Öykü

Hasbelkader Bir Evren Yolcusu

Artus güçlü olanın güzel olduğu, kadınların 16 yaşında büyülü güçler kazanıp köleleştirilmiş erkeklerin amelelik işlerde ya da savaşlarda kullanıldığı acımasız bir diyar.

Feodal bir düzen ile yönetilen Artus’un bilinen tarihi, “Mutlak Kraliçe” Nefertari’nin yıllıkları ile başlar. Küçük kızı İstari’nin 16. doğum gününde; Kral’ı öldürerek tahta geçen Kraliçe yedi büyük lorda boyun eğdirmiş, otoritesine karşı çıkanları ortadan kaldırmıştır. Bu olayın ardından “Mutlak Kraliçe” olarak anılmaya başlamıştır.

Yönetimi ele geçiren Nefertari ataerkil düzeni kaldırmış, hızlı bir şekilde devlet yönetiminde Leydi ve Konteslerin söz sahibi olduğu yeni bir feodal düzen kurmuştur. Kuyruğunu yiyen yılan şeklinde bir kölelik mührü icat etmiş ve diyarda ona boyun eğen tüm erkekleri mühürletmiştir. Mührün icadıyla Artus diyarının erkekleri ikiye ayrılmıştır. Köleler ve lanetliler.

Verimsiz Bolk Bataklıklarında toplanan lanetliler; uzun süre hırsızlık, yağma ve talan ile sefil bir şekilde hayatta kalmaya çalışmış, küçük kabileler halinde kamplaşmışlardır.

Açlık onların en büyük sorunlarıydı. Verimli arazilerin neredeyse hepsi kraliçenin kontrolündeydi. Köleler kalabalık birlikler halinde sürekli devriye geziyorlardı. Neyse ki Artus’un merkezinde bulunan, sık ağaçlardan oluşan Mendre Ormanı ve içerisinde yaşayan şeytani yaratıkları kontrol etmek karınca sürüsü gibi olan köleler için bile zorluydu. Ormanda ölüm kol geziyordu. Ancak lanetlilerin başka şansları yoktu; iyi bir av ya da ganimet kampa götürülecek umut kırıntıları demekti. Onların dünyasında büyük umutlara yer yoktu.

Justin en parlak dönemlerinde bile yuvarlak masada kendine yer bulamamış 33 yaşında sıradan bir Avalon şövalyesiydi. Kral Artur öldükten sonra büyülü kılıç Excalibur’u Gölün Leydisi’ne geri götürmekle görevli kafileye, boyu uzun olduğundan hasbelkader seçilmişti.

Yolculuk sorunsuz geçmiş, kılıcı göle bırakma töreni hemen başlamıştı. Justin tanrıların bile unuttuğu uzak bir noktada nöbetteydi. Bu sıcakta zırh giymek onu yormuştu. Miğferi ve omuzluğunu çıkarttı, matarasından büyükçe bir yudum aldı. Bulduğu bir taşa oturup, ayaklarını uzattı. Boş gözlerle büyülü gölü seyrederken “Ölen öldü, şu tören artık bitse de gitsek.” diye iç geçiriyordu.

Gündelik sıkıntıları omzundaki acı dalgası ile bölündü. Göğsüne doğru bir sıcaklık yayıldı. Pusuya düşürülmüşlerdi. Yerinden doğrulamadan aynı acıyı boynunda da hissetti ve yarı ölü bedeni göle doğru yuvarlandı.

Film gibi bir hayatı olmamıştı. Bu nedenledir ki gözlerinin önünden film şeridi geçmedi, zihninde beliren kaotik görüntüler arasında kralının kılıcının kabzasını kavradı.

Yıl 47, Merhume Kraliçe Nefertari’nin zamansız ölümünün ardından; iktidarı ele geçirmek için İstari ve Felisia arasında devam etmekte olan savaşın dördüncü yılı.

Yok olmaya yüz tutmuş lanetli Shura kabilesinden iki adam; Mendre Ormanlarının batısındaki gölün kıyısında kamp yapıyorlardı.

“Kabilenin kadınları bizi bu savaştan daha ne kadar koruyabilir bilmiyorum.”

“Belki de ortaya çıkıp bir saf tutma zamanımız gelmiştir. Nefertari’nin iki kızı da kazandıkları gücü paylaşmak istemiyor. Belki bize de birkaç kemik düşer.”

“Onları anlamaya çalışma. Seni anlamaları için de çaba sarf etme. Kim kazanırsa kazansın kendimi mühürletecek halim yok. Çok az Shura kadını kaldı, böyle giderse hepimiz yok olup gideceğiz zaten.”

“Bu kadar karamsar olma.”

“Her gün bir canavarın pençesinden ya da kölelerin mızraklarından kaçarken. Ancak bu kadar pozitif kalabiliyorum. Sora da hâlâ teklifime bir yanıt vermedi.”

“Tanrılar bize acısında güçsüz ama etli bir yaratıkla karşılaşalım.”

Kamp ateşi titredi. Gökten göle doğru mavi bir ışık huzmesi düştü. İki Shuralı şüphe ile birbirlerine baktılar.

“Belki de yaralı bir yaratıktır. Canını alır eve bedavadan et götürürüz.” dedi Skot.

“Böyle ışıltılı bir şekilde gökten düştüğüne göre kesin kadındır. Bu işten başımıza hayırlı bir şey gelmez. Gel geri dönelim.” dedi Nort. Garip ikilimiz sonunda meraklarına yenik düşüp, silahlarını kuşandılar ve ışığın düştüğü yere bakmaya gittiler. Ancak gördükleri şeye pek inanamadılar.

“Parlak bir kılıç ve zırhlı bir adam. Hem de bu devirde. Bu ne özgüven yiğidim. Seni tanımak isterim.” dedi Skot.

“Belki de göğüsleri küçük bir kadındır.” dedi Nort.

“Görmüyor musun be adam, senin kadar sakalı var?”

“Soylu bir köle falan olmasın? Onlara bile böyle silahlar vermezler ya.”

“Kıyıya çekelimde bakalım vücudunda mühür var mı?”

İki kafadar Justin ve Excalibur’u kıyıya çıkartıp Justin’in bedenini incelemeye başladılar.

“Hmm, bayağı da kaslı adammış bizim gibi vitaminsiz değil.”

“Buralardan değil belli ki karısı iyi bakmış.”

“İnsan olmasa pişirir yerdik.”

“Ağır yaralanmış. Bal şarabını versene. Yaralarını dağlayalım.”

Bilinci kapalı olan Justin çok kan kaybetmişti, yaraları dağlanırken acı hissetmemişti. İki gün sonra Bolk Bataklıkları yakınındaki Shura kampında gözlerini açtı. Kapıda iki nöbetçi olduğunu seziyordu. Onun gibi önemsiz bir askeri esir alıp tedavi etme zahmetine neden girmişlerdi ki. Hırpalanmış bedeni henüz olduğu yerde doğrulmaya hazır değildi. Kaderine razı olarak; hâlâ nefes alıyorken biraz daha uyumaya karar verdi.

 Tam dalmıştı ki rüyasında Avalon Gölü Leydisi belirdi.

“Uyan ey seçilmiş kişi.” dedi büyülü sesiyle.

“Ablam, ben seçilmedim. Pusuya düştüm, okla vuruldum, göle düştüm. Bak o işte bir yanlışlık olmasın? Emin misin?” dedi Justin bu büyülü güzelliğe zar zor araladığı tek gözüyle bakarken.

“Ehm!” diye boğazını temizledi Leydi yaşadığı şaşkınlığı üzerinden atmak için zaman kazanmaya çalışıyordu. Kendini toparlayınca tekrar söze girişti.

“Bir yanlışlık yok, anahtar bu sefer seni seçti.” dedi olanca ciddiyetiyle.

“Ben dümdüz bir Avalon adamıyım. Ablam bak. Ne anahtarı?”

“Artur’u Avalon’a getiren anahtar. Görünüşüne aldanma kılıç gibi görünse de Excalibur aslında evrenler arasında kapılar açabilen büyülü bir anahtardır.”

“He ablam he. Uykuda bile rahat yok. Bu nedir arkadaş, öleydim de kurtulaydım.”

Teskin edercesine elini Justin’in yaralı omzuna koyan Leydi. “Şaşkınlığını anlıyorum seçilmiş kişi. Kralın da ilk başlarda böyleydi. Sen de onun Avalon’a getirdiği gibi bu diyara denge getirecek ve kendi yolunu bulacaksın.” diyerek ortadan kayboldu.

Uyandığında Justin’in vücudundaki tüm yaralar iyileşmişti. Kendini daha enerjik hissediyordu. Olduğu yerde doğrulup yavaşça çadırdan dışarı kafasını uzattı.

“İsterdim ki tersi olsun ancak sana olan duygularım arkadaşlıktan öte geçemiyor Skot.”

“Ben de öyle kelebekli şeyler hissetmiyorum Sora. Kabilenin soyu tükeniyor sayımızın artması elzem diye şey ettim. Bu arada av sırasında Nort’la büyü kullanan parlak zırhlı bir adam bulmuştuk. Sana söylemiş miydim? Bak bu büyük olay. Karısıyla kavga falan etti zahir, bulduğumuzda yarı ölü vaziyetteydi.”

“Reddedilince konuyu değiştireni çok gördüm de. Böyle absürt hikâyeler uyduranını ilk defa görüyorum.”

“Bende daha ne numaralar var. Bak bizim yarı ölü parlak zırhlı adam uyanmış.”

“Düz adam bu ayol, büyü gücü falan yok.”

“Bir küçük mavi ışık falan atsana insafsız. O kadar tedavi ettik seni sırtımızda buraya taşıdık. Rezil ediyorsun beni şu an yengenin yanında.”

Skot Sora ya hava atmaya çalışırken. Justin’in çadırdan çıktığını gören nöbetçiler kırbaçlarıyla Justin’in ellerini ve ayaklarını etkisiz hale getirdiler. Ayakları yerden kesilen Justin sırt üstü düştü. “Daha yeni iyileştik be kardeşim. Bir durun da soluklanalım.” diye iç geçirdi. Elleri bağlı vaziyette sorgu için şefin çadırına götürüldü.

“Doğru mu?” dedi şef umutla Justin’e bakarken.

“Ne doğru mu?”

“Büyü kullanabildiğin.”

“Ha yoook. Ben düz şövalyeyim o ışıltılar parlamalar falan hep kılıçtandır. Siz beni Avalon’a yakın bir yere bırakın ben yürüyerek eve dönerim. Kılıç falan da kalsın abi zaten göle atacaklardı.”

“Yalan söylüyor.” dedi şefin karısı Excalibur elindeydi. “Kılıçta büyü sezmiyorum. Bir büyüsü varsa kendinden.” dedi.

İçine düştüğü duruma canı hepten sıkılan Justin madem doğru söyleyince inanmıyorlar istediklerini vereyim belki salarlar diye düşünerek gelişine yalan söylemeye başladı.

“Kullanıyorum arkadaş çok fena büyücüyüm ben. Ağzımdan ateş, oramdan buramdan yıldırım çıkartıyorum. Çözün ellerimi bak ona göre! Gerginim şu an sinirlerim bozuk yakarım ha çadırı madırı!” dedi.

Şef Justin’in önünde diz çökerek: “Adamlarımıza da öğret. Usta kişi yoksa geleceğimiz için savaşamadan yok olacağız.” dedi.

“Kılıcımı verin size bildiğim her şeyi öğreteceğim. Şüpheniz olmasın.” dedi Justin.

Yarım ağızla “Hişt,pişt… Gölün Leydisi; bu meret nasıl çalışıyor. Hadi basalım starta çıkalım bu cehennemden.” dedi ancak ne Gölün Leydisi’nden ne de kılıçtan bir tepki gelmedi.

“Yarın sabah adamları meydanda toplayın. O zaman eğitime başlayalım. Ben bu akşam çadırda müfredat hazırlayacağım, beni rahatsız etmeyin.” deyip çadırına çekildi Justin.

Günler günleri, haftalar haftaları, aylar ayları kovaladı. Büyü hakkında hiçbir şey bilmeyen Justin dostlar alışverişte görsün diyerek; her gün meydanda toplanan Shura kabilesi erkeklerine uyduruk müfredatıyla şövalyelik ve aura eğitimi vermeye başladı.

Ne zaman birisi “Usta kişi mana kullanmaya ne zaman başlarız.” dese;

“Daha hazır değilsin çekirge.” diyerek geçiştiriyordu. Yine böyle sıradan bir günde Şef ve gözcüleri telaşla meydana girdiler.

“Usta kişi eğitimleri hızlandıramaz mıyız?” diye sordu Şef.

“Mümkünatı yok. Sekiz sene temel eğitim şart.” dedi Justin vakur bir edayla.

“En fazla iki gün içerisinde İstari ve Felisia’nın orduları Bolk Bataklığında karşı karşıya gelecek.” dedi gözcülerden etine dolgun ve örgülü saçları olanı.

“Memlekette yayla gibi yer varken savaşmak için bula bula bizim bataklığımı mı buldunuz kardeşim.” diye iç geçirdi Justin.

“Belki de kazanan bizi de aradan çıkartacak. Bunca yıllık çabamız, direnişimiz boşaymış.” dedi Şef üzüntüyle.

“Kölelerle savaşıyoruz gerilla taktiği yapacağız şefim. Yılanın başı gidince sayıların bir önemi yok. Bu adamları kaç zamandır haybeye eğitmiyorum burada lütfen. Sen bana iki tane keskin nişancı bul. Yaslan arkana seyret, bende o iş tamam.” dedi Justin. (Ve ilk fırsatta adamlarını ekip uzak diyarlara kaçıyorum diye iç geçirdi.)

Şefin ve Justin’in uzun süren istişaresi sonucunda. Skot, Nort, Sora, Nora ve Justin’den oluşan beş kişilik gerilla takımı kurulmuş oldu. Sora rüzgâr, Nora ise buz büyüleri yapabiliyordu. Skot ve Nort kas gücü, canlı kalkan, âdet yerini bulsun sayı tamamlansın diye takıma katılmıştı. Justin de bu garip takımın lideriydi. Kabilenin geri kalanı çadırlarını toparlayıp Mendre Ormanı’na doğru kaçacaklardı.

“Planımız ne Usta kişi.”

“O mavili ışıktan atarsan bu iş anında çözülür. Ama sonra hepimiz tutuklanırız.”

“Kamplarına sızıp kız kardeşleri kaçıracağız. Sonrasına bakarız. O kadar uzun boylu düşünmedim.” dedi Justin.

“Peki binlerce kişilik ordularının arasından geçip prensesleri nasıl kaçıracağız?” dedi Sora.

“Taktik belli, Sen ve Nora güçlerinizi birleştirip en azından prensesin çadırı etrafına sis perdesi yaratacaksınız. Biz üçümüz de prensesi sırtlayıp kaçacağız gerisi nasıl olsa hallolur. Biraz da doğaçlama lazım böyle işlerde.” dedi Justin.

İlk önce küçük kız kardeş İstari’nin kampı yakınlarına gelen ekip üç tane köleyi bayıltarak kılık değiştirdiler. Sora ve Nora neredeyse kampın tamamını sis ile kaplamayı başardı. Kıyın kıyın kaçmaya hazırlanan Justin; sırtında baygın prenses ve otuz iki dişi meydanda ona sırıtmakta olan Nort’u görünce yaşadığı şoku gizleyemedi.

“Sen nasıl?” diyebildi sadece.

“Bu kadar kolay olacağını ben de düşünmemiştim Usta kişi. Çadıra girdiğimde prenses zaten uyuyordu, kafasına tokmağımla vurdum. Sırtlandığım gibi de senin yanına koştum. Bu yöne doğru kaçıyoruz değil mi?”

“Evet, evet arkamıza bakmadan ikileyelim, haydi bakalım.”

İstari’yi Sora ve Nora’nın yanına eli kolu bağlı baygın bir vaziyette bıraktılar.

Felisia’nın karargahına yöneldiler. Birebir aynı taktik bu sefer de çalışmıştı.

“Arkadaş bu ne boktan iki ordunun savaşıdır.” diye iç geçirdi Justin. Başarısız olup kaçamıyordu da garibim. İlginç şekilde ekibin şansı durmadan yaver gidiyordu.

Takım Skot ve Nort’un bir gece yarısı operasyonuyla derdest ettikleri prensesleri alıp Mendre Ormanı yakınlarına doğru yola koyuldu.

“Usta kişi. Ah usta kişi! Uzun yaşayasın. Ne yalan söyleyeyim, sefere giderken sözlerine hiç inanmamıştım. Kaçıp gidersin diye düşünüyordum. Kendimi ırkımızın sonuna hazırlamıştım.”

(Ben de kaçıp gidecektim de kısmet olmadı be şefim.) “Ehm, söz verdiğim gibi yılanın başlarını getirdim.” dedi Justin reverans yaparak.

“Düşmanı sen yakaladın Usta kişi. Mecliste hükümlerini vermek de sana düşer.”

“Küçüğünü Nort, büyüğünü Skot’la evlendirelim gitsin Şefim. İkisi de kral adam can borcum da var sonuçta. Hem prensesleri idam etsek memlekette daha büyük kaos çıkacak. O kadar karmaşaya gerek yok. Mesele böylelikle çözüldüyse ben de ufaktan gideyim artık.”

“Usta kişiiiiiii! Büyük adamsın.” Nort ve Skot birbirine sarılıp salya sümük ağlıyorlardı.

Justin eyvallah minvalinde elini göğsüne götürdü. Sırt çantası dolusu erzak ve bir matara suyla Excalibur’u ufka doğru savurdu. Açılan kapıdan içeriye adımını attı.

Gölün Leydisi’nin açıklama saati: “Excalibur sahibine rastgele özellikler verir. Artur’a güç, diplomasi, liderlik, strateji ve karizma vermişti. İlginçtir ki kılıç Justin’e %99,99 şans dışında hiçbir artı özellik vermedi. Onu çok şanslı sıradan bir şövalye yaptı.

Yıl 77, Kral Skot ve Kral Nort arasında devam etmekte olan iktidar mücadelesinin beşinci yılı. Sonuçta Justin’in şansı da %100 değildi.

Burak Şentürk

Süper kahramanı Zorro, çocukluk hayali yazmak olan biriyim. Felsefe, tarih, bilimkurgu, fantastik kurgu ve manga okumayı severim. Yürümekten, doğal cümbüşün içinde olmaktan ve kahve içmekten keyif alırım. Gözü açıkken gördüğüm düşleri, kurduğum dünyaları paylaşmak ve biraz da yazma disiplini kazanmak adına Kayıp Rıhtım’a aylık öykü gönderiyorum. Umarım keyifle okursunuz… Nam-ı diğer “Spectrosomnium”: Görür, okur, yazar, düşünür ve düşler.