Anadolu’nun uçsuz bucaksız bozkırlarını mesken tutmuş, binlerce köyden sadece biriydi Duru köyü. Ülkenin geri kalanına ve oradan da dünyaya, Cumhuriyet’in ilk yıllarında bin bir emekle yapılmış, iki raydan ibaret olan bir tren yoluyla bağlıydı.
Menderes’in karayolu hamlesi bu köyü kapsamamıştı; oysa seçimlerde köy halkı silme Menderes’e oy vermişti. Neyse, bunu bir yana bırakırsak, köy asfalt olmasa da ilçe merkezine ulaşan basit bir köy yoluna sahipti; gerçi bu yol da en konforlu araçla yapılacak bir seyahati bile işkenceye çevirecek kadar bozuktu.
Tüm bu sebeplerden ötürü, köy ahalisi genelde treni ulaşım aracı olarak tercih etmekteydi. Köyün bir kilometre kadar batısındaki tren istasyonuna yürümek zorunda kalsalar bile, ucuz ve rahat bir yolculuk için bir kilometre yürümeğe değerdi.
Şu ana kadar hikâyemin TCDD reklamıymış gibi gözüktüğünün farkındayım; ama böyle bir girizgâhın hikâyemin adamakıllı bir başlangıç yapması ve ilerleyen bölümlerde her şeyin yerli yerine oturması için gerekli olduğunu düşünüyorum.
* * *
Bozkırın göğsünde mışıl mışıl uyuyan yüz nüfuslu Duru köyü, 6 Mart gecesinde uykusundan tarifi zor bir sesle uyandı, köyün elinden gelse o an yirmi-yirmi beş hanesini kucağına alıp, bozkırın derinliklerine kaçardı. Gürültü kısacık bir an sürmüş, sonra kayıplara karışmıştı. Köylüler birer ikişer üstlerine kalın bir şeyler alıp, evlerinin önüne çıktı. Her birinin yüzü endişe ve korku doluydu. Şaşkınlıkla birbirlerine bakıp, onları uyandıran sesin neye ait olduğuna dair bir cevap arıyorlardı.
Köyün muhtarı Âdem, “Bismillah bismillah, o ses neydi?” diye sordu. Onun, köyün meydanına geldiğini gören ahali etrafını sarmıştı, yapacağı açıklamayı bekliyorlardı. “Muhtar, neler oluyor?” diyerek ilk soruyu sormuş oldu köy okulu öğretmeni Hasan. Muhtar, dudaklarını kemirerek “Bilmiyorum,” dedi. “Sence ne olabilir? Bir fikrin, bir tahminin var mı?”
Yirmili yaşlarının sonundaki genç öğretmen bir süre düşündü, bu arada herkes sessizliğe bürünmüştü, öğretmenin daha rahat düşünmesini istiyor gibiydiler, “Doğu’da dağların arasında bir köyde yaşıyor olsak, çığ mı düştü, derdim; ama burada bu sesi ne çıkarmış olabilir? Önce gök gürültüsü zannettim; fakat gökyüzünde tek bir bulut yok,” dedi. Etrafındaki köylülere bakarak, ”Bu sesi başka ne çıkarmış olabilir?” diye sordu, köylüye bir nevi beyin fırtınası yapma çağrısında bulundu.
Öğretmenle muhtarın etrafını saran köylülerin meydana getirdiği insan kalabalığı içinden bir çocuk sesi duyuldu: “Tren,” dedi. “Tren raydan çıkmış olmasın öğretmenim?” Öğretmen, alnına hafifçe vurdu: “Evet tren, tren raydan çıkmış olabilir. Doğru ya, duyduğumuz ses, demirin demire sürtünmesini anımsatıyordu.” Tren diyen çocuğun kim olduğunu sesinden anlamıştı, beşinci sınıf öğrencilerinden Hüseyin’di cevabı veren, derslerde gayet başarılı, cin gibi bir çocuktu.
Köylülerin aklına bir türlü tren kazası olasılığının gelmemesinin sebebi, o ana kadar Duru köyünün yakınından geçen tren yolunda, hiçbir tren kazasının olmamasıydı. Köylülerin dillerinde ve belleklerinde tren kazası diye bir kavram yoktu. Onlara göre, tren kazası radyodan duydukları kadarıyla sadece ülkenin başka bölgelerinde meydana gelen bir olaydı. Bu da demek oluyordu ki, Hüseyin adındaki çocuk gerçekten zeki biri olmalıydı.
Onları uykularından uyandıran gürültünün sebebinin, raydan çıkan bir tren olduğu konusunda hemfikir olan köylüler öncü bir grup oluşturmuşlardı, grup hemen tren yoluna doğru yürümeye başladı. Öncü grup muhtardan, öğretmenden, imamdan ve köyün gençlerinden oluşuyordu. Gençlerin ikisinde tüfek, birinde ise pompalı vardı, ne olur ne olmaz diyerek yanlarında getirmişlerdi. Öncü grup, tren kazasının olup olmadığından emin olmak için tren raylarının geçtiği yere gidecek, eğer tren raydan çıkmışsa ve durum ciddiyse, köylüyü haberdar edecek ve tüm köylü, insanlara yardım etmek için seferber olacaktı, planları bu şekildeydi.
Ama öncü gruptan bile önce, iki kişi at gibi koşarak ve arkasından toz bulutu bırakarak olay mahalline ulaşmıştı: beşinci sınıf öğrencilerinden Hüseyin ve Ahmet. Gördükleri karşısında şaşkınlıktan dilleri tutulmuştu; gözlerini fal taşı gibi açmış, gözlerinin önündeki dehşet dolu manzaraya bakıyorlardı.
* * *
O sabah her tatil gününde olduğu gibi, köydeki çocuklar derme çatma evlerinden çıkıp, oyun oynamak için köy meydanında buluşmuşlardı. Yaşları altıdan on beşe kadar değişen bu çocukların arasında Hüseyin ve Ahmet de vardı. Çocukların öyle kesin bir toplanma saatleri yoktu, evden çıkabildikleri kadar erken çıkıp, buluşma yerine giderlerdi. Köy meydanında buluşan çocuklar, diğer arkadaşlarını beklemeden oyuna başladıkları da olurdu.
Hüseyin ve Ahmet komşu olduklarından, evlerinin önünde buluşup, birlikte köy meydanına gittiler. Köy meydanına vardıklarında, meydanda hiçbir çocuk yoktu. On çocuk, meydanın ilerisindeki boş araziye dağılmışlardı. Zaten köyde o yaş aralığındaki erkek çocuk sayısı on üçtü, Hüseyin ve Ahmet de orada olduğuna göre, bir çocuk ya ev işlerine yardımcı olmak zorunda kaldığından, dışarı çıkmak için izin alamamış ya da dışarı çıkamayacak kadar hasta düşmüştü.
Top oynarken çıkaracakları toz ve gürültüyle kahvedekileri rahatsız etmemek için on çocuk, köy kahvesinin ilerisindeki boş araziye gitmişti. Meydandan dört büyük taş alınıp, kale olarak boş arazinin iki ucuna bırakılmıştı; ama ilk önce bir çocuk, kalelerin genişliği eşit olsun diye, diğerlerinin göz hapsi altında ayak hesabı ölçüm yapmayı unutmamıştı.
Hüseyin ve Ahmet artık kıran kırana bir maçın oynandığı bir top sahasına dönmüş olan boş araziye girdiklerinde, kimse onlara ne selam verdi ne de onları oyuna çağırdı. Kale taşlarının arkasına geçip, gol atılmasını beklediler. Gol atılana kadar oyun durmazdı, ancak gol atıldığında oyuna bir süreliğine ara verilecek ve yeni gelenler oyuna dâhil edilecekti, yılların deneyiminden süzülen yazısız kurallar bunu söylüyordu.
Berberin oğlu Keleklerden Hasan’ın çektiği sert şut gol olunca, Hüseyin ve Ahmet sahaya girdi. Bir iki çocuk onlara selam verdi, “Hoş geldin,” dedi. Topun sahibi olan Gurbetçilerden Aydın, topu kaleciden alıp, sahanın ortasına gelmişti. Babası ve amcası Almanya’da çalıştığından, ailesi Gurbetçi lakabını almıştı; Almanya’dan gönderilen marklar sayesinde köyde maddi durumu en iyi olan aileydi. Ayrıca, Gurbetçilerden Aydın, köyde plastik topu olan tek çocuktu.
Hüseyin ve Ahmet ikilisi, sınıf arkadaşları olan Gurbetçilerden Aydın’ın yanına vardıklarında, onun mutlaka olay çıkaracağını sezmişlerdi. Aydın somurtarak ve kucağındaki topuna sıkı sıkı sarılarak, onlara bakıyordu. Hüseyin, “Selamünaleyküm Aydın,” dedi. “Aleykümselâm,” diye karşılık verdi Aydın. Bu sefer Ahmet, “Selamünaleyküm Aydın,” dedi; ama Aydın cevap vermedi, yüzünü diğer tarafa çevirdi.
Aydın’ın bu davranışını görmezden gelen Hüseyin, “Biz de oynayalım mı?” diye sordu. Topu elinde evirip çeviren Aydın, sinirli sinirli Ahmet’e bakarak “Sen oyna; ama bu Ahmet oynamayacak,” dedi. Ahmet ileri çıkarak, “Niyeymiş o?” dedi. Aydın “Top benim değil mi, canımı isteyeni oynatırım, isteyeni oynatmam, seni oynatmıyorum,” diyerek Ahmet’i itti.
Geçen hafta Ahmet ile Ayhan okulda kavga etmişler, neden kavga ettiklerini çoktan unutmuşlardı; ama Ayhan hala Ahmet’ten o kavganın hıncını çıkarmaya çalışıyordu. Hüseyin’in önünde iki seçenek vardı: Ya can arkadaşı Ahmet’i satacak ve oyuna katılacaktı, ya da oyuna katılmayıp, can arkadaşına destek olacaktı.
“Ahmet’i oyuna almıyorsan, o vakit ben de oynamıyorum, hadi gel gidelim Ahmet,” dedi Hüseyin, arkadaşının omzuna kolunu atarak. Omuz omuza top sahasından çıktılar, onlar sahadan çıkar çıkmaz, maç kaldığı yerden devam etti. Hüseyin’in içi rahattı, Aydın’a tavrını koymuş, arkadaşını satmamıştı. Ama önlerinde çözülmesi gereken bir sorun vardı: Tek başlarına ne oynayacaklardı?
Köy meydanında, köyün sınırlı sayıdaki ağaçlarının birinin gölgesinde oturup kara kara düşündüler. İçlerindeki o çocuklara özgü, dindirilmesi ölüm kalım meselesi olan can sıkıntısını nasıl gidereceklerdi. Önlerinde öyle dolusuyla seçenek yoktu, futbol oynamak istiyorlardı; ama topları yoktu. Top almak istiyorlardı; fakat paraları yoktu. Onlar da son çare sapanla kuş avına çıkmaya karar verdiler.
Evlerinden, kendi yaptıkları sapanları alıp geldiler. Sapanlarına uygun küçük taşları toplayıp, ceplerine doldurdular ve ava başladılar. Hüseyin, aslında sapanla kuş peşinde koşmaktan nefret ediyordu; çünkü bir ay kadar önce ilk kez bir serçe vurmuş, kuşun can çekişmesine şahit olmuş ve bir canlıyı öldürdüğüne bin pişman olmuştu. Kuşu öldürdüğü günün gecesinde bir türlü uyuyamamış, ağlayıp durmuştu. O günden sonra bir daha kuş vurmamaya yemin etmişti, artık tek yaptığı şey sapanıyla kuşun yakınına nişan almak ve attığı taşla kuşu yaralamamaktı.
Ahmet içinse, kuş vurmak sorun falan değildi. Vurduğu kuşları gururla köyün diğer çocuklarına gösteren biriydi. Sonra o kuşları fazla zaman kaybetmeden evin kedisine verirdi. Can sıkıntılarını dindirmek için saatlerce kuş peşinde koştular ve Hüseyin’in de arzu ettiği gibi bir kuş bile vuramadan, top peşinde koşturanların yanına gittiler. Aydın, Ahmet’i oyuna almama konusunda kararlıydı. Bir süre onları izledikten sonra, sıkılıp oradan da ayrıldılar. Sonuçta, top oynamak keyifliydi; ama izlemek o kadar da değil.
Can sıkıntısı tekrar yakalarına yapışmıştı. Ne yapsak, diye düşünüyorlardı yine. Sapandan sıkılmışlardı. Top oynayamıyorlardı. Televizyonları henüz yoktu, bilgisayarları da, tabii internetleri de. O sırada aklına nereden geldiyse Hüseyin, arkadaşına “Tren raydan çıkarmaya ne dersin?” diye sordu.
* * *
Kan ter içindeki Hüseyin ve Ahmet’in gördüğü manzara şöyleydi: Tren hattından bir buçuk, iki saatte bir geçen yolcu trenlerinden biri raydan çıkmış; trenin vagonlarının bazıları ters dönmüş, bazıları yan yatmıştı. Yolcuların bir kısmı vagon pencerelerinden fırlamış, etrafa savrulmuştu. Vagonların içinden yüzlerce insanın acı dolu çığlıkları ve bağırışları geliyordu. Birbirine karışan bu tüyler ürpertici sesler mahşer gününü anımsatıyordu. İnsanlar feryat figan içinde vagon pencerelerinden dışarı çıkmaya çalışıyor, vagonların içindeki yaralıların yardım çığlıkları suskun bozkıra yayılıyordu.
Öncü grup, Hüseyin ve Ahmet’ten on beş dakika kadar sonra olay yerine ulaştı, Hüseyin ve Ahmet’i orada, öylece dururken buldular. Muhtar, durumun ciddiyetini ilk bakışta anladı, uzaktan akrabası olan iki gence hemen köye dönmelerini, kendi evindeki telefondan, telefonun yanındaki defterde numaraları yazan ilçe jandarma komutanını, valiyi, belediye başkanını aramalarını, onlara kaza haberini vermelerini, daha sonra köyden gelebilecek olanlarla beraber tekrar oraya geri gelmelerini istedi.
Gördüklerine dayanamayan Hüseyin ile Ahmet de köye doğru koşan gençlerin arkasına takıldı. Olay mahallindeki köylüler zaman kaybetmeden, yaralılara yardım etmeye koyuldu; ancak aralarında acil yardım bilgisi olan tek kişi öğretmen Hasan’dı ve onun da acil yardım bilgisi teoriyle sınırlıydı. Daha önce edindiği bilgileri kullanma ihtiyacı olmamıştı, yani ciddi bir deneyim eksiği vardı.
Köylülerden kimi, panik içindeki yaralıları sakinleştirmeye çalıştı; kimi vagonların içine girip, vagonlarda sıkışmış olanlara dışarı çıkmalarında yardımcı oldu; kimiyse öylece donup kaldı. İçlerinden şöyle diyorlardı: “İmamın anlattığı kıyamet günü böyle bir şey olmalı.” Öğretmen, kolu kopan bir yaralıya turnike yapmaya çalıştı; imam hayatını kaybetmiş olanları, gençlerin yardımıyla bir tarafa taşıdıktan sonra, onlar için dua etti.
Can pazarına dönen alandaki yüzlerce yaralının arasında çok özel bir insan vardı: gelecek vaat eden, genç yazar Mustafa Kalkin. “Geçmişin Geleceği”, “Dün Bugündü” ve “Zamansız Zamanlar” adlı romanlarıyla kısa zamanda Türkiye edebiyatında sağlam bir yer edinen, seçkin bir okur kitlesine ulaşan, her kitabıyla edebiyat dünyasında olay yaratan ve eleştirmenlerce Türkiye edebiyatının gelecekteki ustalarından biri olarak görülen otuz beş yaşındaki Mustafa Kalkin de kitap fuarına katılmak için raydan çıkan o trene binmişti.
Trenin raydan çıkmasıyla hava almak için açık bıraktığı kompartıman penceresinden dışarı fırlamış, toprağa düşmüş, ayakları raydan çıkan vagonlardan birinin altında kalmıştı. Türkiye edebiyatının geleceği, ne yazık ki, ağır yaralı bir halde, bozkırın ortasında kanlar içinde bir yardım eli bekliyordu.
* * *
Ahmet, Hüseyin’in “Tren raydan çıkarmaya ne dersin?” sorusuna anlam verememişti: “Tren raydan çıkarmak mı? O nasıl olacak?” diye sordu. Heyecanlı bir şekilde konuşmaya başlayan Hüseyin, “Abim askerden geldiğinde anlattı, askerlik yaptığı yerde eşkiyalar trenleri raydan çıkartıyorlarmış, abimin bölüğü bu eşkiyaları yakalamak için peşlerine düşmüş, bir haftalık takip sonunda hepsini dağda kıstırıp, öldürmüşler,” dedi. Ahmet sorduğu sorunun cevabını almak için bir kez daha sorusunu tekrarlamak zorunda kaldı: “Ama nasıl yapmışlar? Trenleri raydan nasıl çıkarmışlar?”
“Çok basit: Tren raylarına saman döküyorlarmış ve bu şekilde trenleri raydan çıkarıyorlarmış. Sonra trendeki insanları yaralı ölü demeden soyup soğana çeviriyorlarmış, abimin dediğine göre bölgenin en azılı eşkıya çetesiymiş.” Arkadaşının verdiği cevap Ahmet’in aklına yatmamıştı: “Samanla tren hiç raydan çıkar mı?” Hüseyin, kendinden emin bir şekilde, “Evet, yeterince saman koyarsan çıkar. Abim öyle dedi, biliyorsun abim yalan söylemez, hele bana asla yalan söylemez,” dedi. Ahmet de Hüseyin’in abisinin dürüst bir insan olduğunu biliyordu; ama samanla tren raydan çıkarma düşüncesi ona bir türlü mantıklı gelmiyordu.
Yapacaklarının sonucunu düşünmeden, sırf abisinin doğru söylediğini kanıtlamak için “İnanmazsan deneyelim,” dedi Hüseyin. “Ahırdan saman alıp, raylardan birine koyalım ve ne olacak görelim.” Ahmet, ne diyeceğini bilmiyordu; aslında böyle bir şeyi denemekten yana değildi. Ancak Hüseyin’i bu kadar istekli olduğunu görünce, arkadaşının hevesini kırmamak amacıyla can arkadaşının önerisini reddetmekten vazgeçti: “Tamam, deneyelim,” dedi.
Evlerine doğru koşarlarken, Hüseyin yapacakları her şeyi planlamıştı: Ahırlara gidip, bir bez torbanın içine doldurabildikleri kadar saman doldurup, tren raylarına gideceklerdi; ama köyden çıkarlarken köyün arkasından dolaşacaklardı, böylece kimse nereye gittiklerini göremeyecekti; ayrıca taşıdıkları samanı hemen tren raylarına dökmeyecek, rayların yakınında samanları toplayacaklardı, böylece yeterince saman biriktirene kadar o sırada geçecek olan tren makinistlerinin dikkatini çekmeyeceklerdi.
Evlerinin bitişiğindeki ahırlara varana kadar, Hüseyin aklından geçen tüm bunları arkadaşına uzun uzun anlattı. Ahmet her zamanki gibi arkadaşının zekâsına hayran kalmıştı. Arkadaşının aklının, kendininkinden ve köyde tanıdığı herkesinkinden farklı çalıştığına emindi.
Bir saat içinde saman dolu ilk torbalarını tren raylarının elli metre uzağındaki bir ağacın arkasına döküp, köye geri döndüler. Aynı şekilde, beşer torba samanı ağacın altına döktüler. Topladıkları saman iki balya kadardı. Hüseyin’e kalırsa o kadar saman, bir treni raydan çıkarmak için yeter de artardı. Son kez torbadaki samanları ağacın dibine dökerlerken, bir tren geçti. Trendeki çocuklar pencereden onlara el sallıyordu, onlar ise aval aval bakıp, trenin görüş alanlarından çıkmasını beklemekle yetindiler. Hava kararmaya başlamıştı, uyku vakitleri geliyordu, samanları acilen rayların üstüne dökmeleri gerekiyordu. Bazı okurlar, “Çocuklar daha ne öğlen yemeğini ne akşam yemeklerini yedi, ne uykusu?” diyebilirler; ama birçok köyde olduğu gibi Duru köyünde de çocuklar yemeğe çağrılmazdı, eğer yemeğe gelmezlerse, o öğünü kaçırırlardı. Peynir ekmek, ekmek yoğurt, artık evde ne varsa onunla karınlarını doyurmak zorunda kalırlardı. Evde hiçbir şey kalmadıysa, aç uyurlardı.
Hüseyin ve Ahmet’in kimsenin dikkatini çekmeden, o kadar samanı köyün dışına taşıyabilmelerini şaşırtıcı bulabilirsiniz. Bunun arka planında bazı nedenler var, bunları açıklayalım: Bir, aile reislerinin kahvede oturup, kâğıt oyunlarından başka bir şey görmemeleri; iki, annelerin, bebeklerine bakmaktan, çamaşır yıkamaktan ve yemek hazırlamaktan burunlarının ucunu görememeleri. Bunun sonucunda çocukların ‘saldım çayıra mevlam kayıra’ şeklinde büyüyüp gitmeleri, Hüseyin ve Ahmet’in işini kolaylaştırmıştı.
Tren geçtikten sonra ikili, bir an tereddüt yaşadılar, acaba yapmasak mı diye düşündüler; ama o kadar emek vermişlerdi, son dakikada vazgeçmek onlara yakışmazdı. Ahmet ve Hüseyin, ağacın dibindeki samanları tekrar torbalar yardımıyla tren raylarına taşıyıp, tren raylarının küçük bir kısmını samanla doldurdular. İşlerini bitirdikten sonra, koşarak köylerine geri döndüler.
* * *
Bir saat içinde, onlarca jandarma, ambülâns ve itfaiye aracı olay mahalline ulaşmıştı. Bozkır, araçların mavi, kırmızı, beyaz ışıklarıyla aydınlanmıştı. Yetkililer, tren kazasının ciddiyetini anladıklarında, çevre illerden destek istemişlerdi. İlk kontrolde, on beş ölü bulmuşlardı; onlarca ağır yaralı ambulanslarla il hastanesine taşınmıştı. Vagonların içinden çıkartılan yolculardan durumu ağır olanlar çevre illere taşınmak zorunda kalacaklardı; çünkü il hastanesi çoktan dolmuştu. Duru köyü yaşlılar, hamileler ve hastalar dışında tam kadro olay mahallindeydi; dişini tırnağına takıp, yaralılara yardımcı olmaya çalışıyorlardı.
Bu arada kaza haberi ulusal kanallara ulaşmıştı, son dakika haberi olarak yayınlanan haberlerde, meydana gelen tren kazasında onlarca ölü ve yaralı olduğu, tren kazasının sebebinin bilinmediği, il hastanesinin yaralılarla dolduğu, diğer yaralıların çevre illerdeki hastanelere taşındığı, jandarmanın kazanın sebebini bulmak için soruşturma başlattığı söyleniyordu.
Bu arada Türkiye edebiyatının geleceği, yazar Mustafa Kalkin’in durumu içler acısıydı. Ayakları vagon altında sıkışan yazara yardımcı olmaya çalışan sağlık görevlileri ikilemde kalmıştı, yazarı vagonun altından çıkarmaya çalışmışlar; ama başarılı olamamışlardı, ya yazarı orada öylece bırakıp, ölüme terk edeceklerdi, ya da ayaklarını kesip hastaneye taşıyacaklar, hayatını kurtarmak için elinden geleni yapacaklardı.
Son çare olarak sağlık görevlileri, Mustafa Kalkin’in bacaklarını diz altından kesmiş, ambulansla hastaneye ulaştırmışlardı. Yoğun bakıma alınan yazar komadaydı. Doktorlar yazarın yaşayacağı konusunda çok da ümitli değillerdi.
Televizyonda açıklanan ölü ve yaralıların adları arasında Mustafa Kalkin’in de adı geçiyordu; ancak kendisinden bırakın Türkiye edebiyatının geleceği olarak, yazar olarak bile bahsedilmiyordu, sıradan bir vatandaş olarak adı, tüm diğer yaralıların adları arasında görülüyordu. Bunun böyle olması anlaşılır bir durum; çünkü Mustafa Kalkin’in ünü o zamanlar henüz dar edebiyat çevresini ve sıkı edebiyat okurlarını aşmamıştı, eğer ölürse daha parlamadan sönen bir yıldız gibi olacaktı, daha en iyi eserlerini yazmadan, sayısız edebiyat ödülü kazanmadan hakkın rahmetine kavuşacaktı.
* * *
Kardeşleriyle birlikte yattığı, odayı baştanbaşa kaplayan yer yatağında, sıkıntıdan bir oraya bir buraya dönen Hüseyin, arkadaşıyla beraber raylara döktükleri samanın gerçekten bir treni raydan çıkarıp çıkaramayacağını düşünüyordu. Tren raydan çıkarsa, insanlar yaralanacak; hatta ölecekti, bunun daha yeni ayırtına varıyor ve bunun gerçekleşmesini istemiyordu. O sırada yan evde Ahmet mışıl mışıl uyuyordu, rüya görmeye bile başlamıştı, rüyasında kendisinin de plastik topu vardı ve Aydın’ı oyuna almıyordu. Hüseyin, zar zor uykuya dalmıştı ki o ses, onu ve tüm köyü uyandırdı.
* * *
Kaza sebebini araştıran jandarmanın, tren rayına dökülen samanları fark ettiğini ve samanları kimin döktüğünü bulmaya çalıştıklarını; yazar Mustafa Kalin’in ise doktorların tüm çabalarına rağmen, hastanede hayatını kaybettiğini söyleyerek bu hikâyeyi bitirebiliriz.
Ama doğrusunu söylemek gerekirse, hikâyenin böyle bitmesine içim el vermiyor; çünkü Mustafa Kalin ölmezse, ileriki yıllarda yazacağı romanlarla dolusuyla ödül alacak, Türkiye edebiyatının kaderini baştanbaşa değiştirecek, romanları aylarca hatta yıllarca çok satanlar listelerinin zirvesini işgal edecek, adını ülkede bilmeyen kalmayacaktı. Hatta eserlerinin yabancı dillere çevrilmesiyle ünü ülke sınırlarını aşacak, yurt dışından gelen ödüllerin ardı arkası kesilmeyecekti ve sonunda Nobel Ödülünü kazanacak, onun sayesinde yurt dışında Türkiye edebiyatına ilgi artacak ve birçok Türkiyeli yazar bu fırsatla yurt dışında tanınacaktı.
O zaman, şöyle yapmaya ne dersiniz: Hüseyin’le Ahmet’in döktüğü samanın üstünden geçip raydan çıkan tren, Mustafa Kalin’in de içinde bulunduğu yolcu treni olmasın, o trenin önünde bir yük treni olmuş olsun ve o raydan çıksın; böylece onlarca kişi ölmemiş, yüzlerce kişi yaralanmamış olur. Hatta anlaşalım, yük treninin makinistleri de sadece hafif yaralansın, hayatlarını kaybetmesin. Olmaz mı?
Böylece o yolcu trenini raydan çıkartmayarak, hem Türkiye edebiyatının geleceğini kurtarmış oluruz hem de yolcu trenindeki o kadar insanın ölmesini engelleriz. Ayrıca, Hüseyin’in büyük bir travma yaşamasına sebebiyet vermeyiz. Sonuçta, kimsenin hayatını kaybetmediği bir yük treni kazasına sebep olmakla onlarca kişinin öldüğü yolcu treni kazasına sebep olmak arasında dağlar kadar fark var. Haksız mıyım?
“Samanla hiç tren raydan çıkar mı?” diye soranlardan mısınız? Peki, eğer inanmıyorsanız hodri meydan diyorum, Hüseyin ve Ahmet’in yaptığını siz de deneyin; ama insanların ölümüne sebep olabileceğinizi unutmayın, hiç kimse masum yolcuların ölümüne sebebiyet vermek istemez, değil mi? Tabii, bu arada ülkemizde saman fiyatlarının son bir yıl içinde yüzde üç yüz arttığını ve saman ithal edilmeye başlanacağını bir kenara not edeyim.
- Fatima Teyze’den Al Haberi - 1 Temmuz 2020
- Karayılan Cek’in Tuhaf Hikâyesi - 1 Temmuz 2019
- Oncle’yü Beklerken - 15 Haziran 2018
- Aynen Aynen Operasyonu - 15 Haziran 2017
- Hırtık mısın Lan Sen? * - 15 Haziran 2016
Of yahu, çok iyi olmuş bu. 🙂
Köyün anlatıldığı kısımlar Hasan Ali Toptaş’ın “Gölgesizler”ini çağrıştırdı bende önce. Sonra olaylar falan değişti, acayip bir şeye dönüştü. Süper kelimesini kullanmayı pek sevmememe rağmen, “Süper!” demek zorunda hissediyorum kendimi. 🙂 Böyle öyküler yazmak hakikaten çok güzel bir şey. Acayip fikirleri -samanlarla trenin raydan çıkması gibi- alıp böyle bir öyküde kullanmak ustaca.
Öykünün en sevdiğim yanı sonu oldu, böyle farklı denemeleri seviyorum. “İsterseniz farklı bitirelim öyküyü, sizi mi kıracağım?” türünden bir final bizzat sana ait bir fikir mi, yoksa daha önce başka yazarlar da yapmış mıdır bilmiyorum ama çok güzel duruyor.
Eski Xasiork’lulardan olduğunu biliyorum. Daha önce de birkaç öykünü okuma fırsatım olmuştu, eskilerin tümünü takip ediyorum zaten. Siz yazın bir okuyalım diyorum yani. 🙂
Teşekkür ederim. Yorumun beni çok mutlu etti. Finalde yazarın araya girip, öykünün sonunu değiştirmesi daha önceden mutlaka yapılmıştır. Umarım, yeni öykülerde, daha iyi öykülerde yine görüşürüz.
Zaman geçişleri, yazarın hikayeyi bölüp araya girmeleri yerinde olmuş. Bunlar yerinde olduğu zaman öykü de keyifli hale geliyor, üstüne bir de köy öykülerini seven ve köy atmosferinin kurgu için çok elverişli olduğunu düşünen benim gibiler için daha da keyifli. Siyasi göndermeler eğreti durmuyor; ki bunu bu şekilde öyküye yedirmek çok zor işler, emek verdiğin ve bu güzel öyküyü kaleme aldığın için ellerine sağlık.
Not: Öyküde en beğendiğim nokta: Sapanla kuş vurmak ve treni raydan çıkarmak arasında kurulan bağıntı, basit bir şey gibi duruyor görünüşte ama düşününce çok derin geldi bana. Bu çocukların başka maceralarını da okuma fırsatı buluruz diye umuyorum. Kim bilir belki o zamana Ahmet de top alacak parayı biriktirir.
Yorumun için teşekkür ederim Mümin. Hüseyin ve Ahmet’in başka maceralarını yazar mıyım, doğrusu bilmiyorum, emin değilim.
Oldukça güzel bir öyküydü Ruhşen. Yazım hatası yok, kurgu güzel, mekan anlatımların, duygu aktarımların yerinde. Sadece öyküye anlatıcı olarak müdahale ettiğin kısımlarda biraz eleştirim olabilir, bütün öykü boyunca oldukça güzel giden dilin müdahale ettiğin bölümlerde ‘laubali’ -tabirim için kusura bakma, yerine başka bir sözcük bulamadım ama belki fazla samimi olabilir- tanımlanacak bir dil kullanman bence güzel durmamış. O bölümlerde de aynı ağır başlı dilini kullansan bence daha güzel bitebilirdi öykün.
Ellerine sağlık, teşekkürler..
Öyküyü okuyan bir arkadaşım da benzer bir yorum yaptı. Keşke maceraya müdahale ettiğin kısımlar olmasaydı, öykünün ciddiyetini bozuyor dedi. Eleştirin ve yorumun için çok teşekkür ederim.
Öncelikle ellerinize sağlık diyeyim. Sonra da daha önceden de eleştiri olarak gelen öyküye müdahale kısmına geleyim. Açıkçası ilk başta öykücünün müdahalesi bende de huzursuzluk yarattı fakat daha sonra, özellikle geçişler ve bakış açılarıyla birlikte ne kadar yerli yerinde olduğunu fark ettim. Ki son kısımlar, “Ya da şöyle bitseydi,” benzeri yaklaşımlar çok ama çok hoşuma gitti. Bence gerektiği şekilde kaleme almışsınız. Teşekkürler bu güzel öykü için. Kaleminize sağlık.
Teşekkür ederim yorumun için.