Öykü

Astımlı Kuşlar

I.

12.04.1974 Brichovyyki Kasabası Emniyeti, Komiser Jacob’a

Sayın komiserim, ben kasabadaki St. Duomos fabrikasının iç işlerinden sorumlu Andreas. Dört gün önce kasabamızda yaşanan cinayet hakkındaki soruşturmanız için ek bir bilgi vermem gerekiyor. Yazıktır ki işten vakit bulup merkeze gelemediğim için mektup yazmamı mazur göreceğinize inanıyorum. Cinayetten önce bazıları bir iki gün boyunca maktulün fabrikanın etrafında gezindiğini görürken söylemişti hatırlarsınız. Bu söyleyenlerden biri de bendim ama sadece gezerken gördüğümü söylemiştim. Bu birkaç gecedir hafızamı zorlayınca aslında onun ağzından çıkan bir şey duyduğumu da anımsadım. Tam dört gün önce, Perşembe günü yani, cinayetin işlendiği gün, akşama doğru, tam cinayet vaktinden birkaç saat önce yani, tam fabrikanın önündeydi. Evet evet buraya kadar siz de biliyorsunuz. Ama buradayken bizim ustaların bulunduğu alana doğru “Bay Christyan” diye seslendiğini hatırlıyorum yabancının. İlkin emin olamadım, başka bir şey duydum da acaba ben mi uydurdum diye düşündüm ama, yok yok eminim. Tam yazılışından emin değilim ama böyle söylendiğine yemin edebilirim. Net hatırlıyorum, net. “Bay Christyan” diye bağırdı bizim ustalara işte. O ustaların arasında da Pilatus, Judas, Pavlo, Mikhail ve Kayafa vardı. Onların hakkında diyebileceğim pek bir şey yok ne yazık ki, başka kasabalardan fabrikanın yeni makineleri için özel olarak getirtilmiş ustalar bunlar. Aksanları da pek gariptir zaten. Doğu tarafından getirilmiş olmaları pek mümkün. Uygun bir vakitte siz uğrayıp üstünüze düşeni yaparsınız diye umuyorum –tabi eğer şüpheli bir şey varsa. Yoksa da çok beni karıştırmazsanız sevinirim sayın efendim. İsmimiz müzevire çıkmasın. Sağlıcakla!

II.

Kasabaya vardığında hava, gözlerini kaldırıp önüne bakamayacağı kadar parlaklıkta olan aldatıcı güneşe rağmen haddinden fazla dondurucuydu. Doktor, bu beklenmedik soğuğa hayli hazırlıksız olduğu için durduğu yerde, bavullarıyla sıcak bir kahve içme isteğiyle ya da bavullarını bıraktıktan sonra daha rahat bir şekilde keyif çatma fikriyle çatışıp durdu. Daha fazla bu soğuğa kafa tutamayacağını kendini ikna Doktor, pansiyona eşyalarını bırakıp belki daha sıkı bir şeyler giyerek çıkmanın doğru olacağını düşündü. Tren istasyonundan kalacağı yere gitmek için taksi ya da otobüs için bakındı lakin saatin erken olmasına rağmen ortalıkta pek kimse gözükmüyordu. Belki alışverişten dönen birkaç yaşlı kadın ve haylazlık peşinde olan bir avuç çocuktan başka kimse yoktu, hatta geldiğinden beri yoldan tek bir araba bile geçmemişti. Yoluna devam eden Doktor, gözün alabildiğince sık ağaçlardan oluşan, tek bir dar patikalı ormanın karşısında buldu kendini. Önce biraz tereddüt etse de önünde başka yol olmadığı için yürümeye karar verdi. Kışın yıkıcı günlerini geride bırakan ağaçlar yavaş yavaş yıkımdan tekrar diriliyorlardı ki kışın burada sert geçtiğini kimsenin söylemesine gerek yoktu.

Yaklaşık 15 dakikalık ıssız bir yürüyüşten sonra ormanın sağı ve solunda çok sık olmamakla beraber birkaç küçük ev görebiliyordu, doğru yolda olmanın rahatlığıyla adımlarını biraz daha gevşeterek yürümeyi düşündü ama hava hâlâ dondurucuydu. Biraz daha yürüdükten sonra iki şeritli bir caddeye çıktı ve caddenin hemen sol çaprazında pansiyonun büyük tabelaları gözüne ilişti.

Kalacağı pansiyonu dışarıdan biraz incelemeye koyuldu bilinçsizce. Bahçesi ve binanın kendisi oldukça yeni ve modern duruyordu ama binada kullanılan taşlardan anlaşılacak ki oldukça eski bir yapıydı, tabii iyi bakıldığına şüphe yoktu. İki katlı, yatay şekilde çok uzun olan pansiyonun yanında hemen ondan biraz daha uzun olan bir kilise bitiyordu. Kilise ve pansiyon birbirine bağlıydı. Pansiyon bu haliyle deryaların uzak kıyılarındaki yerleşik deniz fenerlerinin bitişiğinde bulunan uzun han görünümü veriyordu. Aslında kasabanın merkezinden gelirken, soğuktan olsa gerek, pek etrafa dikkat etmemişti ve bu yüzden bu yapının buraya özgü olup olmadığı konusunda pek bir fikir edinemedi. Çok da umursamadı aslında, mimariye pek ilgi duymazdı.

Pansiyonun iki kapısından girdiğinde solunda kiliseye bağlanan koridor, sağında ise kabul yeri vardı. Sol koridordan çıkıp gelen rahiplere bir süre gözü takıldı ve daha sonra da masaya yöneldi. İçeride çok fazla dini öğe barındırdıklarından sessiz ve yoğun bir hava vardı, ama çalışanlar güler yüzlü ve neşeli tiplerdi. Doktor ise tam tersi soğuk ve sessizdi. Orta yaşlarda, uzun ama çok da sıska olmayan Doktor, denizci tarzı yarı uzun siyahı canlı bir palto giymiş ve bir de paltosunu tamamlayan bir borsalino şapka takıyordu. Kahverengi keten pantolonu ve de işlemeli uzun burunlu çizmesi onun tatsız bir zevki olduğunu gösterse de aynı zamanda varlıklı biri olduğunu da hissettiriyordu. Doktor üzerinde ağırlık yaratıyormuş hissiyatından dolayı aksesuar ve takı takmayı pek sevmezdi. Bu yönüyle de tatsız zevkine soğukluk katıyordu.

Odasının anahtarını alıp peşin ödeme yaptıktan sonra odasına doğru yöneldi. Sadece iki katlı olan bu yerin ikinci katına çıktı ve uzunca bir koridorun en sonuna doğru yürüdü. 33 numaralı odayı buldu ve içeriye girdi. İçerisi özenle hazırlanmış ve temizdi. Küçük bir yerdi ama Doktor gibi birkaç gün kalacak misafirler için birebirdi. Tek kişi için oldukça büyük ve rahat görünen bir yatak ve de kilitli çalışma masası vardı. Kutu gibi gözüken masanın ortasından anahtarla açtığında iki tarafa doğru da genişleyen bölmeler açılıyordu. Her iki tarafta da ikişer raf ve ikişer bölme kapak bulunuyordu. Orta bölmede ise rahatça çalışabileceği düz bir zemin ve de altta ayağını uzatmak istediğinde ayağının rahatlığını sağlayacak minder sehpa vardı. Odayı biraz daha inceledikten sonra üstüne biraz daha rahat bir şeyler alıp kahve içmeye gidecekti. Pansiyonun de çok güzel sıcak kahveleri olduğu aşikârdı ama Doktor’un asıl amacı kahveyi bahane edip kasabanın merkezini keşfetmekti.

Doktor pansiyondan çıkıp kasabaya vardığında hava neredeyse kararmıştı. Batan güneş kızıllığını, yavaş yavaş kendini belli eden ayın parlaklığına emanet etmişti, Apollo ve Selene’nin gün içerisindeki son karşılaşmasıydı bu.

Bir şeyler içmek için uygun birkaç yere bakınan Doktor’un dikkatini, Almanya’nın Bavyera bölgesinin özgün tarzıyla yapılmış bir restoran çekmişti. Binanın çoğunluğuna yayılmış beyazlığına, kahverengi keresteler eşlik ediyordu. İçeri girdiğinde birbirine bağlı bir sürü farklı salon gördü. Birçoğu orta çağ havasıyla dayayıp döşenmişti. Uzun tahta masalar, tahta bardaklar, renkli amblemler, kılıç ve mızraklar…Her şeyiyle orta çağ Bavyera’sıydı bu mekân. En sondaki loş, sarı odayı seçti kendine. Oturduğu masanın sağında yaşlı, mutlu bir çift vardı. Adam gözlüklü ve tıknazdı, kadın ise gururlu ve sakin.

Kahvesini bitirdi ve kalkmadan önce elindeki mektuba bir göz attı. Nereye gideceğini bilen emin bakışlarla kalkıp Bavyera’dan çıktı. Dışarıdaki derin bir nefesten sonra Bavyera’nın hemen solundan tren raylarını takip ederek yolun sonuna doğru, yani pansiyondan geldiği yöne doğru yürüdü. Daha sonra tekrar tren raylarını takip ederek yukarı doğru yürümeye devam etti. Pansiyona giden o karanlık, kasvetli ormanın girişini geçerek yukarı doğru devam etti. Birkaç dakika sonra burnuna yağ ve metal dolu fabrika kokusu gelmeye başlamıştı. Doğru yöne gidiyordu.

İş yerine ulaştığında fabrikanın karşısına geçip adamını beklemeye koyuldu. Hava gittikçe daha da soğuyordu. Paltosunun yakalarını kaldırıp ellerini cebine koydu ve beklemeye devam etti. Yaklaşık 10 dakika sonra işçiler çıkmaya başladı. Bölüm bölüm çıkan kalabalıkta aradığını bulmak biraz zordu. Bir müddet sonra gözünü kısıp etrafa daha dikkatlice baktığında aradığını ileride birkaç kişiyle laflarken gördü. Evet oradaydı. Sigaralarını yakmış büyük olasılıkla iş hakkında hararetli bir konuşma yapıyorlardı. Oraya gidip onu sormanın iyi bir fikir olup olmadığı kendi içerisinde biraz münazara etti. Doktor, her zamanki gibi, çok fazla dikkat çekiyordu. Hatta birkaç grubun onun hakkında konuştuğunu bile duyar gibi oldu. Çok dikkat çekmeden gruba doğru yaklaştı ve üç dört kişilik kalabalığa doğru “Bay Christian” diye hafifçe seslendi. Gruptakiler sohbetlerini keserek o tarafa doğru döndü ve Doktor’un onlara doğru çok ciddi baktığını gördüler. Doktor’un suratındaki eminlik ifadesi Bavyera’dan beri devam ediyordu.

Kendi aralarında “Bay Christian mı? O kim yahu? Ne diyor bu hergele! “ diye biraz yüksekten fısıldaşıyorlardı. Doktor afallamalarını fırsat bilerek birkaç adam yaklaştı ve “Bay Christian sizinle konuşmam gere-“ diyecekken lafını bölerek araya giren adam “Sanırım beni biriyle karıştırdın. Şimdi daha fazla bu şaklaban halinle bizi rahatsız etmezsen iyi edersin.” diye çıkıştı.

Doktor burada tartışmaya girmenin pek akıl kârı olmayacağını düşünerek yüzünde alaycı bir gülümsemeyle kafasını onaylar şekilde aşağı yukarı salladı ve orayı terk etti. Kasaba merkezinde pek dolanmadan direkt olarak pansiyonuna gitti. Akşam yemeğini haber vermek için odasına genç bir hanım geldi ve yarım saat sonra yemek salonunda olması gerektiğini ve masasının da hazır olduğunu söyledi. Doktor teşekkür ettikten sonra üstünü değiştirip yemek salonuna doğru ilerledi. Düşünceli bakışları etrafındaki herkese ister istemez bir kasvet yağdırıyordu. Yemekten sonra bahçeye çıkarak sigarasını içtikten sonra tekrar odasına girip yarın neler yapması gerektiğini biraz daha iyi planlandı, en azından bugün yaşadığı rezillikten daha iyi olmasını dileyerek.

Sonraki sabah Doktor tekrar yollara düştü. Ana caddenin –aslında cadde denilemeyecek kadar dar ve sisli– savaş, direniş, kan, sopa ve taş ve de aynı oranda da barışı görmüş yıkık dökük kaldırımlarından ilerliyordu. Kasaba depresyondaydı. Her yerde insanı boğan gri renkler, vahşi ve sert biçimde planlanmış kentleşmenin yanı sıra fütüristik ama bir o kadar da geleneksel mimariler insana kendi melankolisini bile unutturacak derecede kasvetli ve korkunç geliyordu. Burada her şey eskiydi. İnsanlar, arabalar, yollar hatta renkler bile. Belki de Doktor’un bu kadar dikkat çekmesi ve öfkeli gözlerle tanışmasının sebebi buydu. Çünkü Doktor yeniydi, ve bu insanlar yeniye karşı çıkmış eskiyi koruyan ve onunla yaşayan insanlardı. Yabancılardan korkmuyorlardı, ama onlara karşı bir hasret de beslemiyorlardı. Onlar sadece değişimden korkuyorlardı. Her şeyin güzel olduğu zamanlardaki gibi kalabilirlerse belki de o güzel günleri tekrar yaşayabileceklerini düşünen bu tükenmiş ruhlar, eskiyi kendileriyle beraber gittikleri yere götürmeye hazırdılar.

Yolunu her ne kadar uzatsa da Doktor yine de işçilerin çıkmasından 15 dakika önce oraya varmıştı ve beklemeye koyulmuştu, yine. İlk çıkanlar iyi giyimli, şehirde okumuş ve tekrar ailesinin yanına, yani eskiye dönmüş, beyaz yakalılardı. Daha sonra evlerine yetişip çocuklarına ve eşlerine yemek pişirme derdinde olan, işleri başından aşkın, günde üç ya da dört saat uyuyabildikleri belli olan, taşıdıkları yüklerden omuzları çökmüş, yüzlerindeki her saniye ile değişen mimik ve ifadeleriyle orta yaşlı “anne”ler çıkmıştı. Ve işte, ustalar çıkmaya başlamıştı. Christian da birazdan burada olacaktı. Doktor paltosunun iç cebinden son birkaç tane kalmış sigaralarından birini aldı, sigarayla beraber gergin bekleyişini yaktı, daha sonra düşüncelerini de onunla üfledi. Christian oradaydı.

Bu sefer Doktor’u da şaşırtan bir şey oldu. Christian ona doğru gelip, hızlıca kolundan kavrayıp tenha bir yere doğru sürüklemeye başladı. İkisi de konuşmuyordu. Kaldırımın ve yolun bittiği artık patikanın bir çocuk parkına doğru uzandığı yolda binalar yürüyen bu sessiz bekleyişli adamlara sırtını dönmüştü.

Bir şeyler soruyordu Christian. Doktor ise ellerini onu sakinleştirmek için kullanarak hararetli bir şekilde açıklama yapıyordu. Aralarındaki konuşma tartışmaya döndü, tartışma kavgaya ve kavga ise tek kurşuna. Tek bir kurşun ve bir kalp daha uykuya dalmıştı. Silahtan havaya karışan barut kokuları yüzünden bu kasabada kuşlar ötmüyor, kuşlar öksürüyordu.

III.

Komiser Vitali, aldığı son mektuptan sonra daha da karmaşık düşüncelere dalmıştı. Masasından kalkıp kanıtların tutulduğu odaya gitti. Orada tekrar yabancının üzerinden çıkan mektubu tekrar açtı ve önüne koyup düşünmeye başladı. Önünde karmaşık bir dava vardı.

“Doktor, neredeyse iki bin yıldır kaçtığımız kader, bizim için gergin ağlarını örmeye devam ediyor. Son bilgilere göre Christian’ın hayatına kastetmek için etrafına konumlandırılmış adamların isimleri şöyle; Pilatus, Judas, Pavlo, Mikhail ve Kayafa. Christian’ı ikna edip çıkar, eğer ki beceremezsen en azından bu isimlere dikkat etmesini söyle. İhanet çok yakın. İnsanlığın günahını bir daha omuzları üzerine almaması gerek. Haberlerini bekliyoruz.” Maestro “Baptist” Yuhanna