Öykü

Görünmez El

Oldum olası gri havaları çok sevmişimdir. Pluviofil deniyormuş benim gibilere. Gittiğim her yere de götürüyorum sanırım bu havaları. Orhan Veli’nin “Beni bu güzel havalar mahvetti!” dediği yer benim için bu grilik olsa gerek. Hayatımı kökten uca değiştirmeye çalıştığım bu günlerde sadece havaları düşünüyor olmam çok saçma gelse de rahatlatmıyor değil. Belki de dibe vurmuş olmanın inanılmaz hafifliği ile yüzeye doğru yükseliyormuş gibi hissettiğimdendir. Yüz kaslarım dahil tüm vücudum gevşemiş bir halde. Öyle yavaş yavaş vurmadım dibe, zaman nüfuz etmedi tüm hayatımı değiştirmemin içine. Bir içine edilmişlik yaşandı tabii. Hayatımı bir örümcek ağına benzetir, kendimi ilmek ilmek ördüğüm o ağdaki zarafetin son neferlerinden biri sayardım. Tabii bir yanılgı içinde olduğum gerçeği acı hatıralar bırakana kadar. Bir yerlerde kader benim için adım adım dizdiği domino taşlarını tek bir dokunuş ile nihayetlendirdi. Ardından ben o son devrilen taşın enkazı altında kalakaldım. Kadere inanmazdım. İnsanların bir şekilde yaptıkları ya da yapmaktan kaçındıkları şeyler ile karşı karşıya kaldıklarını düşünürdüm. Neticede ben mükemmeldim. Her zaman ve her koşulda olması gerektiği gibi davranmasını bilen, iyi bir aileden gelen, muhteşem bir özgeçmişi olan, dünya üzerinde görmek istediği her yeri gören, insanları seven, yine o insanlarca sevilen, yaşama dair hayal kırıklıkları ya da keşkeleri olmayan. Adeta asla kelimesine doğan bir “Güneş” Fakat tüm bunlara karşın hüsranım kaçınılmaz oldu. Neydi o söz:

Hayat sen plan yaparken başına gelenlerdir.”

Bir nevi kader mottosu. Benim için zırvalıktan öte değildi. Ta ki birkaç ay öncesine kadar. Hayatta yapmam dediğim hiçbir şeyi gerçekten de yapmamıştım. Dedim ya ben mükemmeldim. Üstelik bu mükemmeliyetin tescilcileri sayesinde buna inandırılmış ve kabullenmiştim. Fakat yine o tescilciler beni çıkardıkları o gökdelenden aşağı büyük bir özenle ittiler. En acısı da arafta kalmak. Yani ne yere çakıldım ne de havada huşu ile süzülüyorum. Kendimi düşmeye yakın, ölmeye uzak bir noktada hissediyorum. Sürüsünden ayrılan ama hava akımında kaybolan bir leylek de diyebilirsiniz. Binlerce olumsuz metafor beynimde sıraya girmiş bir halde beni seç kavgasına girişmişken, yaşadıklarımdan önce ayaklarımı yerden kesen o adamı birkaç cümle ile özetlemem gerekir;

Çetin; hayatınızda onun gibi biri yoksa eğer gerçekten bana hissettirdiklerini tarif etmiş olamayacağım size. Baştan aşağı bir nezaket abidesi diyebilirdim ona. Arkadaşları, tanıştığımızda Olympos’un çapkın tanrısı “Zeus”un ismi ile seslenirlerdi. O zamanlar onun Metis’i (ilk eşi) olmadığıma üzülür ama Eos’u (son eşi) olacak olmanın hazzını yaşardım. Bana kendimi hiçbir zaman hissetmediğim kadar özel hissettiriyordu diyemem çünkü ben bu hisse aittim. Hep öyle olmuştu. Bana ne hissettirdi de ona aşık oldum diye düşündüğüm zaman, hayatındaki herkese eşit mesafede duran ve herkese karşı gösterdiği nezaket ve kibarlıkla bulunduğu her ortamda ışıldayan bu adamın, beni mesafesiz bir yere koymasına hayran olduğumu fark ederdim. Bana ilişkimize başlarken de söylediği gibi

“Beni benimle yaşa, seni herkes gibi görmüyorum

Bu kulağa klişe gelse de onun ne demek istediğini anlamam için yeterli bir cümleydi…

İki ay öncesi…

Muhteşem bir takvim tutma alışkanlığım vardır. Haftalık, aylık hatta bazen yıllık planlarımın bile yazılmış olduğu, her yıl dolusunun arşivlendiği, yenilerinin büyük bir özenle seçildiği üç ayrı ajandaya sahibim. Muhteşem CV’im sayesinde elde ettiğim işimde, herkes hatta şirket ortaklarından biri olan kuzenim Hüner dahil olmak üzere herkes plan ve program işlerinde bana danışmayı ve fikir almayı sever(di) -ayrıca bu detayı vermemin tahribatını anlatacağım sonra- Her neyse. Asla hiçbir toplantıma geç kalmam ya da hiç bir işi kaçırmam mümkün değildi. Otuz üç yıllık hayatımda hiç yaşamadığım bir durumu yaşadım. Bir eşyamı, üstelik en önemli olanını ajandamı kaybettim. O sabah sanki her şeyin tepetaklak olacağı belliydi. Sadece bir ajandanın beni bu kadar telaşa düşürmesi akıl almazdı çünkü. Arabam servisteydi, toplantım evime uzak ve daha önce hiç gitmediğim bir yerdeydi, asistanım yıllık iznindeydi, durakta taksi yoktu, sitenin acil durum güvenlik araçları başka insanlar tarafından ben talep etmeden 5 dakika önce alınmıştı ve hava griydi. Çetin’i (Nişanlım) aradım ama telefonu kapalıydı. Ardından muhteşem bir yönümün daha zedelendiğini hissettim. Unutmuştum. Bu kısa an sonrası sabah 07.15 te Muğla’ya iş seyahati için uçması gerektiğini hatırladım. Saat 08.01 idi yani inmesine daha bir 15 dakika filan olmalıydı. Toplantım 09.30’daydı ve navigasyon yolu bir saatten fazla olarak gösteriyordu. Çok çabuk plan yapmam gerekiyordu. O an aklıma Çetin’in evine gidip arabasının anahtarını alarak toplantı yerine gidebileceğim fikri geldi. İşte yine çözmüştüm kaosu.

Çetin’in evine 15 dakika içinde varabilirdim sonrası ise oldukça kolaydı. Tam 09.25 gibi toplantı yerinde olabilirdim. Her zamanki gibi olmayacaktı ama en azından geç kalmamış olacaktım ve bu daha önemliydi. Birbirimizde evimizin anahtarlarının bir yedekleri daima bulunur. Hızlıca çantamı topladım, kendime aynada çeki düzen verdim ve portmantodan iki evin de anahtarlarını alarak aynı hızla evden çıktım. Sonradan fark edecektim ki bu saydıklarım arasında almayı unuttuğum bir eşyam daha vardı, navigasyon ile yol tarifine baktıktan sonra bir kenara bıraktığım telefonum… Telefonumu evde unuttuğumu henüz fark etmeden on beş dakikalık yürüme mesafesini tamamlamış ve Çetin’in sitesinden içeri giriş yapmıştım. Saate baktığımda 08.16 idi yani zamanlamada bir sıkıntı yoktu. Asansöre bindim ve 17. kata çıktım.

Anahtar ile kapıyı açtım hızla portmantodaki arabanın anahtarını alıp çıkacaktım ama aklıma evden çıkmadan önce Çetin’in hava alanına nasıl gitmiş olabileceğini hiç düşünmediğim geldi ve bir an duraksadım – bunu hala düşünüyorum ve kendimce vardığım kader noktamın anahtarlarından biri bu düşünce sanırım– Ne oluyordu bana! otuz üç yaş sendromu filan mı vardı. Ben asla önünü arkasını düşünmeden ya da bir B, C ,D planı olmadan yola koyulmayan ben nasıl oluyordu da bu sabah her şey farklılaşıyordu… Her neyse işte anahtarlar oradaydı. Fakat bir anahtar daha vardı yanında. Üstelik anahtarlığı hemen tanıdım çünkü aynısı bende de vardı. Serviste olan arabamın anahtarlığı. Cenova’dan almıştım(k) tam bunu düşünürken içerden gelen sesleri duydum.

Güneş aramış”

Niye ki iş seyahatine çıkacağını söylememiş miydin?”

“Söyledim ama bir şey oldu herhalde yoksa asla unutmaz”

“Bilmez miyim bayan mükemmel kuzenim ve çalışanım!”

Olduğum yerde kalakalmıştım. Adeta ayaklarıma beton dökmüşlerdi. Ne içeri gidebiliyordum sesin sahiplerinin yanına ne de dışarı çıkmak için adım atabiliyordum. O an haftanın başında başıma gelen olayı bir geriye dönüş gibi yaşadım.

Öğle arasında hızla bir şeyler atıştırmak için ofisin yanındaki restorana giderken önümü elinde çiçeklerle bir kadın kesti. Ben sağa gittiğimde benimle birlikte sağa, ben sola gittiğimde benimle birlikte sola yöneldi ve en nihayetinde önümü kesti.

Ablam alasın bir çiçek”

“Hayır müsaade eder misiniz?”

“Al bir çiçek benden”

“Hayır dedim istemiyorum.”

“Ver eline falına bakayım kaderinde kim varmış bir göreyim”

“İstemiyorum lütfen kader mader böyle şeylere inanmam ben”

Ben bu cümleyi kurar kurmaz kadın büyük bir şaşkınlık içinde ısrar etme duygusundan inandırma duygusuna geçiş yaptı.

Kadere inanmamak olur mu. Her şey bizim elimizde değil ki. Bazen biz bir sürü şey yaparız, yıllarca emek verir ilmek ilmek öreriz ama sonra bir bakmışsın pufff her şey bir anda uçup gitmiş. Kaşıkla toplayıp kepçe ile dağıtmak da diyebilirsin sen ablam. Gerçi senin daha afili cümlelerin vardır eminim. Bir sevdiğin var mı ablam ben hissettim senin etrafında seni gerçekten seven insan yok. Hepiciği sahte.”

Hayatım ve görüşlerim hakkındaki nutuklarınız bittiyse hanım efendi şimdi müsaadenizle bu safsatalardan sıyrılarak yemeğimi yemek istiyorum.”

“Çok üzülme olur mu. Hayat bu her akşamın bir sabahı olur ablam

Bu kısa ve saçma konuşmayı bir kaç saniye içinde tekrar yaşamıştım. İçeriden sesler gelmeye devam ediyordu.

Açmıyor mu?”

“Yok açmıyor”

Elimi cebime götürdüm. Kahretsin telefonumu evde bırakmıştım. Saat 08.21 olmuştu. Bir an anahtarı alıp toplantıya gitmeyi düşündüğüme inanamadım.

 Gerçekten mi Güneş!

“Endişelenme benim deha kuzenim de bazen bazı şeyleri unutabilir. Annem bu söylediğimi duysa hayatta inanmazdı ya neyse”

“Annen demişken ikna edebildin mi? Bu durumu anlatmayacak değil mi kesin bir şekilde ikna ettin. Ben seviyorum onu”

“Bu durum? Bizi mi? Merak etme hayatım ne annem ne teyzem anlatmayacak. Siz mükemmel aşık bir çift olarak dünya evine hiç bir sorun olmadan gireceksiniz.

Beynimden aşağı kaynar sular dökülürken kulaklarımın duydukları ve göz yaşlarım dışında hiç bir şey hissedemiyordum. Ayaklarımdaki beton beni olduğum yere sabitlemişti. Kalbimde ince bir sızı halinde hayatımın merkezindeki insanların onları koyduğum yerden ne kadar uzağa gidebileceklerini düşünüyordum. Aklımda yaşadığım aldatılmanın senaryolarından ziyade saçma sapan bir sürü an canlanıyordu. Ben tam o an nişanlımı, annemi, kuzenimi, teyzemi ve işimi kaybetmiştim. Konuşma devam ettikçe daha neleri kaybedecektim. Hayır hayır daha fazlasına dayanamayacaktım ama lanet olası ayaklarım bir türlü hareket edemiyordu. Sesimi düşündüm. Sesim çıkar mıydı belki beni duyarlarsa susarlar diye düşündüm, belki… Girişteki holden oturma odasına uzanan noktaya takıldı gözüm. Orada gri renk üzerinde altın işlemeleri olan bir parıltı gördüm. Hayır olamaz. Dün akşam iş çıkışı üç gün kendisini göremeyeceğim sevgili nişanlım Çetin’i ziyarete gelmiştim. Tabii yanımdan asla ayırmadığım, beni bugünün bütün plansızlığı ile gerçeklerle yüzleştiren, ayaklarımdaki felç etkisinden tutun da beynimdeki yardım çığlıklarını yükselten, içerdeki seslerin yankılarını tüm benliğimde hissetmeme neden olan, her şeyim dediğim ailem, eşim, işim, kendim, duygularım, yaşamım ve daha nicesinin canımı yakmasına neden olan o parıltı ile günlük planlarımın yer aldığı ajandam bana “Ben burada cansız bir nesne olarak canla başla çalıştığın her şeyi senin elinden alacak kadar canlıyken sen orada bir saksıdan farksızsın.” dercesine duran ajandam bir tokat gibi yüzüme çarpan ışıltısı ile yere düşmeme neden oldu.

Orada biri mi var?”

“Kedidir kim olacak sabah sabah”

“Ben yine de bir bakayım, sen de üzerini giy çıkarız birazdan”

Kendimi ayaklarıma beton dökülmediğine nasıl inandırdım ya da oradan nasıl kaçtım hatırlamıyorum. Birinin beni orada görmesinden de seslerini duyduğum insanlarla göz göze gelmekten de o kadar korktum ki. Şimdi onları göremediğim için kendimi şanslı sayıyorum. On yedi katı asansör olmadan, koşarak nefes nefese inmiştim. Her katta ayrı bir gerçekle yüzleştim sanki. Beynim plan yapmaya devam ediyordu. “Çetin’i hayatından çıkart. Sosyal medyadaki fotoğraflarınızı sil. Ailen, eşin, dostun, akrabaların ve hatta arkadaşların arasında bu durumu bilenler mutlaka vardır. Onların hepsini saptamana gerek yok sen direk sosyal ulaşım alanlarını kapat. Bir istifa mektubu hazırla. Oturduğun siteden taşın hatta hayır şehir değiştir ne şehri ülke değiştir. Düğün için anlaştığın organizasyon şirketlerini ara, eşyaları iptal et, Çetin’in eşyalarını kargoyla gönder, salak ne kargosu çöpe at. Kahretsin bugünkü toplantıyı iptal etmedin saat kaç 08.28 Bir dakika bir dakika eve git telefonunu al ama kahretsin ajandan orada kaldı. Saçmalama bunlar ne saçma düşünceler git onlara bağır, çağır.

Yeterrrrr!”

O günün üzerinden tam iki ay geçtikten sonra en büyük korkum ile yüzleştim. Şimdi burada hayatımda neleri değiştirdim neleri değiştirmedim anlatasım bile yokken, sokakta bir çiçekçi kadın ile daha karşılaşma ihtimalimin beni getirebileceği noktanın korkusu içinde psikolojik destek almaya gidiyorum. Hiç bir plan ve programa dahil olmadan hayatıma devam ediyorum. Bir bijutericinin önünden geçerken gözüme takılan anahtarlıklar ise bende yaratılan bu tahribatın izlerinin her an başka bir nesnede vücut bularak görünür olabileceğini yüzüme vuruyor.

“Hüner şu anahtarlıklara bakar mısın çok güzel değiller mi?”

“Aaa haklısın çok güzeller Güneş… Alalım Cenova hatırası kalır, kuzenler tatilimizin güzel bir anısı olarak daima saklarız…”

Merve Demirok