Öykü

15. Hafta

“Hamdım, piştim, yandım.”
Mevlana

Karanlık üzerime siper olurken boşlukla bütünüm. Sarmalanmış bir biçimde tekim ben. Ben yokum. Yok, yok. Tek bir şey. Her şey tek. Ben Tek’in parçasıyım. Tek bende atarken ben de ona çalışıyorum. Tek’e varıyorum; bunu yaparken bildiğim tek yolu; benliğimi kullanıyorum. Benliğimi Tek yolunda harcıyorum.

Ayrılığa daha var. Ayrılmak bende anlamsız. Ayrılık nedir bilmiyorum. Ben yokum. Yok, yok. Her şey tek kavram üzerinde odaklanıyor.

Bilinçsizim.

Hazırlık aşaması başlıyor. Hazırlanıyorum. Hala benliğim yok. Ama dalından düşmek üzere olan sarı bir yaprak gibiyim. Düşmeden önce hala Ağaç’ım, Ağaç ile birim. Düştükten sonraysa sadece bir yaprak olacağım; beni o ağaçla ilişkilendiren bir şey kalmayacak. Benliğim yok. Ben yokum. Yok, yok.

Karanlık ile Aydınlık’ın farkına varıyorum. Bunlar ilk işaretler. İyi ya da kötü değil. Henüz değil. Ama Aydınlık ve Karanlık var. Devamı da gelecek. Biliyorum. Çünkü hala Tek’im. Aydınlık da benim Karanlık da. Ama bunların farkına varmam bir mesaj. Ayrılma vakti yaklaştı. Karanlık çekilmeli. Aydınlığa varmalıyım.

Aydınlık gelecek gibi değil. Ama benliğim kopuyor. Karanlıksa derin bir denizin altındaki gölge gibi. Gölge karanlık. Ben Karanlık’ım. Gölge yükseliyor.

Gölge’nin farkına varıyorum. Bu yeni bir şey. İlk farkındalık. Dışarıdan fark ettiğim ve isim verebildiğim yegane kavram. Karanlık. Gölge. Gölge’nin farkına varmam bazı sonuçlar doğuruyor: Aydınlık. Gölge olmadan Aydınlık’ı kavrayamam. İkisi bende bütün. Ama illüzyon başladı bile. Dışarısının karanlık olduğunu sanıyorum. Dışarısı. Ama durum aynı. Ben yokum. Yok, yok.

Gölge sınırlarını sabitliyor. Ordularını savaşa sokmaya çekinen bir general gibi hatlarını sıklaştırıyor ve konum alıyor. Ama eğer düşmanı Aydınlıksa hiç şansı yok. Aydınlık geliyor. Karanlık çekilmeli. Karanlık çekiliyor.

Aydınlık’ın mutlak olması çok sürmüyor. Kum taneleri akarken Aydınlık hiç de aceleci değil. Zaman onun için anlamsız. Zamanı umursamıyor.

Ta ki 15.haftaya kadar…

Kavram karmaşası…

* * *

Benliğimi aldım. Bu yeni. Her şey yeni. Tanıdık hiçbir şey yok. Olması gerekenler bile. Küçücük alanımda bir yabancıyım ben. Kendime karşı. Dünyaya. Ben ve Dünya. Bu ikisi aynı anlama geliyor. En azından şimdilik. Tek dünyam kendimim…

Zaman kavramı bende anlamsız. Ama zaman var. Değişiklikler. Değişim ile anlıyorum bunu. Değişim oldukça zaman da olacak. Ben değiştikçe dünya değişecek. Zaman var. Ben varım…

Saatler günlere dönüşüyor. Belki haftalara. Ayrımına varamıyorum. Küçük alanım iyice küçülüyor; artık sığmıyorum. Bunun tek bir anlamı olabilir: Yeni Bilinç…

Günler haftalara dönüşüyor. Belki aylara. Benim için bir farkı yok. Başlangıcın farkında olamadığım gibi sonu da beklemiyorum. Sadece bir son olduğunu biliyorum. Bu benim için yeterli olmalı. Olmuyor…

Haftalar aylara dönüşüyor. Belki senelere. Artık önemli. Çünkü yeni bilgiler var; öğrenecek zihnimse henüz gelişkin değil. Beynim olanları almıyor. Yeni uzuvlarıma bakıyorum. Onların bana bakmaması şaşırtıcı. Onlar bana bakamıyor. Bunu anlamam aylar sürmesine rağmen sonunda farkına varıyorum. Belki seneler, ama bir şekilde önemli olanın bu olmadığını biliyorum…

Artık başlamalı. Kalıbıma sığmıyorum. Karanlık Aydınlık’a tamamen yenildi. Bu uzun süre önce oldu. İdrakına yeni varıyorum. Bu bende yeni bir kavram ortaya çıkarıyor. Heyecan…

Zihnim kavramlara aç. Aydınlık ona yetmeli. Ama yetmiyor. Zihnim yeni kavramlar istiyor. Eski ben-Tek- kavramları bildiğimi söylüyor. Zihnimse kabullenemiyor.

Aylar senelere dönüşüyor. Belki asırlara. Artık zihnim biliyor. Ben varım. Her şey var.

Aydınlık mutlak oldukça onun varlığını kabullenmek istemiyorum. Çünkü o değişmiyor. Oysaki benim yegane tecrübelerim varlığın değişken olduğunu haykırıyor. Aydınlık değişmemekte direniyor. Karar zamanı. Ya var olacağım ya da yok. Bu bana kalmış…

Aydınlık hakkındaki şüphelerim iyice derinleşiyor. Mutlaklıktan çıkıp bir mit halini alıyor. Aydınlık odak değil. Odak ne? Bu soru canımı sıkıyor. Düşünmek istemiyorum. Zihnim henüz bunun için fazlasıyla toy. Uzuvlarıma bakıyorum. Onlar bana bakmıyor…

Zihnim gelişken. Beni dahi şaşırtarak hızla büyüyorum. Hem zihnen, hem bedenen. Zihnim değiştikçe varlığa dair tecrübelerim değişim ile sabitleniyor. Aydınlık odak noktası değil. Odak ne? Bu soru artık canımı sıkmaktan çok uzak. Çünkü cevabı artık biliyorum. Cevap benim. Ben, odak noktasıyım.

Kavramlar bana akıyor. Her gün yeni bir şey öğreniyorum. Zihnim aç. Hepsini kapıyor. Artık eski ben değilim. Henüz farkına varmayan beynime sinyaller gidiyor. Benlik. Bünyem artık bir benliğimin olduğunu kabullendi. İçten içe bunun bir yanılsama olduğunu bilsem de hoş bir duygu. Ben varım. Her şey var. Hoş…

Sesler. Sesler duymaya başladım. Yabancı bir kavram olmasına karşın bu pek de uzun sürecek gibi değil. Öyle de oluyor. Artık sessiz bir yaşam istemiyorum. Seslerle yaşamaya başladım. Ses…

Büyük gün. Kaçıncı hafta olduğunu bilmiyorum. Takvimde hangi kareyi işgal ediyor, bilmiyorum. Bildiğim tek şey zamanı geldi. Şimdi. Anılarım beni uyarıyor; ama onları dinleyemeyecek kadar sarhoşum. Kavramlar akıyor… bu akış sonsuza kadar gidecek gibi. Sonsuzluk… üzerine düşünmek üzere rafa kaldırıyorum. Oysaki hiç de yabancı değil.

Karanlık ve Aydınlık tekrar bende vuku buluyor. Yine savaşıyorlar. Taraf tutmuyorum. Kavramların savaşında kazanan ya da kaybeden yoktur. Sadece sonuçlar vardır. Sonuçları bekliyorum. Sonuçlar beklediğim gibi değil…

Dışarı çekiliyorum. Bir güç… nasıl tarif edeceğimi bilemiyorum. Ama inatçı olduğu kesin. Her ne kadar bulunduğum yere alışmış olsam da korku bedenimi basıyor. Korku… bu ilk deneyim şok edici. Korkuyu daha önce tatmamış biri için korkuyu görünce tanımak deneyimlerimi alt üst ediyor. Ama onları ayırmasını biliyorum. Tek tek. Hepsini rafa kaldırıyor, etiketliyorum. Korku. Bende anlam bulurken rafı hazır. Korkuyu tanıyorum. Sürrealist bir filozofum ben.

Çekilme hissi ben korkuyu tanımlarken artıyor. Karşı konulacak gibi değil. Aslında bunun bir tür seçim olduğunu biliyorum. Ya şimdi, diyorum yarı gelişkin beynime, ya da hiç.

Beynim şimdiyi seçiyor. Zaman okyanusunda ne geçmiş ne gelecek ne de yaşanmamış hayatların anıları vardır. Tarih her zaman şimdidir. Şimdi ise tek bir an yerine o ana kadar yaşanmış anıların toplamıdır. Şimdiyi seçerken bunu düşünüyorum. Neden bilmiyorum, düşünmek huzur verici. Fakat kısa süreli hafızam korkuyu tadınca bırakmak bilmiyor. Korku zihnimi felç ediyor…

Belirsizliğin korkusuna alışmak zorsa, bilinmeyen geleceğin korkusuna alışmak imkansızdır. Alıştığınızda ise o artık bilinmez olmaktan çıkmıştır. Bilgi önemli. Bilgi… korkum beni hala şimdide tutuyor; ama bunun çok sürmesini beklemiyorum. Realist bir agnostikim ben.

Şimdi. Ne yarın ne de dün. Şimdi. Çekiliyorum. Açıklayabileceğim tek kelime bu. Çekilmek. Bir saat mi yoksa bir asırdır mı çekildiğimi bilmiyorum. Tek bildiğim, artık çekilmenin sonuna geldim. Ve bir şeyin sonuna geldiğinizde beklenmeyen sonuçlara hazır olmanız gerekir. Sonuçlara hazırlanıyorum. Sonuçlar beklenmedik…

Önce soğuğu tadıyorum. Başım-düşünmek üzere rafa kaldırılacak bir kavram daha- soğukla ilk tanışan. Şok dalgası. Öyle ki tüm anılarım artık bana rehber olmaktan çok uzak. Anılarıma güvenemem. Onlar içinde bulunduğum koşullar için çok yetersiz. Başka bir…

Soğuk bedenimde yayılıyor. Yavaş yavaş. Yukarı doğru. Ciğerlerime ulaştığında aldığım ilk nefes yıldırıcı. Her şey yeni… zihnim köreldi. Zihnim yavaş yavaş açılırken etrafımdaki dünya akıyor. Renkler bir birine girip yeni kombinasyonları oluşturuyor; ama ben hala soğuğa takılmış durumdayım… çok uzun sürmemeli…

Hem tanıdık hem yabancı. Aydınlık.

Başka bir kelime yok. Aydınlık. Sadece bu. Küçük dünyamdaki-her ne kadar ben bilmesem de- kavramlar odaklanıyor… yo, hayır. Bu da başka bir tür çekilme. Yüzüm hava dalgasını yalarken Işık düşünebildiğim tek gerçek. Her yerde o var sanki. Gözlerimi kapıyorum. Rahatlık.

Rahatlık dalgası beni deliliğin eşiğinden paniğe sürebiliyor ancak. Ama bu yetmeli. Yetmiyor…

İnce ve ayarsız bir ses ağzımdan dökülüyor. O kadar ki, bir süre sonra ben bile rahatsız oluyorum. Ama durmak anlamsız. Durmak bir çözüm değilse, çözüme en yakın şey devam etmektir. Devam ediyorum…

Sesler. Önceden müptelası olduğum sesler artık beni ürkütüyor. Her yerde bir ses. Yüksek dozaj. Ve bu hassas kulaklarım için iyi değil…

Renkler. Henüz seslere odaklanamam. Beyaz, sarı, kırmızı, mavi… daha önce görmediğim renkler…

Tek, içimde cızırdıyor. Biliyorsun, diyor. Bilmiyorum…

Ayaklarımdan tutuluyor ve bir süre sallandırılıyorum. Sallanmak huzur verici. Ve sallanırken yüzümü yalayan hava da.

Artık sallanmıyorum. Vücudum bir tür kumaşa sarılıyor. Yumuşak. Rahatlık bedenimde bir açık bulup ortaya çıkmaya çalışıyorum. Fakat henüz erken. Panik dinmeden rahatlayamam.

Rahatlık…

Sesler artarken paniğim ters orantı göstererek azalıyor. Ve bir tür canlı bana dokunuyor. Sıcaklığından, değişiminden anlıyorum. Canlı… bu kavram her ne kadar yeni görünse de aslında hep içimde. Canlı… ona tutunuyorum…

Rahatlık… sesler arttı. Artık kulaklarım için birer sır değiller. Panik geçti. Onları duyabiliyorum. Karanlıkta üzerime binen bir ışık gibi. Işık her şey. Ses her şey… Duyabildiğim ilk sesse daha sonra öğreneceğim üzere bir kadına ait. “Tebrikler,” diyor kadın beni tutan canlıya gülümserken aynı zamanda beni daha da sararak. “Nur topu gibi bir oğlunuz oldu.”

Şok…

* * *

Etrafım için geçmiş deneyimlere göre tanımlayabileceğim tek bir kelime var: Dev. Her şey büyük. Her şey her yerde. Bense yalnız ve küçüğüm. Küçük olmak istemiyorum. Yalnız olmak istemiyorum. Bu bir acı dalgası getiriyor. Dışarı dünyada-adını bu koydum- yaşadığım neredeyse bir aylık sürede artık alıştığım şeyi yapıyorum. Benim “rahatsız edici ince ses” dediğim, dışarlıklılarınsa ağlama dediği şey. Ağlıyorum…

Anne.

Bu sözcük doğduğum ilk andan itibaren benimle beraber. Belki de Dışarı’da bana yabancı olmayan tek kavram. Anne… annem- o benim, öyle değil mi?- bana sarılıyor. Susuyorum. Sıcaklığı içime akarken gözyaşlarımı da kurutuyor. Kokusu tanıdık. Nerden bu sonuca vardım bilmiyorum ama dokuz aylık hazırlık sürecimde bile ondan ayrı olmadığımı hissediyorum.

Gelişkinim, gelişiyorum…

Yeni kavramlar için yeni kelimler… yaşamak için buna zorunluyum. Ve beni karanlık sulardan alıp taşıyan tekneye de bir isim buldum: Zaman. O, Zaman.

Zaman beni istasyonda beklerken hiç de aceleci değilim. Büyümek aceleye mahal bırakamaz. Bırakmamalı. Ama sabırsızım. Günler geçmek bilmiyor…

Işık çakması.

Dünyaya tam anlamıyla alıştım. Artık kavramlar bana yabancı olmaktan uzak; en azından çoğu. Her gün yeni bir şey öğrensem de Dışarı Dünya’da geçirdiğim iki yıllık anılar beni idare ediyor. Rehberlik beklerken yönlendirmek de istiyorum.

Oyuncak bebeğimi alıyorum. Bu bir asker. Önümdeki iki askere bakıyorum. Üç askerim olmasına rağmen sadece önümdeki ikisini görebiliyorum. Üçüncüsü nerede? Yaşam, Ölüm, Zaman. Zaman ve Ölüm bana bakarken Yaşam asla orada olmuyor. Seçim zamanı…

Zamanı seçiyorum. Zaman bir tren. Ve istasyonda beklemiyor.

Işık çakması.

Artık ben bir dışarlıklıyım. Öyle ki bu kavrama yabancılaştım. Artık dışarlıklı diye bir kavram yok. Sadece Ben ve Biz varız. İçerideki anılarım soldu. Hem de tamamen.

Okula başlıyorum. Benim için farklı olmaktan ziyade daha büyük oyuncakların olduğu bir yer. Sorun değil. Sorun olmaktan çok uzak. İlk gün ağlıyorum, elbette. Ama sonrası benim için bir sır yumağı. Sır yumağını çözmeyi beklerken Zaman bir tren ve istasyonda beklemiyor.

Işık çakması.

Büyüyorum. Hızla. Bu gün Dışarı’da geçirdiğim dokuzuncu yılımı kutluyorum. Bu benim için daha çok oyuncak anlamına geliyor. Annem ve babam. Benimle olmayan bir kardeş hakkında konuşuyorlar ve annemin karnı günden güne büyüyor. Daha sonra düşünmek üzere rafa kaldırıyorum. Arkadaşlarım yanımdayken düşünmek zor. Dünya genç ve ben daha gencim. Ona yetişmek için hızlı olmaktan da fazlası olmalıyım…

Önüme üç hediye kutusu konuluyor. Daha açmadan içlerinde ne olduğunu biliyorum. Doğduğum andan itibaren başlayan bir döngü bu. Zaman, Ölüm ve Yaşam. İlk paketi açıyorum. Ölüm bu. Asla hoş olmuyor; ama ölüm beni rahatsız etmekten çok uzak. Sadece bir kelime benim zihin havuzumda. Ve biliyorum ki deneyimlemedikçe sadece bir kelime olarak kalacak. Üzerinde fazla durmuyorum. Asla durmam…

İkincisinden Zaman çıkıyor. Aşinayım buna. Hem de dokuz yıldır. Eski bir arkadaşı selamlar gibi selamlıyorum. Karşılığım ise birkaç saniye içeren bir öpücük.

Üçüncü kutu. Yaşam olması gerek yerde büyük bir boşluk var. Dokuz yıllık kısa hayatımda henüz Yaşam’a denk gelebilmiş değilim. Yine gelemiyorum. Kaybetmek hırslandırıyor. Hırs baki değil…

Önümde iki seçenek var. Seçmeliyim. Ölüm ve Zaman varken soru asla zor değildir. Zaman’ı seçiyorum. Zaman bir tren ve istasyonda beklemiyor.

Işık çakması.

Dünya benim evim. Onsuz bir hayat düşünülemez. Ben de düşünmüyorum. Düşünmek artık benim için iki, belki de üçüncü sırada. Yaşam’ı ararken düşüncelere pek az yer kalıyor. Bunu sadece ben değil; annem, babam hatta henüz beş yaşındaki küçük kardeşim bile yapıyor. Yaşam’ı aramak asla bitmeyen bir döngü. Bitmesini istemiyorum. Çünkü biterse Ölüm gelecek, biliyorum…

On dört yıl. Hayat bana bu zaman zarfı içinde çeşitli sürprizler çıkarıyor. Çoğu ile baş ettim. Edemediklerim de oluyor. Dedem. Baş edemediklerimden biri. Hayatımın mihenk taşlarından birini ilk kez yanıtı bulurken görüyorum. Yaşam’ı bulurken ölmek ironik olsa gerek. Hırs. Hırslanıyorum. Yaşam’ı yaşarken bulmalıyım. Ben farklıyım.

Cenaze uzun sürmüyor. Herkes mutsuz yüzlerle dışarı çıkarken ben bir yandan sevinçliyim. Bu olay bana bir mesaj veriyor. Yaşam bulunabilir. Evet, bulunabilir. Hala umut var.

Cenaze alanından ayrılırken amcamlar onlara gitmemi istiyor. Babamsa istersem amcamla gidebileceğimi ama kendi tercihinin onların yanında kalmam olduğunu söylüyor. İki yol. Hiç bitmeyecek. Ölüm ve Zaman. Seçenekler Ölüm ve Zaman’sa cevap asla zor değildir. Zaman’ı seçiyorum. Zaman bir tren ve istasyonda beklemiyor.

Işık çakması.

Evlilik. Eski ben olsa sinirlenirdi. Ama yeni ben sinirlenmekten çok uzak. Mutlu. Ve ahmak…

Baki olduğunu sanmanın ahmaklık olduğuna henüz hazırlık dönemimde karar vermiştim. Her şey değişirken ne baki kalabilirdi ki?

Ama yeni ben anlamıyor. Tek’i unuttu bile. Özünü unuttu. Öyle ki, Ölüm onun için bir korku artık. Tek’e ulaşmaya korkuyor. Benliğine o kadar sıkı tutunmuş ki…

Annem ve babam bana altın takarken onlara gülümsüyorum. Yirmi yedi senedir bana ebeveynlik yapıyorlar. Ve biliyorum ki ben ölene kadar devam edecek bu görevleri. Görev asla bitmez. Benim de yakında bu görevi devralmam gerekiyor. Bu görev için istekli olduğumu fark ediyorum…

Ve o soru soruluyor. Evet mi, hayır mı? Evlenecek miyim, evlenmeyecek miyim? Nikah memuruna bakıyorum. Gülümsememek elde değil. Çünkü kolay bir soru. Seçenekler Ölüm ve Zaman’sa yanıt asla zor olmaz. Zaman’ı seçiyorum. Zaman bir tren ve istasyonda beklemiyor.

Işık çakması.

Eşim hala güzel. Ben hala gencim. Mutlu olmak baki olmasa da yeterince uzun. Mutluyum. Yanımda duran iki çocuğuma bakıyorum. Kırk yıllık hayatımın sadece dörtte birlik bir kısmını onlarla geçirmiş olsam da, onlarsız bir yaşam düşünmek çok zor.

Eşim de bana bakıyor ve gülümsüyor. O da mutlu, diyor içimden bir ses. Mutlu…

Kırk yaşında olmama rağmen hala Yaşam’ı bulabilmiş değilim. Aramaktan vazgeçmemiş olsam da eski şevkimin izi bile yok. Hayatın temposu beni de içine aldı. Yarın için endişelenirken şimdiyi unutuyorum. Ve bu acı verici. Her ne kadar acıtmasa da…

İki çocuğum da bana resim çiziyor. İkisi de beni kaslı ve yakışıklı çizmeye çalışmış olsa da, çizimler kargacık burgacık. Gülümsüyorum. Fakat gülümsemem artık eskisi gibi değil. Çünkü soru artık zorlaşmaya başladı. Yaşam’ı bulamadan geçirdiğim onca sene bana bir şey öğretti: hiçbir şey baki değil.

Sorunun zorlaşması cevabı henüz değiştiremiyor. Ölüm mü, Zaman mı? Bir gün… Zaman’ı seçiyorum. Henüz erken. Henüz yaşanacak yıllarım var. Henüz… Zaman bir tren ve istasyonda beklemiyor.

Işık çakması.

Elli yıl. Ve sonsuz hüzün. Bu gün annemi ve babamı aynı anda toprağa verdim. Trafik kazası… dişlerimi sıkıyorum. Her ne kadar içeri de ağlamış olsam da, bir sebepten ötürü dışarıda ağlamak bana olağan gelmiyor. Baş sağlığı dileklerini kabul ediyorum…

Tek tesellim annem ve babamın yüzündeki o ölmeden önceki ifade. Cevabı buldular. Yaşam’ı buldular. Kendimi şevklendirmeye çalışıyorum. Ama nafile. Eski ben değilim. Yaşam’ı bulmak her ne kadar çok heyecanlı gözükse de benim için bir masaldan ibaret. İmkansız. Yaşam…

Burada ağladığım son zamanı hatırlıyorum. On dört… ne kadar da büyük hissetmiştim kendimi. Sadece on dört yıl yaşamış olmama rağmen Yaşam hariç her cevabı bulduğumu sanıyordum. Oysaki Yaşam en önemlisi olmasına rağmen tek gizem değil.

Cenaze biterken olasılıklar yine kafamda şekillenmeye başlıyor. Evime iki türlü gidebilirim. Zaman mı, Ölüm mü? Bilmiyorum… korkuyorum. Çünkü gerçekten bilmiyorum. Zaman artık azgın bir nehir değil. Sakin bir göl. Beni bekliyor ve hayat bir yere kaçmıyor. Ölüm… bir adım atıyorum. Ama duruyorum. Henüz gidemem. Ne kadar yorulmuş olsam da bu dünya ile işim bitmedi. Sorumluluklarım var. Eşim, çocuklarım… onları bırakamam. En azından ben öyle düşünüyorum. Öyle düşünmek istiyorum. Öyle düşünmeliyim. Bunun için yüzlerce sebep var ve ben sadece birini söylüyorum. Her ne kadar artık yavaşlamış olsa da Zaman bir tren ve istasyonda beklemiyor.

Işık çakması.

Yetmiş. Hazırlık döneminden beri tam yetmiş yıl geçti. Yüzümde bir gülümseme peyda oluyor. Kırışan derim gülümseme eylemine nadiren kötücüllük katar. Kuralını bozmuyor…

Yetmiş. Düşünmek bile yorucu. Yorulmak istemiyorum. Yeterince yorgunum.

Eşim beni terk edeli üç yıl oluyor. O da ölürken gülümsedi. Yanıtı bulmuş olmalı. Ben de bulacağım, diyorum. Ve buna inanıyorum.

Bu yetmiş yıllık hayatımda beni bezdiren şeyler oldu. Çocuklarımdan bir tanesinin ölümü ve yanıtı bulamadan gidişi bunlardan biri. Hangisi beni daha çok üzdü bilemiyorum. Yanıtı bulamaması mı, ölümü mü…

Düşünmek anlamsız. Geçmiş. Her şey geçmişte kaldı ve şimdi ise kısıtlı. Zaman’ı azgın bir nehir gibi düşünmeyeli yıllar oluyor; ama belki de tekrar bu fikri tartmanın vakti geldi.

Ağzımdan gelen kana bir tür eski arkadaş gibi bakıyorum. Ne zamandır bekliyordum, diyorum. Belki de artık gitmeliyim…

Ama yapamıyorum. Kendimi kandıramıyorum. Ölmek korkutucu. Ölmek istemiyorum ve korkuyorum. Kan akmaya devam ediyor. Yanımda öten diyaliz cihazı çılgına dönüyor ve doktorlar etrafımda pervane oluyor. Durun, diye bağırmak istiyorum. Ama ağzımdan kandan başka sözcük çıkmıyor. Kan…

Yan odalardan birinde bir kadının doğum çığlıkları kulaklarıma vurunca ölüm korkusu yerini yanıtı bulmuş olmanın verdiği sonsuz hazza bırakıyor…

Yine iki yaşındayım. Odada tekim. Önümdeyse üç olması gereken yerde iki asker oyuncak var. Üçüncü asker nerede, diye sormuyorum. Bunun yerine yerdeki iki askeri elime alıyorum. Biri Ölüm, diğeri Zaman. Zaman bir tren; ama artık son istasyona geldi. Durmalı. Duruyor.

Yanıtın verdiği mutluluk iki yaşındaki beni sarhoş etmeye yeter ama ben ayağa kalkıyorum. Tren önümde. Makinist ise bir tür soytarı…

Tren son durağa geldi. Artık ona binebilirim. Ölüm’ü hep son durak sanırdım. Değilmiş. Ölüm son duraktan da sonrası. Trene biniyorum. Ne soğuk, ne sıcak. Ne iyi, ne kötü. Ölüm’ün kollarında hissedebildiğim tek şey Yaşam. Üçüncü Asker. Üçüncü Asker, benim. Ben, Yaşam’ım. Ölüm’ün sonsuz boşluğunda öğrendim bunu. Ama öğrendim…

Gözlerim perdeleniyor. Bir hastane odasındayım, bir de trende. Tren son duraktan da ötesine gitmeye başlıyor. Ağzımdan gelen kan boğucu. Ama ağrı yok.

Tren yeterince hızlı. Zaman bir tren ve…

Ölüm soğuk olsa da zamanla insan alışıyor. Çünkü ölmek ne bir son ne de bir başlangıç. Zaman’ın sözünün geçmediği yerlerde ne biri vardır ne öteki. Zaman’ın sözünün geçmediği bir yerdeyim ben. Zaman’ın Ölüm üzerinde hükmü yok.

Üç arkadaşız biz. Üç Asker. Zaman, Ölüm ve Yaşam. Tekrar birleşiyoruz. Askerlik arkadaşları gibi bir birimizi kucaklarken görebildiğim tek şey diğer iki asker. Hastane odası artık görünmüyor. Bunun üzerine Ölüm’ün elini sıkıyorum. O da bana gülümsüyor. Hiç de kötücül değil…

Zaman elimi sıkıyor. Ona bakıyorum. Yıllardır dostum olan askere. Gülümsememek elde değil. Üçümüz de sarılıyoruz. Sarılmak bir son değil. Bir başlangıç olduğu da söylenemez. Ama biri olmak zorunda…

Artık tek bir Asker’iz biz. Ne ben onlardan ayrıyım, ne de onlar benden. Bu bir tür buluşma. Eskileri yad etme. Eskileri yad ediyoruz. Ama kendi anını kendine anlatmak hiç de eğlenceli değil. Eğlenmek istemiyorum. Önemli olan Tek’e varmak. Tek’e varıyorum. Büyüyorum, küçülüyorum. Kavramlar sıfıra inerken sonsuza yayılıyorlar. Ve ben artık yokum. Yok, yok.

Sorası ise hem Karanlık, hem de Aydınlık… elveda yaşam. Elveda ölüm. Elveda…

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *