Öykü

Sarmal Kuyu

Temiz bir hava var, gökyüzü açık… Ne zamandır kuşların uçuşunu izlediğimden emin değilim. Her şey sıfırlanmış sanki zihnimde ve yalnızca bu an var, başkası değil… Kuşlar yükselip alçalıyor, zaman duracak gibi olup ardından tekrar koşmaya başlıyor.

“Kaçıncı döngüdesin?”

Resmi kıyafetler giyen bir adam beliriyor yanı başımda; korkuluklara yaslanmış, bulutları izliyor. Dikkatimin dağıldığı bir anda gelmiş olmalı, yoksa fark ederdim.

“Merhaba, ne demek istediğinizi anlayamadım…”

“Döngü diyorum, kaçıncı kez aynı şeyleri yaşamak için geldin buraya?”

“Buraya ilk gelişim muhtemelen… Bazen her şey silinip gider ya, öyle bir anın içindeyim şimdi; önceden geldiysem de hatırlamıyorum.”

“İnsan önceki yaşamlarını hatırlamaz mı hiç? Yeni misin yoksa?”

Şaşkınlığını dile getirmek için bir parça yukarı kalkıyor kaşları, çok da değil ama, “dalga mı geçiyorsun” dercesine…

“Burada yeni olabilirim; ama beni tanıyanlar vardır belki, bu eski olmak için yeterli mi? Şu taraftan geldim sanırım, belki de bu taraftan; şimdi buradayım ama, öncesi çok mu önemli?”

“Bizi biz yapan öncesi değilse nedir? Sen yenisin gerçekten, oysa benim dokuzuncu seferim. Böyle boş boş bakıyordum ben de ilk seferimde. İkinci döngüyü hayal meyal hatırlıyorum, karanlık zamanlardı. Yavaş yavaş olayın farkına varıyor insan, hikâyeyi tekrar etmek için geri dönüp duruyor…”

“Ne yani, bundan önce sekiz kez daha mı yaşadınız? Üstelik aynı şeyleri…”

Şaşırma, daha doğrusu inanmama sırası bendeydi bu defa, adam ölüp ölüp dirildiğini iddia ediyordu; olacak iş mi bu? Aynı dünyaya bir kez daha gelir mi insan?

“Sadece o da değil, bu sekiz yaşamımda da hikâyenin ana fikrinin aynı olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Belki ben değişmediğim için, ama öyle de değil ki; bazen zengindim bazen fakir, bazen çok yaşadım bazense az… Bunlar hikâyenin akışını etkiler sanırsın ancak bir şekilde dönüp dolaşıp aynı sarmala dönüşüyorlar. Düğümlerle dolu, birbirine dolaşmış, ama hepsi de aynı bir dolu yumak… Seni kıskanıyorum, henüz hikâyenin sonunu bilmiyorsun, eşsiz bir deneyim olacak bu.”

“Özür dilerim. Gitmem gerekiyor.”

“Elbette. Görüşmek üzere… Bu arada unutma, elinden bir şey gelmez…”

Oysa şu an bu sohbeti sona erdirmek benim seçimim. Az sonra başlayacak bir toplantım olduğunu hatırlamışçasına yola koyuluyorum, birkaç kat aşağı inip modern mimarinin eşsiz örneği derme çatma binayı terk ediyorum. Alınmış olacak ki yerin dibine geçiyor koca çatı terasıyla birlikte. Etrafa saçılan enkazın parçaları birkaç adım önüme kadar yaklaşıyor. Muhtemelen dokuzuncu yaşamının sonuna ulaşan adamı düşünmeden arkamı dönüyorum, önümde uzanan yola odaklanmalıyım, burada bir işim yok. Kalabalıktan sesler yükseliyor, kısa sürede olay yerine ulaşan görevliler bir güvenlik hattı oluşturuyor.

“Şu değil miydi ya binadan çıkan? Kendinden emin adımlarla yavaş yavaş yürüyordu, bina toza dönüşürken kılını bile kıpırdatmadı.”

“Evet, o yapmış olmalı, elinde bir kumanda vardı sanki; binaya yerleştirdiği bombayı patlattı, katil!”

Parmakların beni işaret ettiğini hissedip konuşanlara dönüyorum isteksizce.

“Ne saçmalıyorsunuz böyle? Kumanda filan yok bende.”

“O zaman kesin zaman ayarlı bir sistem kullandın. Tabii ya, artık öylesi moda.”

“Elinizde herhangi bir kanıt yoksa böyle asılsız suçlamalarda bulunmayın lütfen, işim var, gitmem gerekiyor.”

“Ne işiymiş bu?”

Ben de bilmiyorum henüz ancak gitmeme engel olacak değil ya? Yolun götürdüğü yere, çizgileri izleyerek yavaş ama sık adımlarla ilerliyorum. Bir dakika, böyle gidersem vardığım zaman gittiğim yer benim kararım olmayacak ama… Elimden bir şey gelmeli, kendi yolumu oluşturmalıyım duvarları aşıp.

“Hey, sen! Çimlere basmak yasak.”

Bu bir polis mi? Belki de bir çeşit park görevlisi… Yolun kenarında durmuş aklı sıra işimi bozacak.

“Neden? Şehrin dışında göz kırpan şu dağa nasıl gideceğim o zaman?”

“O dağa gitmeyeceksin; bak, yol yapmışlar, oradan yavaş yavaş ilerleyeceksin.”

“Ama ben o dağa gitmek istiyorum, sırf süs olsun diye orada değil ya. Görmek, keşfetmek, yani yaşamak için…”

“Bu yoldan gidenler de yaşıyor, yaşamıyor mu?”

“Onlar herhalde öylesine yaşıyor; hep aynı şeyleri yapıyor, aynı şeyleri buluyor, böyle olunca da sıkılıp suçu hayatın kendisine atıyor.”

“Suç kendilerinde yani?”

“Bir suç yok ortada aslında, kendi istediklerini yaşıyorlar, hepsi bu…”

“Neyse, bana iş çıkarma şimdi, çime basacaksan da başka yerde bas, benim görmediğim bir yerde…”

Öyle yapıyorum canını ve canımı sıkmamak adına, böylece yine başkasının dediği oluyor. Kanala sıkışmış bir balık gibi akıntıyı takip ediyorum bir süre boyunca, kendine göre iyi yanları da yok değil bu eylemin, daha doğrusu eylemsizliğin… İçime oturuyor ama isimsiz bir duygu, kimse görmezken çalıların içine atlayıp yoldan çıkıyorum…

Yol yok diye terk edilmiş değil ya; kuşlar, böcekler, daha doğrusu bütün o türlerden sağ kalmayı başaranlar hep burada. Evleri şehrin gri dumanıyla boyanmış biraz, ama neşeleri yine aynı, umutla bakıyorlar hayata. O umutsuzluğu bir tek insan taşıyor sanki, ama işte o insan da dünyada çok yer kaplıyor, hep böyle sanıyorlar dünyayı arada bakıp kaçan uzaylılar… Bin bir konuyu düşünürken bir başka şehrin girişinde buluyorum kendimi, oysa dağa doğru gittiğimi sanıyordum… Saçı sakalına karışmış hırpani bir adam bekliyor yolun kenarında, beni görünce yanıma yaklaşıyor.

“Bu sensin. Beni orada neden bıraktın? Binanın yıkılacağını biliyordun da bana yardım etmedin, öyle mi?”

“Hiçbir şey bilmiyordum, hem sen… Yoksa?”

“Evet, onuncu yaşamımda yine seninle karşılaştım, kaderin ilginç bir cilvesi olsa gerek…”

“Nasıl yani? Sen orada öldün ve sonra birden burada buldun kendini, öyle mi? Pat diye bu yaşta ve bu halde?”

“Ya nasıl olacaktı? İhtiyar bir adam anadan mı doğacaktı?”

“Sanki ihtiyar olarak değil de çocuk olarak…”

“Bunca zaman nerede yaşadın, hoş, sen aslında daha pek yaşamadın, biliyorum, ama çok garip fikirlerin var. İnsanların yaşlanınca öldüğüne filan da inanıyorsundur sen şimdi, her gün zamanı dondurup da yaş çizgilerini ekleyen cüceleri görmeyenlerin yapabileceği çok şey de yok aslında… Aramıza sızmış bir şeytan mısın yoksa? Başka dünyadan bir yabancı…”

“Dediklerin olmadığımı biliyorum, ama kim olduğumu bilmiyorum… Nasıl, nereden öğrenebilirim bunu?”

“Kim olduğuna sen karar verirsin, onu uydurursun bir nevi; ama geçmişin de önemlidir bunu yaparken, garip bir karışımdır kendisi… Henüz birisi olacak kadar yaşamamış olabilirsin…”

“Sen yaşadın mı peki, yani bu yaşamında?”

“Kim olduğumu biliyorum ben, tekrar tekrar yaşadım sonuçta, eskiden neysem yine oyum.”

“Belki de değilsin, aynı kişi olmayı seçtiğin için tekerrürden ibaret yeni yaşamların. Söylesene, sen de şu dağa çıkmak istemez misin?”

“Neden isteyeyim?”

“Görmek için, sırf yapabildiğin için…”

“Yoksa yapabildiğini herkese göstermek, kanıtlamak için mi?”

“Hayır, başkalarıyla ilgili değil bu, sadece kendin için.”

“O halde sanmıyorum… Yapacak çok işim var zira…”

Sonra gidip bir tekerleği çevirmeye başlıyor, buğday öğütüyor gibi ama değirmenden un yerine hava çıkıyor. Önemli bir işe benziyor, en azından kısık sesle bunu kendisine o şekilde tekrarlıyor.

“Ben gidiyorum. Görüşmek üzere, yani eğer tekrar karşılaşırsak…”

Aldırmıyor, işine kaptırmış kendini; öylece devam ediyor hiç yokmuşum gibi… Bu şehrin içinden geçmek yolumu kısaltacak, aslında bir an önce varmak gibi bir dileğim yok, yolun kendisi daha önemli; yine de ayaklarımın götürdüğü yere gidiyorum… Siyah beyaz hayatlar yaşayan insanlar var manzarada, soluk yüzler canavarların gözlerini taşıyor. Hikâyelerini merak etmekten uzağım, kendi hikâyeme yer kalmayacak hepsininkini dinlersem, buna rağmen yemek yapan bir kadın bana sesleniyor.

“Aç mısın?”

“Sanmıyorum…”

“Açsındır, gel bir şeyler ye.”

Açlık diye bir şey olduğunun bilincinde değildim adeta bunca zaman, birden midemi hissetmeye başlıyorum, yemek istiyor delicesine…

“Param yok ki ama…”

“Para da ne?”

“Yemek karşılığında verebileceğim bir şey…”

“Burada yemek karşılıksız.”

“Bu işten senin çıkarın ne öyleyse? Niye yemeği sen yapıyorsun?”

“Yemeği ben yapmıyorum, sadece dağıtıyorum. Dağıtırken hikâyeler anlatıp dinliyorum, böylece uzun yaşamış oluyorum.”

“Uzun yaşamak mı?”

“Evet, başkalarının yaşadıkları da benim bir parçam oluyor; uzun demek o kadar doğru değil belki, daha doğrusu çok yaşamış oluyorum.”

Burada kalıp başka hikâyeler dinleyerek çok yaşamak hoş dursa da bir kap yemekten sonra yerimden kalkıyorum.

“Üzgünüm, sana çok şey anlatamadım, biraz daha yaşadıktan sonra daha iyi anlatabileceğimi düşünüyorum. İşte şu dağa gidip geldikten sonra, o zaman anlatacak şeylerim olacak.”

“Hangi dağdan bahsediyorsun sen? Burada dağ filan göremiyorum…”

Gerçekten de buradan gözüken bir dağ veya gökyüzü yoktu, tek katlı binalar ufku öylesine kaplamıştı… Boğucu bir havaydı bu, bir an önce gitmek istedim… Labirenti andıran sokaklar şehrin daha da içine götürdü beni, geldiğim yolu kaybettim, tek hatırladığım bir köşeye kazınmış gitmek istediğim yerdi…

Böylece yıllar geçti, onların üzerine de yıllar eklendi. Olmayan hikâyelerimi anlatıp bir parça yemek yedim ve şehrin çıkışını aradım her gün. Yeni yeni sokaklar çıktı karşıma; şehir hızla büyüdü, değişti ve kaçışımı engelledi. Bir tuzaktı bu, sinsi bir avcının eline düşmüştüm. Sözde istediğimi yapıyordum ama burada istediğim hiçbir şey yoktu… Onuncu hayatını yaşayan adamla karşılaştım bir gün, onu görünce mutlu oldum aslında…

“Söylesene, çıkış nerede?”

“Bir çıkış olduğunu mu zannediyorsun?

“Bir giriş vardı ama, o halde çıkışı da olmalı.”

“Bir giriş vardı, evet; istersen seni oraya götürebilirim de… Ama oradan çıkamazsın, orası sadece bir giriş…”

“Olsun, götür sen yine de, buraya nasıl geldiğimi görmek istiyorum.”

Kendisini takip etmemi işaret edip geri geri atıyor adımlarını, aynı şeyi yapıyorum ben de, bu şekilde oldukça komik görünüyor olmalıyız… Bir şekilde işe yarıyor ama, bir yere gidiyoruz normalde gitmenin mümkün olmadığı… Sırtımız bir duvara yaslanıyor.

“İşte, giriş orası, yukarıda…”

Kuyu gibi bir şeyin dibindeyim, yıldızlar zar zor seçiliyor yukarıda…

“Bu şehir yer altında mıydı?”

“Eskiden değildi, ama insanları yedikçe ağırlaştı ve bu hale geldi. Kimse çıkamıyor bu yüzden, sadece yeni insanlar düşüp şehri daha da aşağılara götürüyor.”

“Duvara tırmanmayı deneyen olmadı mı hiç?”

“Neden ki? Burada karınları doyuyor, rahatlar anlayacağın…”

“Ama dışarıda da doyar karınları; ağaçlar, tarlalar bunun için var.”

“Sen uzun zamandır buradasın, ne biliyorsun dışarıda bu dediklerinden olduğunu? Hep varsayımlar üzerinden gidiyorsun; onu yapacağım bunu edeceğim diyorsun, şimdiye kadar yapmış olduklarını düşündüğün yok.”

“Hiçbir şey yapmadım ki henüz.”

“Sorun da bu ya işte…”

Uzaklaşıyor başka bir şey demeden, yalnız kalıyorum kuyunun dibinde… Duvar çok da aşılmaz görünmüyor, ufak çıkıntılara sahip, yine de tırmanması zor. Kol kaslarım yeterince güçlü değil, tırmanmayı deneyince yolun çeyreğinde yorulup bırakmak zorunda kalıyorum. Denemek rutinim oluyor ama, günbegün güçleniyorum…

“Demek sonunda bir iş buldun sokaklarda boş boş gezmek dışında…”

Yemek dağıtan kadın hafifçe gülümsüyor.

“Boş gezmiyordum, çıkışı arıyordum; onu buldum, şimdi de oradan geçmeye çalışıyorum. Güçlü olmam gerekiyor, kuyunun duvarına tırmanacağım. Bir tas daha çorba alabilir miyim?”

“Alabilirsin.”

Biraz aceleciyim, gün geçtikçe tırmanabildiğim mesafe artıyor ama bir yandan da şehir dibe batıyor. İnsanın tırmanamayacağı bir hal almadan gitmek zorundayım… Bir ay geçti sanırım kuyuyla ilk karşılaştığımdan bu yana, gökyüzü olmayınca günler daha hızlı geçiyor… Hazır gibiyim son tırmanışa, buradan gitmeyeyse ilk andan beri… Zor bir tırmanış değil bu, yükseldikçe hafifliyorum, temiz bir hava kaplıyor ciğerlerimi… Sonunda dışarıdayım, hava karanlık ama yıldızlar aydınlatıyor her yeri…

“Evet sayın seyirciler, kuyudan çıkmayı başaran biri oldu; batan şehrin gizemi sonunda çözülecek! Yeryüzüne tekrar hoş geldiniz, izleyicilerimize ne söylemek istersiniz?”

Bunlar yıldız değil, kameraların ışıkları… Yuvarlak bir mikrofon uzatıyor sunucu bana, bir şeyler dememi bekliyor…

“Şey… Kolay olduğunu söyleyemem…”

“Evet, birçok zorluk atlatmış olmalısınız. Az sonra bir araç gelecek, sizi mükemmel şekilde ağırlayacağız, ardından bize yaşadıklarınızı anlatırsınız. Milyonlar sizi izleyecek!”

“Benim gitmem gereken başka bir yer var ama…”

“Hayır, olmaz, başka kanala bırakmayız sizi. Bizim de o kadar emeğimiz var, gece gündüz demeden bu kuyunun başında bekledik.”

“Neden yardım etmediniz o halde, tırmanmaya çalışırken beni görmediniz mi hiç?”

“Kuyunun sembolik bir şey olduğunun farkındasınız, değil mi? Şehir şurada, gözümüzün önünde duruyor…”

“Ve siz de beni başka bir şehre götürmek için buradasınız…”

“Evet, insanlar böyle hikâyeleri seviyor: Tırnaklarıyla kazıp başardı! Korkmayın, karnınız gerçekten çok iyi doyacak, el üstünde tutulacaksınız.”

“Peki istediğimi yapabilecek miyim?”

“Ah, onu kimse yapamıyor; ben istediğim için mi buradayım sanıyorsun? Hayır… Kendi kuyumdan çıkmaya çalışıyorum…”

“Ama ben çıktım, yani çıkmıştım…”

“Korkarım asıl kuyun yeni başlıyor…”

Haber ekipleri ellerimden tutup beni bir araca sürüklüyor, büyük şehir dedikleri yere giderken hüzünlü bir dağ gökdelenlerin arasından görünür gibi olup kayboluyor…

Sinan Sonlu

Bilkent Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği mezunuyum, şu an yine aynı üniversitede bilgisayar mühendisliği üzerine doktora yapmaktayım. Kitaplar hayatımda daima önemli bir yere sahip olmuştur. Okunacak yazılar yazabilmek, dinlenecek sözler söyleyebilmenin yanında, en büyük hayallerimdendir.

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Avatar for Aremas Aremas says:

    Acemi bir yenidendoğanın defolu belleğini ve mesnetsiz eylemlerini güzel bir şekilde kağıda dökmüşsünüz. Sahneler arasındaki hızlı ama kendinden emin geçişler öyküyü daha da güzelleştirmiş. Diyalogları yoğun kullanmak özellikle karakterlere hakim değilken ciddi riskli bir hale gelebilir. Öykünüzde bu konuda da iyi bir sınav vermişsiniz bana göre. Bir türlü uyanılamayan ama işin sonunda sağ çıkacağımızı için için bildiğimiz rüyalar gibi olmuş.

    Çok beğendim, şapka çıkartıyorum.

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

Yorum Yapanlar

Avatar for Aremas Avatar for sina5an

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *