Öykü

Alın Yazısı

Kapının altından bir koku sinsice sızıyor yatak odamıza. Her yere sinerek ilerliyor. Açmamak için direttiğim gözlerim daha fazla dayanamıyor odadaki varlığına. Uyanıyorum. Koku, Levent’in tarafında boylu boyunca yatıyor. Elimi pervane gibi savuruyorum üzerinde ama fayda etmiyor. Rüzgârın gücüne sığınıp açıyorum camı. Benimle birlikte kalkıyor koku da. Kimse girmesin diye kilitlediğim kapıdan canhıraş çıkıyorum şimdi. Tam o sırada evin kapısı kapanıyor. Kapının önündeki ablam yüzünde tedirgin bir tebessümle yanıma geliyor.

-Bir şey mi istedin canım?

İlerliyorum. Koku hemen arkamda takip ediyor beni. Tam mutfağın önünde duruyoruz. Elimi burnuma kapatıp, ablama dönüyorum. Hatırlıyor olmalı bu kokuyu. Hatırlıyor evet ama anlayamıyor. Kederli bir iç çekişle mutfağa gidip yükselen buharın içine karışıyor. Kapatıyorum gözlerimi. Koku bir tabağın içinde geçmişimden uzanıyor.

Küçük ellerimin arasında tutarken onu ablama bakıyorum. Annesinin sıkıca tuttuğu elini yavaşça bırakıp yanıma geliyor. Sarılıyoruz. Annesinin eli ikimizi birden kavrıyor. Bir müddet sonra ayrılıyor. Gitmeden önce ablama usulca, “istersen akşam alırım seni,” diyor. Dudaklarımın titrediğini hissediyorum. Arkamı dönerek uzaklaşıyorum biraz. Ev; ağlayanlar, dua edenler hem ağlayıp hem dua edip hem de kokuyu tüm eve yayanlarla dolu. Bahçe kapısının önünde bir çift siyah topuklu ayakkabı duruyor. Annemin, babama yetişmek için hızlıca ayağına geçirdiği ama kazada ayağından fırlayan ayakkabılar. O esnada ablam kokuyla dolu kaşığı ağzına götürüyor, “anne,” diye bağırıyorum. Tabak düşüyor elimden. Açıyorum gözlerimi. Annemin ayakkabılarını bir daha hiç göremediğimi düşünüyorum.

Bir şey mi istediğim soruluyor yeniden. Ellerim burnumu ve ağzımı kapatmışken, “pencereyi açın,” diyorum.

-Sen camii hocası gelinceye kadar dinlen. Bak biz her şeyi hallediyoruz.

-Pencereyi açın.

Evin kapısı açılıp kapanıyor. Ablamın eşi Rıfat koca bir tepsiyle giriyor içeriye. Benim gibi bir müddet duruyor mutfak kapısının eşiğinde. Ablam masanın üzerindeki tabak, bardak karmaşasını aralayıp, “böyle koyuver,” diyor. Rıfat’ın bekleyişi bitiyor böylelikle. “Tatlı da geldi,” diyor bir başkası. Daha fazla dayanamayarak bağırıyorum. “Pencereyi açın!” Elimi öğürerek çekiyorum burnumdan. Kusuyorum. Şaşkınlıkla açılan gözlere iğrenme karışıyor. Kıpırtısız bedenlerin arasından geçip açıyorum tüm pencereleri. Bahçe kapısının önünde duran siyah rugan ayakkabıları görüyorum.

-Kim koydu onları, kime sordunuz?

Kimse konuşmuyor ama en çok ablam susuyor. Geçmişim şimdiki zamanıma dolanırken bakıyorum ona. Hatırlıyor evet ama anlayamıyor. Bir kez daha bakıyorum camdan. Ayakkabıları görmüyorum.

Karşı apartmandaki komşunun sesi yükseliyor.

-Bir kağıt toplayıcısı aldı ayakkabıları. Sokağın aşağısına indi.

Sahile inen sokağın başında görüyorum kağıt toplayıcıyı. Bağırıyorum ama durmuyor. Arabasının demirlerine asılıp son sürat iniyor yokuşu. Demire astığı ayakkabılar savruluyor. Biraz daha hızlanırsa kopup gidecekler. Yetişmek için tüm gücümle koşuyorum. Bir anda başka sokağa sapıyor. Kesilen nefesimle takip ediyorum onu. O ise gülerek sürekli başka sokaklara giriyor. Birkaç sokak sonra yavaşlıyor. Yine koşuyor ama eski hızı yok. Kapanıyor aramızdaki mesafe. Parmaklarım değiyor ayakkabılara. Tam çekip almışken onları üzerime sinen kokuyu fark ediyorum. Acı bir fren sesi çarpıyor kulaklarıma.

Kırmızı renk ve büyük harflerle “ALIN YAZISI,” yazıyor arabasının muşambasında. Bu, gözlerim kapanmadan önce gördüğüm son şey oluyor.

Çağla Özkan