Öykü

Mevcut Zamanın İlişkisel Analizi

Kırk yıl sonra, kırk yıl önce oluşan bu anda, ellerinin titremesine hâkim olamıyordu. Profesörün odasına kapıyı çalmadan hızlıca içeri girdim. Sanki odasını adımlarıyla ölçmeye çalışıyormuş gibi dolanıyordu. Profesörü on yıldır tanıyordum. Kendisiyle bu üniversitenin çatısı altında tanışmıştık. Gözlerimin önünde on yıldır tanıdığım Profesörün aksine bugün karşımda başka bir adam vardı. Heyecanlı, şaşkın ve ne yapacağını bilemeyen bir çocuktu sanki. Kareli, seksenli yılların modasından kalma giydiği ceketlerin aksine bugün üstünde başka bir takım elbise vardı. Çeşitli tütün ürünlerinin aksine son derece çiçekli kokulara ev sahipliği yapıyordu. Hiç yapmadığım bir şeyi yaptım, kendisini omuzlarından yakaladım ve bana neler olduğunu anlatmasını rica ettim.

Farkındayım. Şuan bu yapının ne kadar anlamsız olduğunu biliyorum. Çünkü bu hayatta bazı unsurlar kendi başlarına bir anlam ifade etmezler. Özellikle böyle anların hiçbir anlamı yoktur. Eğer Profesörün derslerinden herhangi birine bir kere katılmış olsaydınız, bunu sizde söylerdiniz. Ne zaman ki anın öncesinden ufak bir unsuru bu ilişkinin içerisine dâhil ederiz, işte o zaman bir yere varabiliyoruz demektir. Neden ve sonuçlardan oluşturduğumuz zincirin en başındaki halkaya ulaşabilseydik, bir daha herhangi bir nedene ihtiyaç duyar mıydık? Bazı nedenler ne kadar da bariz sonuçlarla eşleştirilebiliyor! Oysa hayatta birçok neden, bu öyküde olduğu gibi insan aklının kurduğu ilişki neticesinde bir sonuca varıyor…

Bu andan bir gün önce, Profesörümüz her yıl olduğu gibi geleneksel “Sosyal Bilimlerde Edebiyat Tartışmaları” adlı ders için sınıfın kapısından içeri girdi. Her dönemin ilk dersinde yaptığı gibi adını tahtaya yazdı. Saç tellerinden yoksun başı, sınıfın üstünde bulunan ışıklar sayesinde parladığını hayal edin. Sınıfa doğru döndü, öğrencilerinden daha büyük dertlerinin olduğunu belli edercesine, elindeki kitapları masanın üstüne koydu ve kitap sayfalarının ucuyla oynarken kendisinden ve dersinden bahsetti. Hayatın Profesör üzerindeki etkisini sesinin tonundan anlamanız mümkün değildir. Derin, her şeye karşı heyecanını yitirmiş bir monotonlukla dünyayı durdurmaya çalışan biri gibidir. Hayır efendim, o sizin gibi biri değildir. Başını kaldırıp gözleriyle sınıftaki gençlerde bir şeyler aramaya başladığı o anda, on saniyeliğine sıkıcı hayatta bir kopukluk meydana geldi. Sözcüklerin öbek öbek oluşup, cümlelerin içerisinde yapılandığı o anın bir yerinde, normalin aksine bir şaşkınlık filizlenmeye başlıyordu.

Bundan beş yıl önce, rektörün “Yılın En Başarılı Akademisyenleri” yemeğinde, Profesör hakkında bir gerçeği fark etmiştim. Vali, bütün bedenini Profesöre doğru döndürmüş, gözleri çikolata gören bir çocuk gibi parlak ve heyecanlıydı. Profesörü edebiyat, sinema ve tiyatronun toplumla kesiştiği bir geometrik şeklin içine hapsetmişti ve ondan “Aşk” adlı kavram çerçevesinde konuşturmak istiyordu. Malum bu konuda herkesin bir fikri ve bir de yaşanmışlığı vardır… Elbette Valinin sahip olduğu heyecanın aksine Profesör, beş yıl sonra olacağı gibi sözcüklerin sıkıcılığı ile Lacan’dan alıntılarla her şeyi içimizde yaşadığımızı belirtiyordu. “Aşk özlem duyduğumuz ama gerçekte asla sahip olamayacağımız bir fanteziden ibarettir.” Filozofları, düşünürleri, bilim insanlarını hatta yazarları yılların tecrübesine dâhil ediyordu. “Bence Peyami Safa, dünya tarihindeki en iyi kitap ismi ile eserini bize sundu azizim: Yalnızız.”

Bundan on yıl önce, Profesör ile ilk kez tanışıyorum. Elimi sıktığı anda bir tatminsizlik hissi bedenimi sarıyor. O sıkılmış ses tonundan dolayı kendisinin benimle tanıştığından hiç memnun olmadığını seziyorum. Hayranı olduğunuz insanın yüzünde umutsuz bir ifadenin güçsüz ve samimiyetsiz eli ile karşı karşıyaydım. O günden beş yıl sonra bir yemekte fark edeceğim ki Profesörün varlığı bedeninden daha başka bir şeydi. Kendisini ifade eden bütün göstergeler onun için yetersiz araçlardan ibaretti. Bunu bir on yıl sonra söyleyecekti. Bedeniyle sıkışmış ve içindeki tutkuyu, anlatmak istediği şeyleri bütün benliğiyle ifade edemeyen bir varlıktı. Evet efendim, bu açıdan size çok benziyordu. Ses tellerinden oluşan sözcüklerle dolu ahenk, onun için bir lanetti. Ona göstergelerin neyi ifade ettiğine dair öznel görüşünü soracak olsaydınız, “Aciz, yalnız ve bir o kadar da çaresiz olduğumuzun ‘göstergesidir’” diye cevap verirdi. Her geçen gün etrafımızdaki insanlar hakkında biraz daha bir şeyler keşfediyoruz. Görerek, dinleyerek bazen de harekete geçerek. Her geçen gün biraz daha…

Bundan on beş yıl önce, Profesör karısı tarafından aldatıldığını öğrendi. Bunu bir sabah kahvaltısında karısının ağzından çıkanlardan anladı. Bu hakikati doğrudan mı yoksa dolaylı bir göstergeden mi anladı, bilemiyoruz. Tıpkı benim on beş yıl önce profesörün hayatında meçhul olduğum gibi bir an var elimizde. Kısacası, sınıfta oturan öğrencileri gibi bir an. O anlardan birinde Ben, Profesör ve Profesör’ün ağzından çıkan cümlelerden bir Kierkegaard vardı. Efendim gençlik bir rüyadır ve rüyaların en güzeli de aşktır. Sınıfa bakmadan ders anlattığı akademik kariyerinde bende yarattığı hayranlığı asla göremedi. Profesör hayatındaki birçok şeyi göremedi. Literatüre kazandırdığı çalışmaların filmlerin alt metinlerinde konu olduğunu, bir nesil yazarın ilham kaynağı olduğunu ve en basiti karısındaki “sevginin” nasıl büyük bir hayal kırıklığına dönüştüğünü asla göremedi.

Bundan yirmi yıl önce, bizim Profesör bir konferansta konuşmacıydı. Konuşmasının sonunda gözlerinin içi parlayan, siyah bakımlı saçlara sahip olan, kırmızı bir ruju dudaklarında gezdirmiş orta yaşlı bir kadın ona elini uzattı. “Kim siker stoizmi” diyen ve görev adamı olmanın yerini bilen Profesör, bu kadının dudaklarına bir arzu duydu. Öyle büyük bir arzuydu ki konferansın ertesi gününün sabahında, yatağından kalktı ve aynaya baktı. Boynunda kırmızı rujlardan oluşan zevk dolu morluklar vardı. O sabahtan, tam dokuz ay on gün sonra bir oğlu olacağını nereden bilebilirdi ki? Bir yemek davetinde toplumun evliliği bir sözleşme olarak gördüğünü yapısalcıların alıntılarıyla dolduracak ve -hayatın ona ufak bir şaka yaptığını düşünmüş olmalı ki bu şakayı tamamlamak adına yemekte kırmızı rujlu kadınla evlendiğini itiraf edecekti.

Bundan otuz yıl önce, bir adam doktorasını tamamlıyor. Yapısalcılığı, varoluşçulukla bir bütün olarak ortaya koyduğu çarpıcı sentezini, post-modernizme rağmen sistemli bir biçimde gözler önüne seriyor. O zamana kadar ki en kışkırtıcı sentezlerden birini üretiyor, metinlerdeki göstergelerin analizlerini tez sunumunda ifade etmeye çalışıyordu. Önünde duran akademisyenler daha önce yapılmamış bu eser hakkında acımasız eleştiriler yapıyor, ortaya atılan teorileri sistemli bir şekilde ifade edilemeyeceğini söylüyorlardı. Oysa bu sentezle “Bir Profesörün” on binlerce atıf alacağını ve birçok üniversitenin onursal öğretim üyesi olmasına vesile olacağını göremiyorlardı.

Bundan kırk yıl önce, bir adam yüksek lisansta tez önerisini hazırlamak için kütüphanede sabahlıyordu. Bunu biliyorum çünkü bugün bana bir Profesör, bundan tam kırk yıl öncesinde hiç kimseye bahsetmediği, yaşadığı ilginç bir zamanı anlatıyordu:

O zamanlar tezimi ne üzerine hazırlayacağımı düşünüyordum. Çok bunalmıştım ve bütün kavramlar beynimin içinde kocaman bir girdap oluşturuyordu. O dönem Foucault’ya sarmıştım. Deli gibi onu okuyordum ve tezimi oralardan bir yerlerden çıkarmak istiyordum. Sabaha karşı kütüphaneden çıktım ve yurda gitmek için yürümeye başladım. Sabahın sakinliğinde geçen çocukluğumu düşündüğümü hatırlıyorum…

Bundan bir altmış sene önce, yalnız, sessiz ve umudun kölesi olduğum çocukluğumu. O günlerde mutfağımızdaki ufak pencerenin önüne geçer, saatlerce otururdum. O zamanlar babamın savaşta ölmediğini ve bir sürpriz yapıp evimizin önünde belireceğinin hayalini kurardım. Bu öylesine zehirli ve tehlikeli bir şeydi ki onun bağımlısı olmuştum. Babamın savaştan dönmeyeceğini anladığım güne kadar bu böyle devam etti. Elbette kaçınılmaz olan yaşandı. Anlıyor musun? Gelmeyeceği belliydi. O tehlikeli zehrin şişesi kırıldığı an bir gün geldi. Ömrüm boyunca tatmin olmadığım düz bir hayatın içine hapsoldum. Anlıyorsun değil mi? Mucizeler yoktu, ölüm gerçekti. Gılgamış hiçbir zaman ölümün çaresini bulamazdı. Bunu gören Buda kendini manastıra kapamıştı ve her gün bu gerçekle yaşadı. Bir başka zamanda Dante bir sonraki hayata umudunu bağladı ve ölen sevgiliyi orada aradı. Bu insanlar aynı trajedinin tadına baktılar. Bunun büyük bir budalalık olduğunu biliyor olmama rağmen ben ölüme karşı en büyük başkaldırının adı olan umuttan kendimi kurtaramadım. Bunun ne demek olduğunu anlıyor musun?

Bunları düşünürken yurttaki odama girdim. Kitapları masanın üstüne fırlattım ve kendimi yatağa bıraktım. O gece hayatımı değiştiren bir rüya gördüm. Hayatımda bir daha tekrarını yaşamadığım lusit (lucid) bir rüya. Hiç içine girmediğim güzel bir evin salonundaydım. Bedenimin kontrolünü hissediyordum. Tartışmasız oradaydım. Meta-fiziksel bir bütünlüğün içinde her şeyimle içerideydim. İçimde bir his vardı, çocukken yaşadığım bir his. Sanki umudu ellerimde hissediyordum. Kalbimde parlak bir ışık vardı. Kocaman bir ışık. Anlatabiliyor muyum? Ruhumu sanki ilk defa avuçlarımın arasına almıştım. Evi dolaşmaya karar verdim ve babamı gördüm. Sadece fotoğraflardan tanıdığım babamı ilk defa kanlı canlı karşımda görüyordum. Uzun yemek masasının başına oturmuş bir ziyafetin ortasındaydı. Beni görünce ağzını peçete ile sildi ve gülerek bana döndü. “Hoş geldin oğlum” dedi. Sesini ilk defa duymuştum. Daha önce hiç duymadığın bir sesi nasıl duyabilirsin? Bunun mümkün olmadığının farkındayım ama oldu. Bu durumun ne kadar gerçek gibi göründüğünü size anlatamam. O an koşup babama sarıldım ve ağlamaya başladım. Gerçekten ağlıyordum. Yanaklarımdan süzülen yaşların tuzlu tadını dudaklarımdan alabiliyordum. Babam gözyaşlarıma müdahale etmek istercesine beni karşısına aldı ve gözlerimin içine uzun uzun baktı. “Seninle tanıştırmam gereken biri var” dedi. Yemek masasının sonunda duran bir siluete gelmesi için işaret etti. Siluet ayağa kalktı ve yanımıza gelmeye başladı. Siluet yakınlaştıkça onun genç bir kadın olduğunu gördüm.

Bu kadın, bugüne kadar gördüğüm en güzel kadındı. Böylesine birini hiç görmemiştim. Hiç görmediğiniz birini rüyanızda nasıl görebilirsiniz ki? Altın sarısı saçlar, masmavi gözlerin altında bembeyaz dişleri ile bana bakıyordu. Elmacık kemikleri göz alıcıydı. Üzerinde yeşil bir bluz ve keten siyah bir pantolon vardı. Bana öylesine derinden gülümsüyordu ki tamamen büyüsüne kapıldığımı dün gibi hatırlıyorum. O zamana kadar hiç böyle bir his yaşamamıştım. Bu hissi nasıl tarif edebilirim size? İçimde oldukça farklı bir heyecan vardı. Anlıyor musunuz? Şaşkınlıkla o kadını izlerken, babam beni kollarımdan tutup kendisine doğru çevirdi. “Benim hiç erişemeyeceğim bir yaşta, havasını soluyamayacağım bir günde hayatın en güzel hissini tadacaksın oğlum,” dedi ve uyandım!

Hayatımda bu zamana kadar hiç böyle bir şey yaşamadığıma yemin ederim. O anı, o rüyayı ömrüm boyunca unutmadım. Tarifsiz hisler içindeydim. Sonra bana bir şeyler oldu. Nedenini anladığım ama inkâr etmezsem bilgelikten maruz kalacağım türden şeyler. Kırk yıl boyunca beni öylesine iten bir şey. Karanlıkla çarpışmak için gerekli olan, arkamda bıraktığım şeyler. Bir pencerenin önünde yitirmeniz gereken türden şeyler. Anlıyor musunuz?

Nasıl anlayabilirsiniz? Kelimelerimi ne kadar özenle seçmek istesem de yaşadığım deneyimi, hayatımın bir anını benim başladığım gibi başlamadan anlayabilir misiniz? Ortak kültürün hakikati ile bir rüyanın gerçek olmasını dilemenin tam bir delilik olduğunu düşünüyorsunuz. Hayatta gördüğümüz bir rüyanın üzerine kocaman bir yaşam kuramayız. Bunun olmayacağına kendimi ikna etmek elbette zor olmadı. Soğuk gerçeğimizle yaşadığımız hayal kırıklıklarında tanıştık. Bir daha asla bu umut denen yok edici zehirin tadına bakamayız, öyle değil mi? “Bilgeliğe giden o yol, önce umudu yitirmekten” geçiyor. Bütün tutkularımı, hislerimi, arzularımı bir kafese kapatmıştım. Düne kadar…

Bundan tam kırk yıl önce, genç bir adam Don Kişot’un Dulcinea’sını, Dante’nin Beatrice’ini Gatsby’nin Daisy’sini atıflar halinde katladı, Eden’ın bavuluna yerleştirdi ve tezinin dip notlarında kırk üç, kırk dört, kırk beş ve kırk altıncı numaralara koydu. Akıldaki idealin çaresizliğini, yalnızlığın kalesini sistemli bir şekilde ortaya döken tezlerin arasına bir yenisini ekledi. Platon ve Sokrates ikilisine de gülmeden edemedi. Asıl amacı toplumları ve içindeki insanları anlamak ve bunları sentezlemek değildi. Bilimden ziyade kendisinin doyumsuz arzularını, umut denen vahşi makinenin içinden çıktığını ve bu makinenin ona ne kadar acı verdiğini ispat etmek istiyordu. İçinde yeşermesine sebep olduğumuz mitlerin acısından kendisini korumak istiyor ve aksini iddia edecek bir deli arıyordu.

Bundan otuz yıl önce, yetişkin bir adam kendi iç dünyasının kurbanı olduğunu hissediyordu. İçeride sıkışıp kalmış varlığı prangalarından kurtarmak için bir mücadele başlatıyordu. Spinoza’dan hiçliğin en derin karanlığına kadar her şeyin içinde umudu sistemli bir biçimde ortaya koymaya çalışıyordu. Ömrü hayatında o tez jürisi dışında hiç kimse ona haksız olduğunu hissettirmeyecekti. Oysa ihtiyacı olan tek şey sadece bir tane deliydi.

Bundan yirmi yıl önce, orta yaşlı bir Profesör, sahip olduğu başarı ve şöhretin sarhoşluğunda bedeninin haz dürtülerine teslim oldu. Evlilikle alakası olmayan bu adam, bir çocuğun kendisi gibi babasız büyümesini istemediği için kendini bir kutuya kapatacaktı. O zamana kadar yaşadığı hissin aşktan mı sevgiden mi yoksa Eric Fromm’dan mı geldiğini düşünüyordu. En sonunda içinde yaşadığı hezeyanı fark etti. Sevişmek bu kadar basitti. İnsanın arzu duyduğu her şey, arzusunun hızında bitiyordu. Tutkuların en yüceliğinde yer aldığını zaman bir anda en dibe vurduğunu fark etmek gibi. Tıpkı şiddetle başlayan her şeyin şiddetle sonlanacağı bilmek gibi.

Bundan on beş yıl önce, bir Profesör sadece kendisinin değil, kırmızı rujlu kadının da aynı prangalara vurulduğunu fark etti. İçinde hiç bir zaman ona karşı bir his barındırmadığı için kırmızı rujlu kadının başka bir adama âşık olmasını yargılamadı. Onun için işin komik tarafı, kadının aşk diye sandığı şeyin basit bir ilgi budalalığı olmasıydı. Bazı insanlar sadece budalaca ilgi ve para isterlerdi ki Profesör bunu gayet iyi bildiğini söylüyordu. Aynı yıl ikisi de zincirlerinden kurtulmalarına rağmen anne ve baba sıfatlarını bırakamadılar. Bu tutmak istedikleri bir zincir halkasıydı ve zincirin meyvesi de bundan memnundu.

Bundan on yıl önce, ellerinde ölü derileri çıkmaya başlayan bir Profesör, öğrencilerinden biriyle daha meslektaş oldu. Eserleri ve kariyeri ile büyük bir hayranlık duyduğu öğrencisinin hayal kırıklığını göremedi. Çünkü öğrencisi hayal ettiği o anın istediği gibi olmamasının hezeyanı içerisindeydi. Nereden bilebilirdi ki karşısındaki Profesörün bir deli aradığını?

Bundan beş yıl önce, yaşadığı hayal kırıklıklarını yıllar boyu taktığı maskesiyle kapatarak oturan bir Profesör, bir yöneticiye aşkı anlatıyordu. Aşkın üzerine yazılmış aforizmaları ezbere söylüyor ve her geçen gün ölüme yenik düştüğünü bilerek tadamadığı aşkın karşısına çıkmadığını kabulleniyordu. Gençliği ve rüyasının bir anda öldüğünü daha itiraf edememişti. Sıradan bir deliliği insanın kendisine itiraf edememesi ne kadar da zor?

Dün yani bir gün önce, yaşlı bir profesör orta sıralardaki genç bir hanıma bakıyordu. Genç, altın saçları olan mavi gözlü, dolgun elmacık kemikli bir kadını görüyordu. Üzerinde yeşil bluzu ve siyah keten pantolonu olan “genç” bir kadın. Evet, doğru! Tam da insanın rüyalarını süsleyecek bir kadın… Bu yaşlı profesörün hayatında ilk defa yoklama almasına sebep olacak kadından bahsediyoruz. Hani şu sizin parçaları birleştirmeye başlamadan önce, hikâyenin tam ortasında beliren kadından. Hani filmlerde yazıldığı gibi budala çocukların ideal birisinin kendisi için var olduğunu sandığı türden insanlardan. Olmaz efendim, bütün yapısalcılığı o lanet hayatınızın üzerine inşa edeceğiz. Profesör ve sizin gibi delirmekten vazgeçenlerin üzerine! Hayatınızdaki kadercilik oyununu başka bir yere taşıyoruz! Olmayacağını bildiğiniz halde her kalp kırığınızda yarattığınız bir hayale gidiyoruz. Sizin yaşamadığınız ama bir başkasının yaşadığı talihsiz bir hayale doğru…

Bütün o genç ve budala öğrencilerin isimlerini soruyordu. Yeşil bluzlu güzel kadına sıra gelince nefesini tuttu. Güzel sarışının adını öğrendi. Heyecanını bastırmak için dersini normalden daha kısa bir sürede bitirdi. Hızlıca odasına girdi ve bu kadınla tanışmanın doğru olup olmayacağını kendisiyle tartıştı. Elbette aklını kullandı! Mantığının sesini dinleyen Profesör, öğrencilerin elektronik posta hesaplarına ulaştı ve rüya kadının ismi ile eşleşen adrese uzunca bir yazı yazdı. Dersin içeriği ve önemli konu gibi görünen yazının sonuna, “Yarın, dün ki dersin saatinde lütfen odama geliniz,” cümlesini ekledi. Bu cümle için uzun bir yazıya ne kadar çok büyük bir zaman gitmişti! Bu sabah, Profesör “Günaydın” sözcüğümü dikkate almadan telaşlı bir şekilde odasına girdi. Altmış yaşının üstünde herhangi birini böyle görseydiniz, sizde bir şeylerin yanlış gittiğini düşünürdünüz. Her meslektaşın yapması gereken bir etik davranışta bulundum. Odasından içeri girdiğimde, kendisini nasıl vahim bir durumda olduğunu öğrenmek için sakinleştirdim. Heyecanını bastıramayan bu adamın bilmediğim yönlerini öğrendim. O anlattıkça içimde bir ses işittim. Profesörün yaşanmış altmış yılı parmak uçlarımda gezdiriyor, parçaları birbirine oturtuyordum. Yarattığımız kaderin tatminsizliğinde bütün hayatı olduğu gibi kabul etmenin erdemindeki o karanlık anda kaybolduğumu fark ettim. Karşımda bir ömür bu kavramların mücadelesini veren Profesörün, aklını yitirişini izliyordum. Benim kadar o da bu karmaşanın içerisindeydi. Umuda açtığı savaş bir ömür sürmüştü. Bilinçaltında bir yerde hala bu umudun var olup olmadığını sorgulayan düşüncelerle birlikteydik. Bütün bu konuşmaların ve düşüncelerin arasında ikimizde kapıdan gelen tok sese başımızı çevirdik. “Girin” cevabını beklemeden bir kadın içeriye doğru süzüldü. Amacını bilmeden el ele tutuşmuş iki adamı karşısında bulunca ne diyeceğini bu toplumdaki hiç kimse bilemezdi. Altın sarısı saçlar, mavi gözlerle neden burada olduğunu düşündüğü belliydi.

O an, iki adam bir bütün oldu. Duygusal, eylemsel ve fikirsel olarak aynıydılar. Bunu anlatmak çok kolaydı. İçlerinde muazzam bir heyecan vardı ki anlamak için o anı açıklayabilirdiniz. Yüzlerinde şaşkınlık ifadeleri vardı ki bunu rüya gibi bir kadının güzelliğinden betimleyebilirdiniz. Akıllarında bir hayal kırıklığının neden ve sonucu vardı ki bunu öykülemeye çalışırken bu satırları okuyor olabilirsiniz…