Öykü

Kaldırımdaki Hayalet

Esintisi ile içimdeki ateşin dağılmasını sağlayan, şaşkın bir sonbahar akşamındayım. Hatırımda kalan en güzel şey -lodoslu bir havanın getirisinden olacak, şehir ışıklarının can alıcı parlaklığı olarak kalacak. Başınızı nereye çevirseniz, o gecenin ılık esintisinin insan içerisinde uyandırdığı, o malum tatlı havayı gözlerinizle görebilirsiniz. Bu gece ışıklar hava kadar narin, dokunulduğunda gözyaşlarını üzerimize salacak kadar samimi. Kendimi tekrar ediyorum durmadan… Elbette böyle bir atmosferi evimde oturarak yaşayamazdım. Aksine bir işim olmasa bile o sokaklarda dolaşıp, yarın yağmura teslim olacak bu şehrin kırılganlığını birincil kişi olarak görmek isterim. Evet, elbette kırılgan ve sadece bana özel bir bakış bu. Zira yaptıklarımdan kaçmak için bu akşam özel bir çaba harcıyorum.

Biri yanlışlıkla adres sorsa hemen ağlamaya başlayacağım. Masumiyet ile suçluluk arasındaki ince çizginin ortasında bir görüntü vereceğim karşımdaki yabancıya. O masumiyet arayacak, ben ise ateşler içerisinde yanacağımı bilerek kıvranacağım. Bu hep böyle olmuştur. Gökyüzünden gelen bir hadisedir merhamet ve hiçbir zaman yeryüzünde gezinmez. Ödememiz gereken bedellerde yokluğu fark edilir ve genellikle önce ağlayanlara merhamet iner. Susuz toprakların kaderindeki umut ile nasıl da aynı yerdeyim? Hiç olamaz dediğim bir yerde, olmaması gereken bir noktadayım. O kadar dikkat etmişken, o kadar adımlarımı sessizce atarken, ufak bir dikkat dağınıklığının yarattığı yıkımın esaretindeyim. Bu düşüncelerden kaçmalıyım yoksa buhar olup şehrin üzerine merhamet olarak ineceğim. Tanımlar ve kavramlar aklıma geliyor. Günah, suçluluk, doğruluk, doğruculuk ve ne, ne…

Sokak lambasına omzumu çarpıyorum. Aklımdaki düşüncelerden dolayı önümü göremiyorum. Tanımlara bakmak istiyorum. İnsanlık yığınından oluşan medeniyet tarihine bakıp bunların ne anlama geldiğini öğrenmek istiyorum. Bildiğim şeyleri tekrar öğrenmeyi severim. Neye bakarsanız bakın, bir şeye tekrar baktığınızda hiç görmediğiniz bir gerçeği göreceksiniz. Bu post-modernizmden önce, insanın temel hamurunda yatan bir şey. Kuşkusuz doğama boyun eğmek istiyorum. Medeniyeti, medeniyet yapabilecek bir yer biliyorum. Hemen arkamı dönüyorum ve arabalara aldırmaksızın, caddenin karşı tarafına geçiyorum. Kornalar aklımın bir sinyali gibi hücre duvarlarıma vuruyor. Eğer bir hücre duvarım varsa ki olmamalı, bir hücrenin içinde kalmamalıyım ki hayatıma devam edebileyim. Artık devam edebilir miyim, bilmiyorum. Bütün canlılar her şeyi unutur ve yoluna devam eder, kendimi kandırmak istemiyorum oysa. Gerçeği ben ve sen biliyoruz. Merhaba demelisin yüce tanrın, bana! Adımla hitap etmeden yaklaş bana. Tanrım merhaba, naber?

Kitapçıya girdiğimde sözlüklerin olabileceği en yakın raflara doğru eğildim. Eğer bir kelimenin yönünü değiştirebilirsem büyük bir canavar olduğumu unuturum belki. Göstergebilimine başvururum, yolların güzergâhını değiştiririm. Yaz kızım; suç, ahlaka veya yasalara aykırı olabilecek bir davranıştır. Yaz kızım; günah sadece seninle benim aramda olur. Doğruluk ise söylediğim her konuda dürüst olmamla alakalı olur. Bu söylediğim şeyin yalan olabileceğini inkâr etmemle çokta güzel olur. Oysa şuan söylediklerimin hiçbir anlamı yoktur ve sen sadece tanrını dinliyorsundur. Her bir cümle, evet, aklımdan geçen her bir cümle aslında kendi içerisinde oluşturdukları anlam kadar var olabiliyorlar. Bak mesela, ben – şimdi – yaşıyorum – hiç – olmadığım – kadar – özgür. Oysa gerçekte aklımda dönen tilkileri kovalıyor ve verdiğim acının ne kadar büyük olabileceğini ölçüyorum.

Bütün sözlükler bende tuhaf bir ürperti yaratıyor. Kitapçı bunu fark ediyor ve bir şey çalacağımdan korkuyor. Gözlerimi bu entelektüel görünümlü zayıf adamdan almak istiyorum. Gözlerimi yukarı kaldırırken fazla kaldırmışım. Sağdaki kitaplığa çarpmalarına sebep oldum. Evet! Kaderin cilvesine bakın, iki tane Strauss’a denk geliyorum. Bir tanesi Strauss, diğeri Strauss 2. Herhalde kardeş olmalılar diyorum. Her zaman birinci olandan başlanır. Zeki insanlar öyle yapar sanırım. Kitabı elime alıyorum. “Claude Levi-Strauss” yazısını okuyorum. Kitabın adının Hüzünlü Dönenceler olması kimin umurunda? Ben hüzünlü bir dönenceyim, vicdanı ile benliğinin arasında bir sağdan bir sola dönen. Dön babam, dön diyorum kendime. Buradan çıkarmam gereken ders ne olmalı?

Dünya, hayatına insansız başladı, hayatını insansız sona erdirecek.” Bak, işte başlıyoruz! Şimdiden sevdim bu adamı! Dünya gibiyim bende, insansız başladığım gibi insansız bitireceğim bu serüveni. Eğer insan ile bitirmek isteseydim bu yarışı, kuşkusuz birinin canına sebep olmazdım. Dilin ürünü, kültürün türetilmişiyim ben, hangisine ait olduğum önemsiz. Sonuçta bütün nihayetlerin, nereye çıkarsa çıksın sonucu aynı olacak şeylerin parçasıyım. Dil kemiksiz, kelimeleri oluşturanlar benden öncekiler… O hâlde suç ve günahın benim için anlamı nerede? Yaptığımdan pişmanlık mı duymalıyım? Ben kendi yaşamımdan sorumluyum, bu sorumluluk adı altında keskin bir “hayır” cevabı, kimin ölümüne sebep olabilir? İntihara meyilli birinin nedeni olabilir ama bu da onun sorumluluğunda değil mi? Benden amaçlı – bana göre amaçsız biri yardım isterken hangi göstergelere başvurduğuna bakalım. Karşısındaki insanın yaşam sebebi olması adına yine de kalıp kalmayacağını soracak şekilde dilini kullandı ve bana gitmeden, usulca orada kalmamı söyledi. Belki bütün bir çaresizlikten kurtarılması gerektiğini, şimdilik orada olmam gerektiğinin de altını çizdi. Yalnız kaldığını ve yalnız bırakıldığını dilinin döndüğünce anlattı. Ne var ki içimde sadece ben varım. Lacan da var burada bir yerde. Ne olursa olsun, kendinden öteki ile anlaşmak için bütün bunların hepsi. Bütün bu konuşmalar, bütün sözcüklerin hepsi ama hepsi sadece dışarıdaki yabancıya çaresizlikle anlatılan sözler. O hâlde benden istenilen yardım kişinin kendisi ile sorunu olduğu ortaya çıkıyor. Bütün suçunu ve günahına bana yüklüyor. Bütün bu hissettiğim bir başkasına ait ise bu göstergelerin ne kadar tehlikeli olduğunu düşünmeden edemiyorum. Öteki ile yaşamak diyor Habermas oradaki raftan. Bir ötekini iyi anlamadım diğer ötekileri nasıl anlayayım? Sanırım bu öteki daha geniş ve daha başka bir öteki olmalı. Sanmanın ötesinde başka bir karar veriyorum şimdi; Habermas ile aynı ötekinden bahsetmiyoruz…

1.Strauss’u ve sadık uşağı Lacan’ı bırakıyorum yerlerine. Habermas’ın mahrem saatine yüz çevirmeyi ihmal etmiyorum. 2. Strauss’u elime alıyorum ancak burada bir problem var. Bu Strauss, devam filminin Strauss’u değil. Yani Bu Claude Levi-Strauss 2 değil. Bütçe kesintisi olmalı ki bu başka bir Strauss ve üstelik raftaki bir biyografi. Johann Strauss 2 ile tanışınız. Kocaman siyah harflerle Mavi Tuna yazmışlar. Görüyor musunuz bir vals yazılmış. Komik ve bir o kadar ironiye sahip bir bilgi var içerisinde. Bir şiir ile birlikte bestelenen Mavi Tuna adını duyuramamış. Şiiri yapısından söküp atan bu bestekâr, orkestraya özel hâle getirince dünyanın en önemli eserlerinden biri hâline gelmiş. Ne kadar da ironiyi içinde barındırıyor? Bir okuduğum diğer bir okuduğum ile ilişki içerisinde aslında. Aslında işin aslına bakarsak kelimelerin ötesinde bir şey var burada. Kelimeler bir gösterge ise şayet benim için pek anlam ifade etmediği ortada. Bir yöntemi yıkan, yerine başka bir anlayış koyan bir şey. Dünyayı sadece kelimelerin yaratabileceği olasılığa mı bırakmalıyız? Sonuçta tek gösterge kelimeler olamaz değil mi? Sarıldı, önceden akan gözyaşlarının kızarttığı gözlerle bana baktı, dilinden çıkan sözcükleri ellerimi tutarak yapmıştı. Bedenin göstergesi bir muhtaçlığı gösteriyordu. Tıpkı şu meşhur şarkıdaki gibi “gitme, sana muhtacım” diyordu. İçimdeki hissi reddedebilir miyim? İşte vicdan burada bir yerde olmalı. Anlaşmanın öncesinde, olayların sonrasında saklanıyor olabilir.

Ne kadar bencilim? Aslında bir insanın çaresizliği kendine hastı, ona özeldi ve bu kitapların hepsi onun açısından da yaşanıyor. Kelimeleri yetmiyor, beden dilini kullanıyor ve bencil bir şerefsizden bu gece kötü bir karar alabileceğini söylüyor. Oysa ben fazla sevgiden uzak büyüdüm. Birinin gözünde daha fazla değerli olmaktan korkuyorum belki ve bu onun için bir şey ifade etmiyor mu? O kadar çaresizim ki içimde hissettiğim şeyin hangi kavrama tekabül ettiğini kullarıma anlatıyorum. Yapmam gereken şeyin ezici ağırlığında boğulurken, tahminlerimin çürüdüğünü görüyorum. Yarın yağacağını düşündüğüm merhamet gözyaşları, binanın camlarına düşüyor. Derhal dışarıya koşmalı ve yalvarırcasına üzerime düşmelerini sağlamalıyım. Hatta geldiğim o eve kadar yaptıklarım için geri koşmalıyım. Kollarımı açmalı ve sanki kendi içimde çözümlediğim şeyin sonucunda mutlak zaferini açıklamalıyım ona. Başarmıştı. Eğer şuan o kitapçıda olsaydım bir natüralist ile bir mantıkçıyı yan yana getirmiş bir kıyaslama daha yapıyor olurdum. Neyse ki böyle bir karışımı kullarıma anlatmıyorum.

Şimdi merhamete boyun eğiyorum. Güzelce o ılık havayı bastırıyorlar ve yerine ağır bir nem içime çöküyor. Havanın ağırlığında ruhum ezilmeli hatta beter olmalı. Derhal koşmalıyım derken telefonum çalıyor. Elimi cebime atıyorum. Arayan yazısının altında rakamlar yer alıyor. Eğer orada umut ettiğim isim hatta herhangi bir isim yer alsaydı içimdeki azabım son bulabilirdi. İşin daha kötüsü telefonu açtıktan sonra duyabileceğim hiçbir ihtimale hazır değilim. Ya çok karamsarım ya da her şey için çok geç kaldım…

Join the discussion at Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *