceleri karıştırırken kahrolası anahtar nereye kayboldun? Ah ulan ah şu ihtiyarlık! Bulamadı, etrafına bakındı bu kutsal kedi de nerde? Tanrı aşkına, tüm aksilikler o kara haber gibi gecenin üzerine çökmüştü. Geceyi kararttıkça karatıyorlardı.

Dolabındaki Davut yıldızı mühürlü ve çeşitli simgeler bulunan mistik kitabı araladı. Safranla yazılıp çizilmiş boyut aynasının önünde çeşitli anlaşılmaz sözcükler mırıldandı. Bir karaltı belirdi.

-Beni çağıracak kadar önemli ne oldu Yüce Kahin!

-Tanrı Ölecek!

-Nasıl yani?

-Gördüm. Hemen habercileri yolla, sana iki sandık altın vereceğim.

-Büyük iş. Sina’daki altın madenini de kapattırıp bize bırakacaksın.

Tamam, demekten başka çaresi yoktu. “Tamam ama hemen, kaybedecek zaman yok.”

Gölgenin kaybolduğu yerdeki hayalete dönmüş yüzünü gördü. Dönüp raflara yöneldi. Oradaki papirüsleri, ceylan derisi çantasına titrek deri kemik parmakları ile yerleştirmeye daha doğrusu sokuşturmaya çalışıyordu. Sol eli arkasında, sağ eli ile seyrek, uzun, kırışık kıllı keçi sakalını sıvazlarken bir o başa bir bu başa idamlık mahkûm gibi gidip gelmeye başladı.

Mumların titrek ışıkları birden hızlanıp dalgalanmaya başladı. Büyük bir gölge belirdi hemen dibinde. Hiçbir zaman göremediği yüzü görebilseydi, halen ümitle bir cevap beklentisi içinde olmayacaktı.

“Çok kötü haberlerim var sana,” dedi siyah gölge kayar gibi hareket ederken.

-Bütün casusları yolladım. Birinci kat göklerde alev topları yüzünden büyük zayiat verdik, çok can kaybettik.

-Kutsal davaya hizmet ettikleri için Anubis ruhlarını kutsasın.

-“Levhadan okumuşlar,” deyip bir cümle fısıldadı ve devam etti:

-Bu kara haber, kara alemi de çalkaladı. Karanlığın orduları hazırlanmaya başladı. Herkes panik içinde, Süleyman mı yine gelecek diye.

-Kendinden daha kara bir haberle geldin. Beterin de beteri bu.

Lanet olsun.

Demin sarhoşluktan unuttuğu, gelmiş geçmiş en büyük İfrit’ten kalma kendisi gibi kambur, eğri büğrü asasını kaptığı gibi dışarı fırladı. Koridoru uzun adımlarla geçip büyük salona girdi. Konsey eksiksiz toplanmıştı. Hepsi kendi yetiştirdiği dünyanın her tarafına dağılan binlercesinden seçilen en mahir büyücülerdi. Önlerinde küreler, siniler, değnekler, ipler bulunan onlarca sihirbaz ayağa kalkıp, başları işe selam durup, “Yüce Bilge, Yüce Haberci, Kutsal Bilge,” diye hep bir ağızdan koro halinde bağırdılar.

-Oturun.

Ağzından ne çıkacak diye pür dikkat bakarken, ağızlarıyla değil mahmurluk akan, şişkin, şaşkın gözleriyle soruyorlardı.

“Felaket, bela, lanet” diye bağırmaya başladı. Peşi sıra salonun dev taşları da laneti haykırdılar, her yerden lanet haykırılıyordu. Burası hiç böyle yankılanmamıştı. “Tanrı öldürülecek” ve birkaç cümle daha söyledi. Herkes şok içindeydi. Kimisinin ağızları da, gözlerine eşlik edip fal taşı gibi açıldı.

Derin sessizlik, “Tanrıça Hathor böyle bir katilin, caninin doğumuna nasıl izin verebilir?” sorusu ile bozuldu. Bir uğultu yükseldi, bir vaveyla koptu salonda. Ayağa kalktı Yüce Bilge, masayı tokatlarken “Amon Ra aşkına” diye bağırdı. Herkes sustu.

“Hemen sunakta her Tanrıya yüz deve ve yüz koç adak olarak sunulacak ve kanlarıyla tüm koruma büyüleri yapılacak. Gerekli bütün ayinler eksiksiz yapılacak ve herkes sabah konseyde bulunup raporları sunacak.”

Hayır hayır diyordu büyük piramidin önünden geçerken. Bu olamazdı, olmamalıydı, bir tanrı öldürelemez, ancak kendisi isterse ölür.

Görkemli sarayın her iki yanında dev meşalelerin yandığı ve altın mızraklı askerlerin durduğu, altın varak işleme merdivenlerini hızla tırmanırken telaş ve aceleden, tutuşmuş eteğine basıp yere kapaklandı. İki asker düştüğü yerden kalkması için çelimsiz vücuduna yardım ettiler. Halen gecenin laneti devam ediyordu. Elmas ve yakutlarla işlemeli dev iki kanatlı altından yapılma kapıya vardı sonunda. Hepsi saygıyla eğilmişler.

-Tanrımız ile görüşmem lazım.

-Hayır, yatıyor rahatsız edemeyiz?

-Bu bir emirdir, acil bir durum.

-Emriniz olur efendim, bekleyin lütfen, hemen haber ediyoruz.

Çölün akrebi yelkovanları sokuyor gibi zaman zehirlenmiş ilerlemiyordu.

“Buyurun Efendim, Tanrı sizi bekliyor.”

Yılardır çıkmamıştı huzura. İçeri girdi, hemen secdeye kapandı. Bir müddet sonra:

“Kalk babamın sevgili kulu ve kutlu emaneti. Kaldır başını ve anlat bu vakitte ikimizi burda buluşturan büyük haberi.”

Gençlik fışkıran, tüm azameti ve ihtişamıyla tahta kurulu krala bakarken, tam bir Tanrının olması gerektiği gibi kusursuz, diye düşündü. O an bir durugörü gördü. Kralın başından düştükçe kana bulanan bir tacı seyretti. Yutkundu. Anlattıkça kumların Tanrısının yüzü gerildi, şakaklarındaki damarlar şişmeye, burun delikleri seğirmeye başladı. Tanrı, öldürülebileceğine inanmıştı.

“Hem de alçak, köle bir kavimden mi?” diyerek köpürdü.

Dili dönmedi kahinin. Duraksadı bir an, ne düşündüyse artık.

“Kullarınız ve köleleri size feda olsun Yüce Tanrım.” Sustu.

Kalın siyah sürmeli simsiyah gözlerinde, Horus’un gözü belirdi. Ve gözlerinden şimşekler çakan Tanrı gürledi:

“Muhafızlar!”

Rakip Mücevher

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Güzel bir fikir, baştan sona güzel akıyor ve merakla da okunuyor. Ancak öykü bittiğinde bir eksiklik duygusu kalıyor geriye. Sanki biraz daha üzerinde düşünülüp, biraz daha işlenmesi gerekliymiş gibi geldi bana. Elinize sağlık.

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

Yorum Yapanlar

Avatar for Figo_Waits Avatar for OykuSeckisi