Öykü

Abide-i Hürriyet’in Şimşekleri

“Ölüleri rahat bırakmak gerek. Hele devri geçmiş ölüleri hiç kurcalamayalım.”

Abide-i Hürriyet’e gitmemek ve bir zatın vurulması için kendisine başvuranları başından savmak için söylemişti bunu. Verilen karşılık, kelimeler ağızdan dökülürken saçılan tükürük dahi keskindi:

“Kimin ölüsü? Senin sayılır. Hangi memleketin ölüsü? Senin sayılır. Güzellikle gelmen arzumuzdur. Aksi takdirde zorla getirmesini de biliriz.”

Bu adamların başka bir hali, bugünün insanı gözünce tanınmayacak bakışları vardı. Durdurulamaz olduklarını hissettiriyorlar fakat bir devin güzel bir çiçeğe dokunmak niyetiyle elini uzattığında koparması kabilinden bir izlenim de bırakıyorlardı. Sesleri duyulduğu vakit yapılması gereken işler olduğu ve o sesi duyanın görevin tehlikesini düşünmeyi aklının ucundan dahi geçirmeyip harekete geçmesi gerektiğini, bu dayatmayı kalben algılıyordu.

Gece, Abide-i Hürriyet’e doğru giderken hiçbir yerde anlatamayacağı cinsten utanç verici bir dolandırıcılığın pençesine düştüğüne ikna olmuştu. Niçin ona dadandıklarını anlamadığı, belirli aralıklarla onu rahatsız eden bu kimselerin sert üç beş cümlesine boyun eğişine kızıyordu.

Anıta yaklaşırken onun geldiğini gören bir karaltının kapıya yaklaşmasını izledi. Karanlıktan pek seçemese de bekçi addettiği kişinin pek bulaşılmayacak türden biri olduğunu kaslarına değin hissetti. Ya bekçi de onların safındaydı ya da bekçinin yerine geçen bambaşka bir herifti. Anıtın demir kapısını açtıktan sonra uzaklaştığını ve onu seyrettiğini gördü.

Etrafına, yüz yıl evvelinin keşmekeşinin aksine pek sessiz ve uğruna öldükleri davaya karşı pek duyarsız duran kişilerin mezarlarına baktı. Aklından uçuk kaçık fikirler geçmekteydi. “Acaba,” dedi, “buradakilerin kanına girenlerin soyundan birini mi öldürtecekler? Ama o vakit, bu kadar kolaysa, niçin kendileri yapmasın?” Sansasyonel bir suikast gerçekleştireceklerdi de tufaya gelecek bir piyon mu gerekti? O yalnızca çölde kutup ayısına denk gelen bahtsız bedevi değil kışın gece vakti kanını emen bir sivri sineğe denk gelebilecek tıynette bir insandı. Onu seyreden adama döndü.

“E hani?” dedi. “Kimseler yok.” Cevap gelmedi.

Bu kubbede, hoş bir sadâ dahi baki kalmamıştı. Yüz yıl evvel ortalığı inleten bu insanları kederli bir yalnızlıkta bulmuştu.

Yağmur yağmaya başladı. Epey yakında konuşlanan Adalet Sarayı’na tedirgin bir bakış attı. Gereğinden fazla bile beklemişti. Gitmeye meylederken onu içeri sokan adamın silah çektiğini gördü. Durdu, kımıldamadan ona baktı. Binlerce yıldır sıkılmaksızın göğe çizik atan şimşekler belirince ortalık ansızın parlıyor, peydah olan gürültü Abide-i Hürriyet’te yatan mevtaların yaşadıkları devirdeki coşkun ve endişeli seslerini adeta yeryüzüne taşıyordu. Adamın silahını indirip bakışlarının anıta, o ağzı yukarı dönük topa kaydığını görünce kendisi de başını çevirdi. Yıldırım, topun ağzına düştü. Bu taştan top, düşmana saldırırcasına yıldırımı göğe yansıtınca etrafı ulvi bir beyazlık kapladı.

O yukarı bakan topun, Abide-i Hürriyet anıtının, ağzından dehşet verici bir gümbürtü ve parıltı çıktığı vakit, kendini ayaklarına ihanet edip sarsılan yere kapaklanmış buldu. İtidalini kaybetmiş halde gözlerini etrafta olup bitene alıştırmaya çalışırken geçen gün onunla konuşan ahalinin karşısında, çiseleyen yağmur altında dikildiğini gördü. İnlerken silahını çıkarıp onları kurşuna dizmeye çalıştı fakat silah tutukluk yapmıştı. Böylesi korkunç bir işten sağ ve fiziksel olarak hiç tesir altında kalmadan çıkabildiğine aklı ermemişti. Silah işe yaramayınca geri geri gitmeye başladı. Sırtını soğuk ve sert bir şeye çarpınca arkasını döndü ve o heybetli topun önünde durduğunu gördü. “Vatanına hoş geldin,” dediler. “Tabi pek bir şey vaat edemiyoruz, vatan namına.”

Bir grup meczubun eline düştüğüne kanaat getirecekti ki muhitin pek de alışık olmadığı vaziyetini fark etti. İçlerinden biri tedirgin etmeme gayretiyle ona yaklaşıyordu. “17 Nisan 1342…. Yani senin anlayacağın, 17 Nisan 1926.” Silahına yine davrandıysa da anlaşılan mermi, bilmediği devrin ve alemin etinden çekiniyordu.

Nihayet kaderinin, ki şu noktada kaderden bahsetmeyi abes bulmasına karşın, ezelden beri bok yoluna gideceği hissinin gerçekleşeceği anın şimdi olacağına inandı. Yapacak daha iyi bir şeyi olmadığı için Allah’a sığındı.

Hızlıca koluna girip onu civardaki bir konağa soktular. “Al şunları geçir üstüne.” dediler. Devrin esvaplarına göz gezdirdi. Ellerini iki yana açıp ulu orta giyinecek miyim dercesine yüzlerin baktı. “Hadi be. Acele et.” diye çıkıştılar. Soyunurken onu süzen erkek kadın karışık bu efradın karşısında o da onları süzerek giyindi.

Aralarından bir kadın mücevher gösterip, “Küçük Efendi’den. Muvaffak olduğunda senindir.” deyince bu mücevherin eline geçmesini sağlayacak nasıl bir iş yapacağını düşündü. Cüzdanını, çalışmayan telefonunu ve silahını yeni kıyafetlerine yerleştirdi.

Konaktan çıktıklarında eski harflerle tabelaları görünce acayip bir alemde bulunduğuna kanaat getirmişti. Yine de gördüğü nice korkunç ölümden sonra aklına mukayyet olmak onun için zor değildi. En azından kan gibi tiksindirmiyordu.

At arabasıyla Cadde-i Kebir’e doğru yol alırken meydana gelenleri ona anlatmışlardı. Mesele dışarıdan bakınca basitti. Özüne girdikçe karmaşıklaşıyor ve hayrete düşürüyordu. Fakat onlar özde yeterince pişmişler, yaşananlara çokça kafa patlatmışlar, hayret duygusunu aştıkları için olanları normalleştirmişler ve hadiselere yine dışarıdan bakar olmuşlardı.

Âdemin teki, bir başka alemden etiyle kemiğiyle İngilizler adına burada zuhur etmiş, bazen Fransız fakat ekseriyetle İngiliz sefaretinden çıktığını çok kez görmüşlerdi. Onun geldiği vakitler Ayasofya’nın kubbesinde -adeta işaret gibi- şimşekler çaktığına rastlamışlardı. Sefaretin içerisi onlar adına tam manasıyla çözülememiş bir sır olduğu ve giremedikleri için nasıl gelir, nasıl kaybolur bilmiyorlardı. Sefarete girdiği bir vakit, civardan ayrılmayıp orayı aralıksız göz hapsine almışlardı ve adamın ancak dört ay sonra tekrardan sefaretten çıktığını öğrenebilmişlerdi. Tahkikleri gösteriyordu ki herif kendi aleminde de epey mühimdi. Defalarca ortadan kaldırmaya teşebbüs etseler de İngilizler adına çalışan bu adamı öldürmeyi başaramamışlardı. Düşmandan birini indirmek Bab-ı Ali’ye girip Nazım Paşa’yı indirmeye benzemiyordu.

Dokundurmayla söyledikleri bir sözleri onu şaşırttı: “Ne hikmetse sana benzer.”

İşgal kuvvetleri bu insanların canına okumaktaydılar. Onlar da Abide-i Hürriyet’in bahşettiği güçle, çareyi başka bir evrende bulmuşlardı. İşgal kuvvetlerine ait bir haritada onun İstanbul’unu, evraklarda eşkâlini ve bilgilerini ele geçirmişlerdi.

İç geçirerek “Bir Yakup daha olaydı sana gerek kalmazdı.” diye hayıflandıklarında “E gidip getirseydiniz.” dedi. Kabil değildi. Kendi evrenlerinin geçmişine yahut geleceğine gidememişlerdi. Abide-i Hürriyet her seferinde, nedense, miladi 2023’ün 29 Ekim’ine ve tutup getirdikleri bu adamın evrenine götürüyordu. Abide-i Hürriyet’in onlara bahşettiği güç bir düşman hatası olsa gerekti, detaylarını henüz keşfedememişlerdi. Bu nevi acayip yerlerden birkaç tane vardı. Yıkılan Ayastefanos Rus Abidesi’nin çevresinde ve birkaç muhitte daha böyle tuhaf vakalar cereyan etmekteydi. Fakat sarayların hiçbirinden böyle bir acibe henüz bildirilmemişti. Bilgi namına nice canlar feda ederek ancak bu kadarını öğrenebilmişlerdi.

Niye bu işe bulaştırıldığını sorduğunda, “Nişan almak meseledir. Öylesi yanımızda kalmadı.” dediler. Ne onun ne ona benzeyen zâtın bu alemin geçmişinde ya da geleceğinde yere vardı.

Vazifesini ona anlattılar. Cadde-i Kebir’e girdiklerinde caddenin sağından yürüyüp konakta ona mücevheri gösteren kadının peşine takılacak, merkezi câli dedikleri binaya girecek, başka alemden buraya sirayet eden halini vuracak, Le Jardin de Taxim’in girişinde yani Taksim Bahçesi’nde beyaz bir atın üstünde onu bekleyen fedaiyi bulup -sözde- devirecek, dört nala Abide-i Hürriyet’e dönecekti.

Mezkûr zât sürekli, Bolşevik devriminden kaçan bir Rus’un işlettiği Petrograd Pastanesi’nin üst katında vakit geçirmekteydi. Düşman kuvvetleri, güç sarhoşluğu içerisinde lakaytlardı. Ara sıra yapılan eylemler onlar için münferit birkaç vakadan ibaretti. Almanaklarda hatırlatma için yer alacak birkaç cümlenin tezahüründen ve dökecekleri kanın işaret fişeğinden fazlası değildi.

Sessizlik olduğunda kendi önemsizliğinden utandı. Başka evrendeki bu halinin epey önemli bir herif olması canını sıktı. Pis ve leş işler yapanlar arasında dahi mertebe ve saygınlık, bir nüfuz ve başarı ölçütü mevcuttu. O, bu piramidin altında epey gizli kalmış görülemeyen bir yerdeydi. Fakat kendi adına niçin bir dosya hazırlanmıştı? Demek İngilizler ve malum zat da onu, yaşadığı evreni bilmekteydi.

Cadde-i Kebir’e ayrı ayrı girdiler. Hangi binaya gireceğini öğrenmek için konaktaki ecnebi kadını andırır o hanımı takip edecekti. Dediklerine göre, binayı ilmek ilmek işleyip kendi adamlarıyla kendi taraftarlarıyla doldurmuşlardı. Yanından geçerken belli belirsiz kolunu dürten birisini hissettiğinde yüzünü net göremese de peşine takıldı. Kadın, bir Fransız askerinin yanağını okşayınca acaba yanlış birinin peşine mi takıldım diye tereddüt etse de takibi bırakmadı. O, askerle konuşurken yanından geçti. Doğru kişi olduğunu teyit etmek için dikkatle baktı. Siyah kıyafetli, renkli gözlü olan bu kadını görünce içi rahatladı.

Bir dakika sonra kadın tekrar önündeydi. Petrograd Pastanesi’nin karşısında bulunan merkez dedikleri yere girdiğini gördü. İşgal kuvvetlerinin onlar adına daraltmaya başladığı çemberi kırmak için burayı esas merkezleriymiş gibi ifşa edeceklerdi. Plan tutarsa gövde gösterisine dönüşecekti. Bu kez yalnızca münferit olay diyerek nitelendirilemeyecekti.

Kadının peşinden hemen girmedi, biraz oyalandı. İnsanlara, kendi dünyasında bambaşka olan İstiklal Caddesi’ne baktı.

“Kükreyen yirmiler, memlekette pek kükremiyor.” dedi, “En azından bizimkiler için.” Cazbant uğultusu yalnız kulaklara değil tere nüfuz ediyor, hoş kahkahalar ve keyfi yerinde insanların neşesi duyuluyordu. Yeterince beklediğine kâni olunca binadan içeri girdi. Oradaki üç beş kişi de diken üstündeydi ve ona her şeyin mahvına yol açabileceği hissiyle yaklaşıyorlardı. Başaramazsa ortalık fena karışacaktı. Hoş, başarsa da karışacaktı ya en azından düşmana zayiat verdirmiş olunacaktı. İki kat çıkıp onu loş bir odaya soktular.

Odada bir adam beklemekteydi. Bu siyahi, kullanacağı silahı ona vermiş ve azılı düşmanlarından birinin başka alemden gelen mevcudu karşısında “Tövbe estağfirullah, tövbe estağfirullah.” diye diye duvara doğru çekilmişti.

Şimdi elinde Gewehr 98 tutmaktaydı. Silahı gülerek inceledi, kabzasını okşadı.

Sonra pencereye yaklaşıp karşı binada kendi hizasına denk gelen odaya baktı. Hayretle gördü ki herif hakikaten de kendisine epey benziyordu. Tek gözü kördü. Aynı uzun burun, alt dişleri çarpık ve saçlarına aklar düşmüştü. Bu rengi maviye kaymış kör gözü kapatmamıştı. “Ben daha yakışıklıyım.” diye düşünerek sırıttı.

Durumu iyice idrak etti. Bir kendisi, bir kendisinin başka evrendeki hali vardı. Bu evren ise onların kesiştikleri yerdi. İngilizler adına çalışan versiyonunu vuracaktı. Aklını kurcalayan bir soru peyda oldu. “Bu şartlar altında ben bir vatan haini miyim?” Ona korkarak bakan siyahiye saygıyla bir baş selamı verdi. İşe girişmek için fesini masaya koydu. Ceketi çıkarttı. Dürbünden bakmaya başladı.

“İyi de eğleniyor pezevenk.” dedi. Kucağından kadın eksik olmuyordu. Kokaine gözü takıldı. Bir an, “Bu insanları satsam ödül namına şu hayatı verirler mi?” diye düşündü, ardından mücevheri gözünün önüne getirdi. Işığın altında parlayan o mücevher en güzel kadının gözlerinin parıltısından cazip geldi. “Tanrım,” dedi “şu kaderi bana niye nasip etmedin? En azından şu ayarda bi kadın… Ulan dedi kendi versiyonlarım arasında da en nasipsizlerinden biriyim iyi mi?”

Odaklanmaya çalıştı. Zihni cazbandın notalarına dahi erişti. Şimdiki hayatı gibi trompeti ayrı davulu ayrı dünyadan duyar oldu. Bekledi, kadınların dikkatini dağıtmasına izin vermedi, bekledi. Cazbant, Somebody Stole My Gal’ı coşkuyla çalıyordu. Sesler uğultuya dönüşüp kayboldu, kadınların kollarındaki tüylerin hareketini dahi hesaba kattı. Bekledi. Ve… tetiğe bastı.

Her seferinde, tetiğe ne zaman basacak olursa olsun, merminin hedefiyle silah arasında kat ettiği yol ona bir ihaneti andırırdı. Yerine ulaşmayacak her merminin kat ettiği mesafeye Yüz Yıl Savaşları’ndaki bütün ölüleri dahi sığdırabilirdi.

Bu kısacık zaman dilimini, uzun uzadıya başka bir yerden, kendi gözleriyle değil de analiz eden bir insan gözüyle izlediğini duyumsadı. Camın parçalanışını ve bu üçüncü evrende buluştuğu bir başka halinin kurşunu kafasında fark etmeye dahi zamanının olmayışını, kanın vücuttan çıkışını yadırgayışını, odadaki kadınların gulgulesini, yakarışa dönüşecek nefesle dolan ciğerlerinin titrettiği göğüslerini, bastırılan bir siyahi isyanı gibi cazbandın susuşunu, kavrayamayışın uzay zamanda tuttuğu köşeyi, aynı kişiler de olsak ayrı dünyaların insanlarıyız minvalindeki korkunç espriyi, kendi tarihine yön veremeyen bir çoğunluktan iken başka bir evrenin tarihine yön veren kişilerden olmayı, şimdi çıksam yola Abide-i Hürriyet’e ne zamana varırım cinsinden alışkanlığa dönüşen hesabı zihninde dolaştırdı. Caddede ne olduğunu henüz anlayamayan güruhu, koşuşturmaları işitti. Bu lahzanın sonunda kulakları ve algısı şimdiye döndü.

Karşı binadaki kadınların aksine yanındaki siyahi adamın heyecandan metcezire dönen nefesi ve kısık sesli sevinci arasında ceketini, fesini alıp hızlıca kapıya seğirtti. Gururu tazelenmiş, işe yararlığı pekişmişti. “Kurtarın ulan memleketi.” dedi. Odadan çıktığında kadife bir keseyi eline tutuşturdular. Dışarıdan silah sesleri içeriye doluyor, bir hengâme Pera’yı avucuna almaya başlıyordu. Merdivenlerden inerken keseye göz attı, tökezleyip düşecekken zor toparladı, mücevher kesenin içindeydi.

Dışarı çıktığında pastanenin kapısına eski harflerle tutturulan kâğıdı gördü. “Lanet zalimlere. Lanet zalimlerin yardımcılarına.” yazıyordu. Pastanenin önünde işgal kuvvetlerine ait ölü iki asker öte yanda ise can çekişen üç fedai vardı.

Kendi zamanında ve evreninde kahve içmek için bile nadiren uğradığı Cadde-i Kebir’i arkasında bırakacaktı. Evvela koşuşturanların arasından sıyrılıp sağa sola pek bakmadan Taksim Bahçesi’ne vardı. Orada beyaz atın üstündeki adamı numaradan devirdi, bacağına -bu adamla bağlantısı olmadığı izlenimi yaratır zannına kapılarak- onun belinden aldığı silahla mermi sıktı ve ata bindi. Beklenmedik olayların yarattığı beden ve ruh uyuşmazlığı içerisindeki insanlara göz attı. İstihza ile mırıldanıyordu. Kalmasını isteyen ev sahiplerini nazikçe reddeder gibiydi: “Çok sağ olun kalamam. Valla… Ne kadar güzelmiş buralar söz bi dahakine hakkını vererek gezeriz. İyi geceler size de. Sağ olun sağ olun… kalın sağlıcakla.”

Atı mahmuzladı, dört nala gitmeye başladı. Arkasından gelen bağırtıların, işittiği kimi seslerin onu muhatap almadığını varsaydıysa da yanıldığını çok geçmeden fark etti. Peşine düşmüşlerdi fakat yaptıklarını bildikleri için mi yoksa dikkat çektiği için mi bilmiyordu. İkincisini daha makbul buldu ve selameti için tercih etti. Yağmur yine yağmaya başlamışken Dersaadet göğünde şimşeklerin hükmü görülüyordu.

Attan inip kendini zar zor Abide-i Hürriyet’e attı. Peşinden gelen silah seslerini işittikçe hem koşuyor hem zıplıyordu. “Allah belasını versin böyle kepazeliğin.” diyerek ilerlerken mücevheri kontrol etmek istese de yapamadı. Silahlarıyla yaklaşan işgal kuvvetleri askerlerine karşı yavaş yavaş iki elini havaya kaldırmaya başladı. Anıta sırtını dayayınca, “Çalış ulan n’olur çalış.” dedi. Askerlerin bağırışı karşısında çaresiz durdu, onların buraya değin gelmesi hiç iyi olmamıştı.

Ansızın çakan bir şimşeğin ışığı yüzünü aydınlattığında askerler şaşaladılar. Bu kısa süreli ışıkta, suikaste kurban gittiğini sandıkları müttefiklerini karşılarında görmüşlerdi. Ne yapacaklarını bilemediler, yanılma ihtimalleri vardı. Karar vermiş olacaklar ki silahları indirip esas duruşa geçtiler.

Bu askerleri oyalamak gerektiği kanaati belirince Türkçe konuştuğu an onu buraya getirenlere zarar vereceğini düşünerek İngilizce konuşmaya başladı. Kafalarını karıştırmak, hakkında olumsuz bir izlenime varmalarını geciktirmek gayesindeydi.

Aklına gelen ilk cümlenin Churchill’den olmasını hoş bulduğu söylenemez: “Although always prepared for martyrdom, I preferred that it should be postponed.” (Her ne kadar şehit olmak istesem de ertelenmesini tercih etmişimdir.)

O taştan topun ağzından yine korkunç bir gümbürtü duyuldu, etrafı şimşeklerin parıltısı aldı. Yere düştü. Çok geçmeden gözlerini karanlığa alıştırmaya çalıştı. Elini hemen iç cebine attı. Sonra alelacele diğer ceplerini de yokladı. Telefonu çalışıyordu fakat mücevheri ve cüzdanını bulamadı.

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Avatar for SJack SJack says:

    Okuması keyifliydi. Anlatım tarzınız ve diliniz de gayet yerinde. İnsana farklı bir okuma deneyimi sunuyor. Kaleminize sağlık.

  2. Avatar for Pardus Pardus says:

    Heyecanlı bir öyküydü.

  3. İyiydi kaleminize sağlık. Paralel evren vurgusu da yerindeydi.

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

Yorum Yapanlar

Avatar for OykuSeckisi Avatar for SJack Avatar for Pardus Avatar for azizhayri