Öykü

Yaşasın Getto Yaşasın Serkeşlik!

Şair daktilosunun başından kalktı, mutfağa gidip su içti. Geri döndüğünde kağıdı eline alıp pencereye yürüdü. Günışığında, yazdıklarını okumaya başladı.

Biz kaplumbağa bile olamadık

Osman hamdinin elinde neyi

Sallarken falaka değneği gibi

Sokakta çamurtaş içinde belki

Dayak attık yahut dayak yedik

Yalnız ayaklarımız da değil

Kabuklarımız bile morarmıştı

Morarmıştı da neye yaradı?

Kafamıza kafamıza geçirdi neyi

Kaplumbağalar gibi kaldık

Lale devri eğlencelerinde ateş taşıyan

Yine diyorum olamadık

Biz kaplumbağa bile olamadık

Belki de asıllar

Eğitilebilecekler yani

Benekli kabuklu kaplumbağa doğanlardır

Biz eğitilemeyiz ki kardeşim

Çamurtaşta debelenmeyi bilmez miyiz yalnız?

Anca belki terbiye edilebiliriz

Vahşi bir hayvan gibi o da

Kaplumbağa gibi değil

Çünkü osman hamdi kıyamazdı da

Neyi kabuklara indirmeye

Bize kıydılar belli ki

Yanlış anlama kardeşim

Dilenci değilim uyumsuzum sadece

O zaman kahrolsun osman hamdi!

Yaşasın getto yaşasın serkeşlik!

Şairin kaşları birtakım tuhaf hareketler yaptı. Önce çatıldılar. Sinirlenmiş miydi? Yazdıklarını anlamaya mı çalışıyordu? Kendisi bile emin değildi neden kaşlarını çattığından. Aynı şiirinde ne anlatmak istediğinden emin olmadığı gibi. Yaşasın getto yaşasın serkeşlik diye düşündü yeniden. Sonra sol kaşı normal şekline döndü; sağ kaşı havaya, ta alnına yükseldi. Bu ne anlama geliyordu peki? Şaşırma, düşünme, anlamaya başlama? D) hiçbiri. E) hepsi birden.

Şair kağıdı ikiye katladı, yatağına uzanıp televizyonu açtı. Gündüz kuşağında aptal bir dizi falan yakalayabilirse kafasını boşaltırdı. Pamuk gibi olurdu işte o zaman. Dakikalarca bakışan aşıklar ya da racon kesen mafyöz kabadayılar ona iyi geliyordu. Terapi gibi ama bedava.

Televizyon alçakgönüllü bir edayla açıldı. Haberler, geç. Haberler, kanal değiştir. Haberler, daha fazla kadın cinayeti veya politik gerilim duymak istemiyorum. Haberler, haber saatine mi denk geldim ulan! Haberler, Allah kahretsin… Ekranda saat kulesinin üzerinden uçan, körfez sularında tsunami yaratan, pençesini çarptığı binaları yerle bir edip kendine kuş yuvası oluşturan yeşil yaratığı daha önce görmüştü. Allah kahretsin…

“Yayınımızı bir son dakika haberiyle bölüyoruz sayın seyirciler.”

Ne kadar Amerikan bir giriş, belli ki bu süslü karı hayatı boyunca yayını bölmek için beklemiş.

“Gördüğünüz görüntüler film efekti veya kurgu değil.”

Söz sanatı yapma! Söz sanatı yapma! Orada kıyamet kopuyor sen şov peşindesin.

“İzmir semalarında gerçek bir ejderha görüldü.”

Allah kahretsin! Allah kahretsin!

Şair, parmak kaslarından beklemeyeceği bir hızda zap yapsa da bütün kanalların reyting peşinde ağız birliği etmişçesine yayınladığı görüntülerden kaçamıyordu. Kumandayı televizyona fırlattı en sonunda. Ekran tuzla buz oldu ama haber spikerlerinin sesi odada yankılanmayı sürdürüyordu.

Hayır, hayır… Gerçek değil, gerçek değil… Kim bilir dün gece neler içtim… Bu yaşanmıyor… Yaşanmıyor!

Çalışma masasının üstünde titreşimde bıraktığı telefon zangırdamaya başladı. Televizyondan gelen kükremeye karıştı bu. Sonra daha farklı bir ses duyuldu, şairin adı kadar iyi bildiği bir ses, gırtlaktan çıkan alevlerin sivri dişler arasından geçip dışarı akma sesi, bir ejderhanın dünyayı yakma sesi.

Şair kafasını iki yastığın arasına gömdü. Maalesef pek sağlıklı kulaklara sahipti. Ejderhanın böğürmesini gayet iyi duydu, cep telefonunun defalarca çalmasını da. Sonunda dayanamayıp masaya yürüdü. Yolu üzerindeki televizyona bir iki tane geçirmeyi de ihmal etmedi tabii.

Arayan numarayı tanımasa da hattın öbür ucundaki kişinin kim olduğunu daha telefonu açmadan biliyordu. Alo yerine “Senden nefret ediyorum,” dedi bu yüzden. “Senden nefret ediyorum. Kahrolasıca, lanet, Allah’ın belası…”

“Alo.”

“Alo.”

“Şair, haberleri gördün mü?”

“Allah kahretsin, gördüm, Allah kahretsin.”

“Oraya gitmen lazım, onu durdurman lazım.”

“Yoyoyoyoyo… Allah kahretsin… Benden geçti dostum, tamam mı? Benden geçti, kahretsin…”

“Türkiye’de onu durdurabilecek başka kimse yok. Gitmek zorundasın. Orada insanlar ölüyor şair, öylece duramazsın!”

“Evet durabilirim ve evet duracağım. Beni bir daha arama tamam mı? Allah kahretsin, lütfen beni bir daha arama.”

“Koca bir şehrin sana ihtiyacı var şair. Herhangi bir şehir değil hem de… Bir medeniyetin sana ihtiyacı var. Oraya gitmelisin.”

“Pekala, diyelim ki yardım etmeye karar verdim. Bu olmayacak, yardım etmeye karar vermeyeceğim ama diyelim ki karar verdim. Havaalanının yerle yeksan olduğuna eminim. Herkes oradan kaçarken ben nasıl oraya gideceğim?”

“Her zamanki gibi şair, yapmayı sevdiğin gibi. Trenle yakınlara bir yere gel. Senin için bir motor bırakacağım. Güzel bir motor. Oldschool bir motor, sevdiğin gibi. Bir Harley belki. Yeter ki gel. Hemen şimdi gara git, en uygun treni bul ve kaçta varacağını bana bu numaradan mesaj at. Senin için motorlarım var şair, çok güzel motorlarım var, seveceğin tarzda motorlarım var tamam mı? Yeter ki gel.”

“Hayır, hayır, hayır… Olmaz. O günler geride kaldı, çok geride. Parlak zırhlı bir şövalye değilim ben. Evinden çıkmaya korkan işe yaramazın tekiyim. Sen de benim en yakın arkadaşım değilsin, telefonumdan gelen bir sessin. Ve tüm bu yaşananlar da gerçek değil.”

“Evet, hiçbiri gerçek değil. Aslında bir mağaranın karanlığına zincirliyiz ve duvara vuran gölgelere çeşitli anlamlar yüklüyoruz. Saçmalama şair. Koca kıçını kaldır da buraya gel. Bütün gün yiyip içip yatıyorsun, değil mi? Eminim yüz kilo olmuşsundur.”

“Hayır, hâlâ seksenim ve bir kız kadar güzelim.”

“İşte aradığım özgüven. Hemen gara git ve geleceğin saati bana mesaj at.”

“Geleceğimi söylemedim.”

“Başka şansın var mı sanıyorsun?”

Televizyonun dumanı tüterken telefon kapandı. Şair birkaç saat sonra trende manzarayı izliyor ve aldığı ilhamla elindeki deri ciltli deftere bir şeyler karalıyordu.

Bir gün motorumu sürerken asfaltta

Belki bilerek belki yanlışlıkla

Toprak bir yola gireceğim kırlar arasında

İşte o yol beni ait olduğum yere götürecek

Selam olsun John Denver’a…

Şair, kalemini deftere takıp ikisini de cebine koydu ve vagonlar arasında yürümeye başladı. Belli bir hedefi yoktu, bir yerden başka bir yere gitmiyordu, yalnızca yürüyordu. Gerçekten de seviyordu trene binmeyi. Nedeninden emin değildi ama hareket halindeki trenin içinde olmak ona romantik bir coşku aşılıyordu. Bazen her şeyi yapabileceğini hissediyordu şair.

Bazen de korkuyordu.

Trenden indiğinde üstünde basitçe “şair” yazan levhasıyla bir demiryolu görevlisi karşıladı onu. Yalnızca arkadaşının bıraktığı zarfı iletti ve hayatından çıktı. Zarfın içinde bebek gibi bir chopperın resmi ve anahtarı vardı.

Şair, mevzubahis motoru garın hemen dışında buldu. Derhal gaza bastı ve İzmir’e doğru sürmeye başladı. Şehrin girişlerinin çoğu polis tarafından tutulmuştu ama motorun avantajı aralardan, ters yönlerden, tarlalardan ve yol bile olmayan yerlerden gidebilmesiydi.

Kıyamet sonrası bir kuş yuvası buldu karşısında. Şehrin yarısını kaplayan ejderha neredeyse bütün binaları yıkmış ve yıkıntıların arasında yatıp uyumuştu. Şair, yüzyıllardır denizle bütünleşmiş kentin güzelliğini farkındaydı. Belli ki aynı güzellik efsanevi yaratığa da çekici gelmişti.

Ege’nin incisi, mitlere konu olmuş bir yerdi. Bu yüzden ejderhayla arasındaki bağ güçlüydü. Bu bağı yıkması gerekiyordu şairin. Derhal işe koyuldu. Cebinden bir avuç haşhaş çıkarıp ağzına attı. Yol yorgunluğunun da etkisiyle yere devrildi. Ağzından köpükler saçıldı ve nabzı durdu.

Şair, uzun zamandır ilk kez huzurlu hissediyordu kendini. Sanki yeniden evindeydi. Veya uyum sağlayabileceği bir yerde.

Her yer karanlıktı. Bunun sebebinin göz kapakları olduğunu düşündü. Gözlerini açmayı denedi.

Olmadı.

Göz kapakları yoktu çünkü. Gözleri yoktu.

Bir vücudu yoktu.

Yine de algılamaya başladı. Buna altıncı duyu dendiğini biliyordu. Her insanda biraz vardı ama anlayamadıkları için yok sayardı çoğu.

Şairin altıncı duyusu güçlüydü, bu şekilde şiir yazabiliyordu.

Artık çok netti her şey. Çok renkliydi, boşluğun ötesindeki boşlukta renkler iç içe geçmişti. Bu renklerin çoğu da dünyada karşılaşamayacağınız türdendi. Yine de netti, kargaşa yoktu.

Şair, bu netliği altıncı duyusunun keskinliğine borçluydu.

Şairin altıncı duyusu doğuştandı ama eğitilmişti. Kehaneti takip eden bir mistik onu çocukken bulmuş ve potansiyelini ortaya çıkarması için yetiştirmişti.

Sonra şair için her şey çok net oldu. Kehanet diğer insanlar için, hatta mistik için bile muamma, karışık bir bulmacaydı.

Ama şair hepsini algılıyordu, geçmişte ve gelecekte olacak her şeyi biliyordu. İradesinin, verdiği kararların önemi yoktu. Kehanet kesin ve netti. Her şey önceden belirlenmişti.

Özgürlüğüne düşkündü şair, uyum sağlamak istemiyordu, kehanetin piyonu olmak istemiyordu. Yaşasın getto yaşasın serkeşlik!

Motorunu özgürlük için sürüyor, en cesurları bile korkutacak hızlara çıkıp bir virajı alamamayı, dağlardan vadilere yuvarlanmayı bekliyordu.

Olmuyordu. Her şey önceden belirlenmişti. Şair, boşluğun ötesindeki boşlukta defalarca yaradılışı kurtardı. Buraya her çıktığında gerçekliğin ne kadar küçük, ne kadar önemsiz olduğunu görüyordu. Aslolan fikir ve kavramlardı. Aslolan şiirlerdi. Gerisi boşluğun ötesindeki boşlukta bir zerreden ibaretti.

Yine de her seferinde gerçekliğe çekildi. Her seferinde yaşadığı dünyanın hayal kırıklığıyla uyandı. Çünkü kehanet öyle istiyordu. Bu hayal kırıklığı yüreğini öylesine yaraladı ki gerçeklikten çıkmaya korkar oldu. Evinden çıkmaya korkar oldu.

Zaten boşluktan bir parçayı, şiirlerini iki oda bir salon hapishanesine çekebiliyordu. Ötesine gerek yoktu.

Aslında yaşamasına bile gerek yoktu.

Ama ölemiyordu. Kehanet izin vermiyordu.

Uyum da sağlayamıyordu. Kendi hapishanesi, evi, gettosu ona yetiyordu. Yaşasın getto. Yaşasın serkeşlik.

Şimdi tekrar boşluğun ötesindeki boşluktaydı. Uzayın, evrenin, bildiğimiz her şeyin dışında.

Bir parçası bizim dünyamıza ejderha olarak tezahür eden varlıkla burada karşılaşmayı umuyordu.

közyaşları bile ağlar mı

kelepçeli bir şair karanlıkta kaldığında

diye düşündü. Tabii ne bir beyni ne de o beyni hapseden bir kafatası olmadığından ritim ve uyakları dalga dalga yayıldı boşlukta.

peki aşık olduğunda kardeşim

ve seni cesaretlendiren kimse olmadığında

Karaşına koşman için

peki bir çocuğun oyuncağı kaybolduğunda

ve tüm çocuklar ayaklandığında

isyan etmek için dünyaya

cesetler karaya vurduğunda kardeşim

katiller vicdan azabı duyar mı?

Boşluğun derinliklerinde bir kıpırtı hissedildi. Ejderhanın parçası olduğu şey, sonsuzluklar boyunca şaire yaklaşıyordu. Kim melankolisiyle yuvamı kirletiyor? diye sordu varlık.

Şair, duygularla cevap verdi ona. Davet edildiğin bir partide diğerlerinden farklı olduğunu anlama hissi, dışlanmışlık. Burası senin yuvan değil, demeye çalışıyordu. Yakıp yıktığın şehir, o insanlara ait.

Varlığın fikirleri boşluğu inletiyordu. Ben gücüm! Güçlü olan, hükmeder. Ayağımı bastığım toprak, bana aittir.

Şair karşı çıktı.

ben serkeşim boyun eğmem

yitsem yeğ değil mi?

serdengeçmezse serkeş olan

zorbalar yenilebilir mi?

Şairin benliği, varlık tarafından çepeçevre kuşatılmıştı artık.

Onda filizlenen öfkeyi hissedebiliyordu.

Yapıtaşı sonsuzluklar olan bir sonsuzlukta bulunmasına rağmen bu ne idüğü belirsiz yaratık tarafından hapsedilmişti.

Ancak yaratığın bilmediği bir şey vardı. Tüm baskı, sıkışmışlık duygusu, yaralar ve acı bir sanatçı için güç kaynağı, ilhamdı.

Şair, boşluğun ötesindeki boşluğu gezip özümsemiş, geçmiş ve gelecekte olacak her şeyi öğrenmişti. Yine de gerçek bildiği, büyüdüğü dünya hakkında, yaşadığı zaman hakkında yazmıştı. Çünkü distopik ömrünü geçirdiği dünyanın karanlığı, hissettiği depresif duygular ona ilham veriyordu.

Şair bir kez daha sıkışmıştı, rahatsızdı. Savaştığı varlığın öfkesi canını yakıyordu. İşte bu acıdan yeni bir şiir doğdu.

Hayran olan

Dünyamın güzelliklerini isteyen

Onlara sahip olmak için yanıp tutuşan

Ve bu ateşle güzellikleri yakıp yıkan canavar

Çok da farklı değilsin insanlarımdan

Onları hakir görürsün

Ama onlar kadar kötüsün

Peki öncekilerden güçlü müsün?

Yalan söylüyorsun

Bir asalaksın sen

Tanrılarla güreşmiş sanatçıların karşısında

Farkın yok rüzgarla savrulan kumdan

Çünkü ona layık değildir güzelliğin değerini bilmeyen

Boşluğun her noktasında bir yanda ben bir yanda sen

İç içe geçiyoruz işkencelerinle

Öfkenle zincirler bağlıyorsun bedenime

Sahte kudretinle fikirlerimi prangalıyorsun

Öyleyse sözlerim bir peygamberin tebliği olsun

Güç dediğin boşlukta faydasızdır

Çünkü güzelliktir zihinde aslolan

Güzelliğe zincir vurmak anlamsızdır

Çünkü sanatçıdır onu bulan

Cevher gibi işlediği elleri

İşte ilhamı getiren peri

Doğru yolu gösterir bana

Prangaları parçalar

İşkencedekine bir umut sunar

Onun mesajını yayıyorum

Ve canavar senden korkuyorum

Yaradılışta şans eseri var olmuş garabet dinle beni

Zihinler güzelliği kavradığında senin de sonun geldi

Şair, varlığın ilk kez korktuğunu ve kendisinden kaçmaya çalıştığını hissetti ama şiiri tanrının eli gibi yaratığı yakalamıştı.

Ejderhayı avcunun içinde tutuyordu. Onu gerçeklikten çekilmeye zorladı.

Tüm inkarına rağmen bu şekilde yaşanacağını biliyordu.

Nabzı tekrar atmaya başlayıp gözlerini açtığında dünyanın tatsız gerçekliğiyle karşılaşmayı, boşluktan koptuğunu bütün yüreğinde hissetmeyi bekliyordu. Bu sefer öyle olmadı. Yaşanacakları satır satır bilse de hissedeceği duyguları öngöremiyordu. Bu sefer iyiydi. Gülümsemek geldi içinden. Kehanetteki son görevini de tamamladığını fark etti. Kaçacağı, reddedeceği bir şey kalmamıştı. Kalan hayatının ilk günüydü, daha sonra neler yaşayacağını hatırlasa da mutlu veya mutsuz olmak ona kalmıştı. Bu bile heyecanlanmaya değerdi.

İzmir’in güzel manzarasına ve büyülü Ege Denizi’ne baktı. Ne ejderha ne de yıkıntılar görünüyordu. Gerçeklikten silinip gitmişlerdi. Şair yine günü kurtarmıştı, yine kimse bunu hatırlamayacaktı. Bir kişi hariç… Yerden kalkması için uzatılan eli tuttu. “Dilenci gibi görünüyorsun,” dedi mistik. “Zabıta veya polis gelmeden kaçalım.”

Şair yorgun hissediyordu. Onu yetiştiren kişinin, en yakın (ve tek) dostunun omzuna yaslandı. “Motor için teşekkürler,” dedi giderlerken. “Sürüşü gerçekten çok iyiydi.”