Öykü

Ezel

Not: Bu öyküyü okumadan önce, KÜRE ve Reon & Mathilda adlı öyküleri okumanız olay örgüsünü kavrayabilmeniz için yararlı olacaktır.

I – Ebed

Askerlerin elleri terler. Taşıdıkları manevi yükü yüzünden ağır gelmez çoğu vakit, gerçekten ağırdırlar. Karlı bir tepede mühimmatını yere bırakmak, öylece nefes almak, sonra uzanmak ve gözleri yummak; özgür olmanın hayali her emirde daha fazla ağırlaşır. Arada değerlileri ile ilgili düşler kurar. Belki evde, geride, bıraktığı ailesi. Genelde bir sevgili olur, kıymetli ama ne anlam ifade ettiğini ondan bu denli uzak kalana kadar fark edilememiş olan. Geri dönüldüğünde sıkıca sarılası gelir ama mühimmat ağırdır, onu taşır karlı tepede soluklanmadan. Kimse şarkı söylemez, her erin arasında on adım vardır, kalın botların bile önleyemediği soğuk dikiş yerlerinden sızarken ona masallar okur. Koca adamları yorgunluk uykusuna yatıran tatlı ama dehşet uyandırıcı masallar. İşte bu soğukta terler o eller, zamanın nereye vardığını umursamadan. Bir gün sevgiliye ulaşmanın ve hayatta kalmanın arzusu ile ölümsüz olmayan hayatlarını akıllara ve tarihe kazımak dürtüsüdür kalplerini çarptıran. Nicesi savaş alanında unutulacaktır, hiç duyulmayacaktır, bilinmeyecek, anılmayacak ve en kötüsü arkasından ağlayacak birisi olmaması değil ama gülecek birisinin bile olmaması ile öleceklerdir. Komutan bunu bilir, onu evinde bekleyen annesi de bilir, emri veren de pekala bilir ama “onları her zaman anacağız” der.

Elleri terliyordu. Kabuslarından uyandığında yüzü değil elleri terlemiş olur halde bulurdu kendisini Ezel. Savaşlar anımsamak onun biricik lanetiydi. Hiç olmamış muharebeler karabasanlar gibi çökerdi uykusunda ona. Onlara bir şekilde alışmıştı. Leonard ve diğerleri ona her zaman yardımcı olmuşlardı, karnaval onun ailesiydi. Leonard küçüklüğünde bir yetimhaneden yangın çıkardığı için atılmıştı, bugün bile yaptığını inkar etmez “şu kibrit denen şeyler, mentallerin alev ile oynamaları gibi artık üretilmemeleri çok yazık, niteliksizler kendi başlarının çarelerine bakmalı. Tüm para güç sahibi olanlarda ve neyin yapılmaya değer ve neyin değer olmadığına ırkçı kararlar veriyorlar. Güç kazanmamızı istemiyorlar, kadimlerin silahlarıymış! Peh, tüfek onlar! Barut ve çeliğin ölümcül kombinasyonları diyorlar ama hayvan vurmamız için bile üretmemize izin vermiyorlar. Avlanmak için ok ve yay kullanıyoruz işe bak”… sürekli sızlanırdı. Leonard konuşmaya başladığında asla durmak bilmez ama bir şekilde onu dinleyenleri eğlendirirdi. Hani şu konuşup konuşup uyutan yaşlılardan değildi. Ezel ise kabusları dışında pek derdi olmayan niteliksiz bir genç kızdı. Gezgin karnavalın tüm üyeleri niteliksizdi ve onları özel kılan buydu; mucizeler yaratmak için cisimleri dokunmadan havalandırmak yada maddeye ısı vermeden hal değiştirmesini sağlamak gibi güçler gerekmez, sadece istemek gerekir.

Leonard’ın büyük büyük babası Hugo Bandinwald Kraliçe Nul’un hükmünün 600. yılında sadece niteliksizlerden oluşan bir gösteri grubu kurmayı kafasına koymuştu. Hayvanları akıllarına girmeden güden, alevi istdiği için değil ağzından gaz püskürttüğü için yetenek ile bükebilen veya ölümsüz bir sabitleyici olmanın cesareti ile değil sadece kaslarının esnekliğine güvendiği için metrelerce yüksekte akrobatik haraketler yapan insanlar aramış ve bulmakta çok güçlük çekmemişti. Çünki o zamanlarda bile insanlar ayrımı hissediyordu. Şimdi ise Nul’un hüküm sürdüğü bölgelere gösteriler için girmeleri yasaklanmıştı. İnsanları yanlış düşüncelere sürükledikleri söyleniyordu. Eğer gruplarına nitelikli birileri almayı kabul etmezlerse bu karar sonsuza (yada Nul’un hükmü bitene) kadar geçerliydi. Onlar ise bayrağı yada ismi olmayan Nul ülkesine sınırlardan değil ama başka yollardan girmenin yolları olduğunu öğrenmek zorunda kalmışlardı. Dünya son savaşta şekillenirken yüzeyinde alışılagelmedik bölgeler oluşmuştu. Kimileri radyoaktif denen ve şu anda çok az kimse tarafından ne olduğu bilinen enerji türünce oluşan bu bölgelere girmenin tekin olmadığını söylerdi. Girenler çıksa bile uzun süre yaşamıyorlarmış. Doğrusunu söylemek gerekirse bölgeler gerçekten bunu yapıyorsa bile karnaval insanları bundan yüzyıllardır hiç etkilenmemişlerdi. Leonard şimdi bile bunun tanrının eli olduğunu söyler. Bu bölgelerde insanların tekinsiz olmalarını ileri sürmelerini destekleyen sisler oluşur ve içlerine girenleri diğer bölgelere taşırlardı. Günün hangi vakti hangi bölgedeki sisten girildiğine göre nereden çıkıldığı değişiklik gösterirdi. Deneme yanılma yöntemi ile 400 yıl önce Hugo tüm yolları haritalamış ve nesilden nesile aktarılan bu harita karnavalın en değerli demir başı haline gelmişti. Ülkeye girerek sadece bir gece için yapılan gösteriler ile kendilerini kanıtlıyorlardı. İzleyici sayısı asla düşmedi, izleyiciler Sislerin Karnavalını beklerlerken kendilerini artık eskisi kadar güçsüz hissetmeyen, niteliksiz ancak gururlu insanlardı.

Ezel çadırından dışarıya çıktığında yıldızsız ama aynı zamanda bulutsuz gece onu karşıladı. Bölgelere girdikten sonra basılan toprak ve solunan hava bir şekilde aynı olurdu, ancak gök farklı bir konu; sanki aynı dünyada değilmişçesine güneşsiz ve yıldızsız günler karşılar bölgelere girenleri. Kıyafetleri kış için inceydi ancak sislerin içinde hava hep yaz gibiydi. ‘Dışarıda bir yerlerde kar yağıyor olmalı’ dedi kendi kendisine. Onu duyan bir başkasının olabileceğini düşünmeden. ‘Ne o küçük hanım beyaz bir örtü mü istiyorlar yoksa?’ alaycı ama cana yakın sesi ile Tim yanına geldiğinde derin bir nefes aldı ve ‘leylak?’ dedi. ‘Koku senden gelmiyorsa ezel, buralarda çok güzel bir çiçek damarı olmalı’. Genç kız karanlıkta kızardı, annesinin sürdüğü kokuydu bu. Her zaman onu anımsatması için kendisi de sürerdi. Geçmişinden korkmayan, ölülerden kaçmayan biriydi Ezel. ‘Kar neden beyaz biliyor musun Tim?’ dedi konuyu değiştirircesine Ezel. Oğlan ona merak ile baktığında o gizemli gülümsemesini takındı ve ‘çünki adını unutmuş’ dedi. Tim onu anlamamıştı, ‘neden unutsun ki? Hem ona adını kim verdi, insanlar! KAR! DUYUYOR MUSUN SENİN ADIN KAR!’ Şeklinde bağırdığında Ezel kendisini gülmeden tutamadı. Ardından bir çadırdan homurtular gelmeye başladı. Çadırın tekinin açılan aralığından eskmiş bir postal Tim’in kafasına isabet etti ‘Uyusana velet!’. Şimdi ikisi de gülüyordu, gerçi Tim’in başında nahoş bir ağrı oluşmuştu ama yine de bir şekilde komikti.

Ertesi gün yola devam etmek zorundaydılar. Halen geceydi ancak hava soğumaya başlamıştı. Her nesilde karnavalın bekçi köpekleri olur. Onların burunları sıcağı koklamalarına yarıyordu. Sislerde yol bulmak basit ama köpeksiz imkan dışı bir durumdu. Sislerde nerede soğuma oluyorsa oradan kaçmak gerekir, kimse kaçmazlarsa ne olduğunu tam olarak öğrenip hayatta kalamamıştı. Ancak Hugo zamanından kalmış deri haritada kural gayet net belirtilmişti “Sadece sıcak bölgelerde yürüyün” Geceleri bölgenin içindeyken hava değişmiyordu (esasında gündüz mü yoksa gece mi olduğunu bu yol ile anlıyorlardı) ve konaklamalarına izin veriyordu. Ezel karavanı aniden durunca elindeki yeni demlenmiş çayı elbisesine döktüğünde bayanlara pek uymayan bir küfür ile diğerlerine katıldı. Leonard durmalarını emretmedikçe atlar asla durmazdı ama bir şey hepsini birden korkutmuşa benziyordu. Daha fazla ilerlemeyi reddederlerken sürücüler sinirlenmeye ve karnaval sakinleri korkmaya başlamıştı, gündüzleri durmak iyi değildir. ‘Lütfen yardım edin!’ dedi sislerin içinden bir ses. Karavanının camından kafasını dışarı çıkarmış konvoy boyunca onlarca kişi Leonard’ın yönettiği karavanının önünde beliren siyahlı adam ve kucağında sım sıkı tuttuğu şeye bakıyordu. Ezel onun ne olduğunu anlamaya çalışırken Leonard en tok ve yaşlı sesi ile cevapladı, sanki biraz telaşta vardı o seste; ‘Yürü bizle, durma, devam et.’. Siyahlı adam normal insanların yapacağının aksine mızmızlanmadı yada önlerinde durmaya devam etmedi. Durumu kabullendi ve elindeki ile Leonard’ın karavanının yanında yürümeye başladı. Kimse onu karavanına davet etmedi yada onunla konuşmadı. Aceleleri vardı ve sıcak bölge sanki yağlıymış gibi ellerinden kaçıyordu.

Köpekler yavaşladığında ve herkes ne iş yapıyorsa ona geri döndü. Hayvan terbiyecilerinin gürültülü sesleri ve kükremeler, kaynayan tencereler ve bir yerlerde dengesini koruyamadığı için yere düşen kaba etin tok sesi. Herkes sonraki gösteri için çalışıyordu ve uzun boylu siyahlı adam boynu elinde tuttuğu şeye büyük ayaklarını sürüyerek onlar ile devam ediyordu. Sonunda Leonard konvoyu komutu ile durdurdu ‘Teheee!’ Siyahlı adam yorgunluktan dizleri üzerine çöktü ve bekledi. Kısa boylu hantal Leonard karavanından inene kadar karnavalın gürbüz delikanlıları adamın etrafını kuşatmıştı bile. Diğer herkes de etraflarına genişçe bir halka ördü ve izlemeye başladılar. İlk konuşan karnaval sahibi Leonard oldu, ‘Şimdi söyle bakalım bizden neden yardım istedin ve sislere neden girdin?’. Adam konuşmadı ve elindeki şeyi onlara gösterdi. Bir kızdı bu, on yedisinde ya var ya yoktu. Teni solmuş ve dudaklarında yaşadığını gösteren o pembelikten eser kalmamıştı. ‘Lütfen Mathilda’ya yardım edin, çok kan kaybetti. Lütfen!’ Zaten dizleri üzerine çökmüştü ve bu kez Leonard’a dönerek alnını yere yapıştırdı. Ona yalvarıyordu. Herkes susmuş ve ne olduğunun henüz tam farkına varamamışken Ezel insan duvarından sıyrıldı ve kızı daha yakından inceledi. Karnında kocaman bir yara izi vardı, halen kanıyor ve değerli kızıl sıvıyı kundak gibi sarılmış kumaşlara akıtıyordu. Belli ki siyahlı adam kan akışını yavaşlatmak için tüm bedenini sıkı sıkı sarmış ve onu bu şekilde taşımıştı, belki bir vahşi hayvandan yada daha kötüsü ülke güvenliğinden kaçıyorlardı. Adam alnı yerdeyken yan göz ile Ezel’in Mathilda’ya ne yaptığını izliyordu. Ezel de ona yan gözle baktığında hayatında ilk kez ağlayan bir adam gördü, işin garibi Reon’da hayatında ikinci ve son kez ağlıyordu.

Kızı revir olarak kullandıkları Madam Gretchen’in karavanına taşıdıklarında Reon kendisini tanıtmış ama başlarına gelenleri kimseye henüz anlatmamıştı. ‘Seni gözüm bir yerden ısırıyor Reon’ dedi kurnazca Leonard. ‘on, on beş yaşlarında nerede yaşıyordum demiştin?’ Aslında böyle bir şey elbette dememişti ama söylemiş olsa o ortamda yadırganmazdı çünki herkes bir tuhaf konuşuyordu. Aksanlar birbirlerine karışmış, görgü kuralları tekrar keşfedilmiş ve moda başdan tanımlanmıştı. Kimse bir ötekine benzemiyor ve Reon’un hassas burnu kimse de güç kokusu almıyordu. Neresiydi burası böyle? ‘Eln. Manastırında kalıyordum efendim.’ Dediğinde yaşlı adamın yüzünde ancak ölüm korkusu duyan birisinin sahip olabileceği katıksız dehşeti yansıtan bir ifade oluştu. Reon gözlerini kıstı ve devam etti ‘benim de gözüm sizi bir yerden ısırıyor efendim, adınız ne demiştiniz?’ Leonard yutkundu ve adını insan kulağının duyabileceği en kısık ses ile söyledi. Reon insanların yalan söylediklerinde ne gibi yollardan açık ettiklerini çok iyi biliyordu. Gözlerini sol üste devirmiş ve yutkunmuştu, dahası az önce olmadığı kadar terliyordu. ‘Peki eskiden size ne şekilde sesleniyorlardı, efendim?’ son kelimeyi vurgulamıştı. İronik olarak orada patron sanki artık Reon’du. Leonard elinin bir haraketi ile içerideki iki hammalı dışarı çıkardı, onu korumak için oradaydılar ve tüm konuşmayı pür dikkat dinliyorlardı. Homurdanarak dışarı çıktıklarında Leonard iki bardak viski hazırladı ‘üzgünüm buzum yok… sahi eskiden buz yapabilen bir makinem vardı, jenaratör denilen bir başka şeye bağlar sonr..’ uzun gibi olacak konuşması Reon’un gözlerine takılması ile son buldu. Reon belli ki hemen bir cevap istiyordu. ‘Adım Barane, yani bana öyle derlerdi. Yangından sonra peder Gusto adımı değiştirmemi salık etti, neden bilmiyorum ve umrumda değil. Buraya beni öldürmek için geldiysen boşuna gelmişsiniz bayım, zaten yeterince yaşlıyım.’ Leonard yani Barane gereğinden fazla konuştuğu hissine kapıldı. Reon daha fazla bilgi alabileceği umudu ile öne eğilmişti bile. Uzun boylu adamın yüzünde tek bir kıvrım bile kasılmamış tamamen ifadesiz onu izliyordu. Az önce genç kız için ağlayan adamdan eser yoktu. ‘Ebed’in yatağında kalıntı yoktu Barane, tüm yığından iki ceset eksikti’ dedi sadece, Leonard bir süre düşündü. ‘Ebed yaşıyor Reon, sadece umduğundan biraz farklı.’ yaşlı adam bir iç çekti ve o yangın gecesi içinde olan bitenleri Reon’a anlatmaya başladı. Anlattıkları nasıl otuz yıl birden yaşlandığını ve Ebed denilen kızın adının artık Ezel olduğunu içeriyordu. Ne peder Gusto denilen adamın üzerinde durdu nede isimlerini değiştirdikten sonra başlarına gelenlere değindi. Sadece ateş ile oynamanın getirdiği pişmanlık ve yaşanabilecek otuz yılın kaybolmaya yüz tutmuş hüznü vardı. Anlatmayı bitirdiğinde ‘benim yerime artık o yaşayabilir, o güçlerini hiç bir zaman kaybetmemiş Reon’ yaşlı adam ağlarken yüzünde bir gülümseme yayıldı ‘bunca zaman diğerlerinin güçlerini emiyormuş, onun gibilerin etrafta dolaştığını bilmiyorlar Reon. İnsanların durup dururken neden niteliksize dönüştüğünü bilmiyorlar, aygıtları onları görmüyor.’ diyebildi göz yaşları arasında. ‘Onu ölüme terketmiş olsaydın’ dedi Reon sakince ve pekte sakin olmayan bir şekilde devam etti ‘çoktan seni öldürmüştüm. Bu konuşma bittiğinde tekrar iki yabancı olacağız. Ne Ebed’e benden bahsedeceksin nede Mathilda’yı üzecek bir başka konuşma oluşacak! Olan oldu, seni affediyorum.’ son kelime ağzından gerçekten çok zor çıkmıştı. ‘Şimdi sen bana anlat bakalım nasıl oldu da sislere girdin ve hayatta kaldın? Bir yetimhanede büyümüş olabilirim ama peder Gusto ait olduğum yeri en başından beri biliyordu ve beni geleceksiz bir yaşamdansa kanun kaçkını olarak bile olsa ait olduğum yere götürmeyi seçti. Onlar benim ailem ve inan bana bizden başkası burada yolunu bulamaz’ dedi Leonard. Havadaki duygudaşlık erimiş gitmişti. Reon anlatmaya başladı.

II- Asker

Yüz yıllar önce insanlık kendisine karşı son savaşını verirken hiç düşünmedikleri tek şey rütbe sistemiydi. Aslında o kadar verimliydi ki hatası varsa bile göz ardı ediliyordu. Emirlerin sorgulanmaması, her erin birbirinden sorumlu olması ve üstlerinin onlara koşulsuz hükmetmesi asıl olan sorunsuz uygulamayadı. Kraliçe Nul’un ilk ortadan kaldırdığı kurum ordu oldu. Silah için harcanacak her kaynak değerliydi ve israfları kabul edilemez boyutlarda sorunlar oluşturuyordu. Ancak sorun şu ki şehri kurmak için kendisine yardım eden binlerce nitelikli insanın aslında böyle bir yapılanmayı arzuladığını düşünememişti. Onu seviyorlardı ama onları korumak için ordu kurmamasını anlamıyorlardı. Nul bunu diğer herkese anlatmak için yıllarını harcadı, tek bir ülke, bayraksız ve ordusuz sadece mutlu ve özgür bir yaşam için onun hükmü altında birleştiğinde ne silahlara nede ideallerin önemi kalacaktı. Geçen yıllar ve savaş insanların sosyal seçimlerini ırk, renk ve cinsiyete göre yapmasını engelleyen bir unsur değildi, bu Nul’un yok ettiği ikinci unsurdu. Herkes özgür olduğu ve bir diğerinin özgürlüğüne karışmadığı sürece mutlu olabileceklerini kendi içinde kabul etti ve ne pahasına olursa olsun bunu sağlayacağına yemin etti. İronik olarak ordu benzeri bir kurumu tekrar yaratması gerekiyordu. Diğer herkesin birbirlerine zarar vermemesi için ideallerini yok etmek ve kendi mükemmel idealini gerçekleştirmek hayatındaki tek gaye haline geldi. Kraliçe ne kadar ulaşılmaz ve güçlü olursa olsun dünyanın dört bir yanında aşıkları ve talipleri vardı, hepsini görmezden geldiğini belirtmek gerekli. Sonsuz gençlik ve yaşamı sadece insanları içindi, kendisi için değil.

Asayişten sorumlu bir kuruma ihtiyaç vardı. Hem polisin halk içindeki huzuru koruma görevini üstlenebilmeliydiler hem de askerin dış problemlere karşı durabilme özelliğini almalılardı. Her ne kadar başka bir ülke olmasa bile dünya radyoaktif savaştan sonra çarpılmış ve beraberinde hayatta kalmış canlıların bir kısmını alışılagelmedik dev, vahşi yaratıklara çevirmişti. İnsanların dünyanın tek hakimi oldukları dönem sadece bir efsaneydi, batı amerika ve asyanın tümü halen yaratıkların istilasında ulaşılmaz bölgelerdi. Çok sık olmasa bile ülkenin güvenli sınırı kabul edilen yerlerde köyleri saniyeler içinde yerlebir eden gözü dönmüş canavarlara dair raporlar geliyor ve tuhaf bir şekilde sorun başka köylere sıçramadan halloluyordu. Nul adı ordu olmayan ordusunun insanlarınca bilinmesini istemiyordu, aksi taktirde onlara birer tasma geçirdiği hissine kapılabilirlerdi. Hiç bir baskı olmaksızın özgür olduklarını düşünmelerini düşlüyordu.

Buna rağmen halk ordudan kulaktan dolma haberler ile haberdardı. Onlara “Güvenlik” diyorlardı ve aslında yadırgamıyorlardı. Kimseye hayatı zindan etmemişlerdi, kimse onları görmemişti, işin güzeli bir insan ömrü boyunca tek bir silah bile görmeden doğabilir, büyüyebilir, evlenebilir, çocukları olabilir, torunları ile oynayabilir ve ölebilirdi. Arada sırada birileri hayatını sorgulamaya başladığında veya delirdiğinde diğer insanlara zarar verebiliyordu. Her ne işse ertesi gün ortadan yok oluyor ve üçüncü gün eskisi gibi geri dönüyordu; mutlu ve diğer insanlar için yararlı bir vatandaş gibi. Bilinmeyen şey güvenliğin rütbelerden oluşmadığıydı. Güvenliğin sadece elli nitelikli kişiden oluştuğu ve bunların sadece onunun açık alanda görev yaptığını bilmiyorlardı. Bilmedikleri bir diğer şey geriye kalan kırkının şehir merkezindeki kuleden tüm dünyadaki insanların aklını görebildiği ve tüm kötü fikirleri bastırdığıydı. Arada birileri gereğinden fazla serbest radikal hale geldiğinde açık alan sorumluları onları sessizce şehire getiriyor ve onların tabiri ile “tamir ediyorlardı”. Ülkeye giren tüm yaratıklar onların görüş aralığına girdiği anda evcil bir köpek oluyor ve aklı karışmış şekilde terk ediyordu. Bazen bu yaratıklar akıllarının çelinmesine karşı dayanıklı oluyor ve bu kez her biri mekanda yolculuk edebilen madde bükücü açık saha askerlerince ortadan kaldırılıyorlardı. Nul sadece bu seçilmiş güvenilir on kişinin silah taşımasına izin veriyordu. Tepeden tırnağa cephane dolu bu adam ve kadınlar doğrudan Nul’a karşı sorumluydular. Adları olmayan ve numaralar ile çağırılan on asker. Beşi kadın ve beşi erkekti, her boydan ve ırktan eşitlik emsali olarak seçilmiştiler. Her biri de su götürmez biçimde kraliçeye bağlıydı. Hayatları fedakar sabitleyicilerce sürekli kılınmış, yüz yıllardır aynı gençlik ve güçte çarpışmalarına olanak sağlamışlardı.
Gerçi ne Kraliçe Nul’un, ne kuledeki kırk akıl bükücünün, nede bu askerlerin hiç haberlerinin olmadığı bir kurum vardı ve bu kurumun eğitmek için tüm kaynaklarını harcadığı daha önce hiç görülmemiş biri. Karşılaşmaları kaçınılmazdı, hele ki malum bir kızın hayatı söz konusuysa.

Kar her yerdeydi, Reon Mathilda’yı sırtına almış fırtınadan sığınacak bir delik arıyordu. Sırtındaki kız deli gibi titriyor ve düşüncelerini dağıtıyordu. Başkası için endişelenirken temiz düşünemiyordu. Sonunda onun için hazırlanmış bir savaş küpünü kullanmaya karar verdi. İçinde sıkıştırılmış hava ve pek çok kimyasal olan patlayıcı bir çelik küptü bu. Daha çukurda kalan bir yere gelene kadar bekledi ve küpü yere koyduktan sonra uzaklaştı. Aktif etmek için ‘Katsu’ dedi hafifçe. Patlama ani ama ağırdı. Yere yapışmış olmasalar basıncın etkisi ile metrelerce havaya uçarlardı. Hemen kızı ve kendisini yeni oluşmuş oyuğa attı ve bir diğer küpü ortasına koyarak ‘Bahat’ şeklinde mırıldandı. Küpten beyaz ama sıcak alevler yükselmeye başladığında Mathilda’nın titremesi biraz olsun azalmıştı. Yarına bir ulaşabilseler, fırtına bir dinse. ‘Üşüyorum baba’ diye mırıldandı uykusunda Mathilda. Uyumaması gerekiyor diye düşündü Reon, uyursa donar. Tek yapabildiği onu yeterince sıcak tuttuğuna inanmaktı. Gece boyunca gözlerini bir an olsun kırpmadı.

“Uyan, ne karanlığın ayazı nede ışığın alazı seni soldurabilir. Yoksa sen de kar gibi adını mı unuttun küçüğüm? Hayır olamaz, o çoktandır bembeyaz. Sen ise yeni açmış bir gül kadar tazesin. Uyan, yoksa senin için zamanın değeri kalmayacak.” Genç kız gözlerini açtığında hava halen bulutluydu ama kar yağmıyordu. Üstlerinde ince bir tabaka vardı, hemen silkelendi. Reon omzunda horluyordu. Mathilda kıkırdamaktan kendisini alamadı, bir şekilde onu hep uyurken buluyordu. Önceki geceki kırıklık ve zayıflığından eser yoktu şimdi. İçinde sıcak bir his vardı, yürüdükleri yol her ne kadar zorlu olursa olsun doğru olduğunu bilmesine sebep olan bir histi bu. Reon’u zarifçe uyandırdı ve ‘günaydın Reon’ dedi. Adamcağız neye uğradığını şaşırdı. Uyuya kaldığı için kendisine kızdı ve hemen çukurun etrafına bakınmak için tırmandı, bu sırada ‘günaydın’a benzeyen bir mırıltı duyuldu tabi. ‘Buraya biz uyurken birisi gelmiş, henüz yeni’ dedi çukurdaki ayak izlerini gösterirken. Mathilda şaşkın şaşkın baktı, ‘rüyamda birisi benimle konuştu, bence odur’ dedi vurdum duymaz bir tavırla. Reon aralarında geçen bu tip konuşmalara alışıktı. ‘Normal olmayan bir şeyler var Mathilda, nereye gittiğimizi bildiğinden emin misin?’ Reon cümlesini tamamladığında çıtırtı duyan av köpeklerinin takındığı bir ifade ile dondu kaldı. Birileri vardı ve onlar uyurken gelen sessiz yabancı kadar dost canlısı olmayabilirlerdi. Kız onu anladı ve sessizce bekledi. Geniş düzlükte kar tutmamış oyuk dikkat çekici olmalıydı. Daha kötüsü ise güç kokusu alıyor olmasıydı, silahlarını deri muhafazalarından çıkarmıştı bile. Gözlerini kapattı ve oyuğun kafa hizasında yüzey ile bir olduğu çıkıştan görülmediğine emin olduğu eğilmiş pozisyonda çevresini dinledi.

Her şey o kadar ani oldu ki kaç kişiyi vurabildiğini ve hatta birilerini vurabilip vuramadığını bile anlayamadı kısa süre için. Önce Mathilda’nın çığlığı duyuldu. Öncesinde tek bir adım veya haraket bile işitmemişti. Adeta birileri oracıkta bitmiş ve saldırmıştı. Göz kapaklarını açma süresinden önce namlu Mathilda’nın baş hizasının birkaç milim üstüne doğrultulmuş ve biraz rastgele denilebilecek bir el ateş edilmişti. Sanki tetiklerdeki onun parmakları değildi. Bir elin omzundan ona dokunduğunu hissetti, ardından sol elini şakağından geriye atıp bir el daha ateş ettiğinde gözlerini açmıştı ama artık oyukta değildi. Biri onu mekanda birkaç metre uzağa taşımış kızdan uzaklaştırmıştı. Her kimse işi yarıda kalmış olmalı çünki işlem durduğunda Reon birkaç metre hızla geriye doğru uçtu. Arkasında ceset olup olmadığına bakmadı bile, ceplerinin içinden bir küp çıkardı ve ‘Gohn’ diye bağırdı. Ayağa kaltığında sakince adım adım yürümeye başladı oyuğa doğru. Oraya geldiğinde oyuk çevresinde duran sekiz kişi saydı, sonuncu bir tanesi geride kalan ve onu uzağa taşımaya çalışmış kişi olmalıydı. On çift ayağın kar üzerinde yürüdüğünü saymıştı bir dakika önce. Mathilda’nın yüzü korku ile çarpılmış ve karnında bir hançer yarasının ilk izleri belirgin olmuştu. Kanı gördüğünde Reon ne yapacağını bilemedi. Küp zamanı sadece önündeki 79 saniye boyunca daha durgun tutacaktı. Aslında durdurmamıştı, sadece çok fazla yavaşlatmıştı. Yada kendisi çok fazla hızlıydı, ona durumu hiç bir zaman tam olarak açıkladıkları söylenemez. Zaman küpünü kullandığında tek yapabildiği şey hazırlıktı. Hiç bir cismin durdurma anındaki ivmesine karışamıyor yada yavaşlatılmış zaman diliminde silahlarını ateşleyemiyordu çünki tetikler zaten sıfır ivmeye sahiptiler, kıyafetleri ve tüm ekipmanı onun bedeni ile bir bütün haline getirilmiş organik kılınmıştı sırf bu küpün etkili kullanımı için. Ancak silahları bu sabitleme işleminden sonra edinmişti ve onlara tam olarak hükmedemiyordu. Tek yapabildiği hazırlıktı. Kızın karnına dayalı hançeri tutan kadın silüetini hedef aldı. Hedef sıralamasını yaptı ve bekledi. Planı geriye kalan sekiz kişiyi on üç saniye içinde öldürmekti. Önce ilk saniyede iki el ateş edecek ve iki kişiyi indirecekti. Tahmini diğer altısının mekanda yolculuk edeceği yönündeydi, yapacağı her yönde hamle için önünü kapatacak beş kişi ve onu öldürecek son bir silahlı altıncı kişi olacağını düşündü bu insanların profesyonel olduklarını var sayarak. Mathilda’yı hançerleyen kadın dışında tek birinin elinde uzun bir pala vardı. İkinci hedefi oydu, silahlardan birini ateşleyebileceği zaman aralığında ve uygun açıda olmayacaktı, en uygun hamle omuz kemiğini feda etmek olacak ve adamın palayı sapladıktan sonra etinden kolay çıkaramayacağına dua edecekti. Geri kalan silahlarını çekmemiş yedisi çocuk oyuncağıydı. Onlar için son beş saniyeyi ayırmış ve silahlarını uygun açıda hazırlamıştı.

02 nolu asker neye uğradığını şaşırdı. Karşısında dizaynını ve çalışma prensibini sadece kitaplarda gördüğü silahlardan birini bulunca refleks olarak cisimlendi. Silahın deliğinden çıkan her ne idiyse kulağını parçaladı ve dikkatini dağıttı, geniş düzlük boyunca metrelerce geriye doğru havada taklalar attı. Saniyeler içinde dikkatini geri toplayarak kırkar metrelik iki cisimlenmeden sonra oyuğa geldi. Oyuk kan gölüydü! Herkes ölmüştü ve kaçaklardan iz yoktu. Ne oyuktan çıkan kan izleri nede karın üzerinde bir sonraki fırtınada kapanacak ayak izleri vardı. Kanayan kulağına giysisinden kopardığı bir parça ile tampon yapan 02 karın üzerine uzandı. Hiç bir şey hissetmiyordu. Birlikte yemek yediği, güldüğü, iş yaptığı ve dünyayı kurtardığı insanlar saniyeler içinde ölmüşlerdi. Neydi o silah öyle? Kimdi bu adam? Sekiz yüz küsür yıldır yaşıyordu 02 ve başına ilk kez böyle bir kıyım geliyordu. Aralarından bazıları nadiren ölürdü ama dokuzu birden bu şekilde ölmüş ve öldüren arkasında hiç iz bırakmadan kaybolmuştu. Umutsuzdu. Mühimamatını yere bıraktı, ağırdılar. Fiziksel değil ama duygusal olarak ağırdılar. Artık onları taşımak istemiyordu. Aklında yankılanan emire kulak asmadı ‘işi bırakıyorum’ şeklinde iç geçirdi. Şehirde onu bekleyen bir sevgilisi vardı. İzlendiğine dair tuhaf bir his vardı içinde, ama o merkezdeki ekip tarafından değil, daha farklı, güzel bir şey. Onu rahatlatan ve gerçekten özgür kılan bir şey.

III- Kapanış

Matilda gözlerini açtığında kendisini en son hatırladığından daha sıcak ve ahşap kaplama bir tavan altında buldu. Etrafına bakındığında haraketli bir tür odada bulunduğunu düşündü. Yatağının yanında saçları çok güzel kokan bir kadın kafasını koymuş uyukluyordu. Köşede ise piposunu yakmış sandalyede dinlenen Reon vardı. Camdan dışarıyı izliyordu. ‘Leylak?’ dedi güçsüzce. Reon irkildi ve yerinden fırladı. Onun patırtısına uyanan kadın Mathilda’ya baktı ve yüzünde aşırı mutlu bir ifade belirdi ‘Yaşıyorsun! Madam Gretchen bir kez duamı aldı’ dedi. Mathilda’nın ilk düşüncesi “onun yaşlı bir kadın olduğuna yemin edebilirdim” oldu. Saçları yüzünü örterken sanki daha farklıydı, uyurken olduğu gibi değildi şu anda yüzü. Genç bir kız vardı karşısında. Belki kendisi ile yaşıt. Reon ve kız ona mutlu yüzler ile bakarlarken ‘Hey Reon, biliyor musun neredeydim? O kubbede! Rüyamda en yüksek dağın en yüksek zirvesindeki yerdeydim ve oradaki bir adam çok yalnızdı. Bana dedi ki “Bir zamanlar yine senin gibi bir kıza hükmü verdim, diğerlerine yol gösterebilmesi ve kendi aklına hükmedebilmesi için. Ancak şimdi görebiliyorum ki bu yeterli değil, sana daha önce hiç aklıma gelmeyen bir şey vereceğim. Onu kablinde en kıymetlinden bile yüksekte tut.” Mathilda sesi çatlayınca sustu ve sessizce onlara baktı. ‘Peki ne verdi sana’ dedi Ezel güler yüzle. ‘Göz’ dedi Mathilda hasta dudaklarının arasından, ‘Saklı olan her şeyin ardını görebilecek gözler’. O tekrar uykuya dalarken Ezel ve Reon’un konuşacak çok şeyleri vardı…

 

Ezel” için 3 Yorum Var

  1. Tam da “Reon ile Mathilda’ya ne oldu acaba?” diyordum ki sislerin arasından göz kırpıverdiler bana 🙂 Reon bu bölümde biraz daha Usta Hugh tadında olmuş sanki. Güzel gidiyor, bir sonraki bölümü merakla bekliyorum. Kalemine sağlık…

  2. Bunu önceki yorumların devamı kabul etmeni(özellikle distopya-ütopya) istiyorum. Burada hikaye daha yoğunlaşmış gibi, edebi anlatım olarak belki de en iyisi şu anda. Hikaye de güzel bir noktaya geldi.

    Güvenlik kısmını okurken iç geçirmedim değil. Hani düşündüm bir an, ben bu hikayeyi hep distopya olarak okuyorum. Ama polislerii eleştirirken hep şu durumu istiyoruz, bu durum olunca da onu eleştireceğiz demek. Neyin iyi neyin kötü olduğunu anlamak böyle ortamlarda iyice zorlaşıyor. Anladığım kadarıyla kız da o güvenliklerden biri olmuş.

    Tebrikler.

  3. Kızdan kastın Mathilda ise anlaşıldığını ummuş olduğum üzere Küre’nin içindeki kişi tarafından 2. el olarak seçildi. Küre’nin içindeki karanlık tanrının(!)anladığı üzere Nul dünyayı düzene sokmak için yeterli değil. Nul 2. bölümün sonunda “bir başka karanlık tanrı daha” şeklinde yorumlareken Mathilda’nın Küre’nin içindeki kişi ile bir tür ırksal bağı olduğunu açık etmişti. Belki Nul’da onlardan biridir?

    Eğer kastın Ezel ise, o bir tür serbest radikal olarak rol alacak son bölümde (evet bundan sonraki bölüm son bölüm) güç sahibi olanlar, niteliksizler ve karanlık tanrılar dışında bir grup daha açığa çıkacak onun kimliği ilie beraber 🙂

    Teşekkürler yorumlarınız için. (doğası gereği en son yorum alan yazı benimki oldu)

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *