“Zamanın başında, gök yüzü uçan filler ile doluydu. Kanatları için çok ağırdılar, bazı zamanlar ağaçlıklara daldılar ve diğer hayvanları korkuttular.
Tüm uçan gri filler Ganj’ın kaynağına göç ettiler. Onlar dünyaya yerleşebilmek için kanatlarından vazgeçmeye karar verenler. Tüylerini dökerlerken, milyonlarca kanat toprağa düştü, üzerilerini kar kapladı ve Himalayalar doğdu…”
Bilindiği sanılan efsane bundan ibarettir, Himalayalar’ın toprağın üzerine neden yükseldiğini ve kralların tahtlarından da yüksekte, zirvesinin yıldızlara uzandığını bilen varsa bile, artık anlatamaz. Oysa o taht bir kişi, sadece bir kişi için oradadır…
***
Melodisi akıl dinlendiren müziğin tütsülü tadı alnından omuruna akıyordu. “Eğer bize zamanını ayırırsan, bu anını dakikalara dönüştüreceksin. Dakikalarını saatlere ve saatlerini günlere. Bizimle birlikte yaşamını kutlarken pişmanlık duyduğun her göz yaşın için sana sarılacağız, seni seveceğiz, tenimizdeyken özleyeceğiz.Sevgi hakkında her şeyi yeni baştan öğreneceksin. Sıfırdan yaratılmanın tadı ile hiç gelmeyecekmiş gibi görünmeye başlayacak ölümüne kadar hayatının her anısında utanç değil, zerafet ile nefes alacak, dans edeceksin. Bu bir mükafattır, sana ait olan tek şeyi, zamanını bize verdiğin için…” Sözler boşlukta salınan zihninde yankılanırlarken asla düşmeyeceğini sandığı karanlığın aslında ona ne kadar yakın olduğunu gördü. Korku ile titrememek için tüm iradesini kullandı. Hasmı korkuyu affetmezdi. Yoksa karşısındaki onun düşmanı değil miydi?
Keşiş Mantha gecenin yaratıkları ile uğraşmazdı. Diğerleri zaten her gün bu iş için ülkeleri aşarak denizlere, denizleri aşarak kıtalara, kıtaları aşarak öteki dünyalara gidiyorlardı. Mantha diğerleri ile uğraşırdı. Kimsenin esasında kötü tabiatlı olduklarını düşünmediği, kurnaz, varlıklar ile muhabbet kurmak ve onlardan faydalanmak yegane hobisiydi. Diğer hiç bir keşiş gibi değildi, saçlarını kesmemişti, saçlarına ak düşmüş olsa bile gayet gürdüler. Kavuniçi değil koyu kızıl giyerdi, işini inancı yüzünden değil belli bir arzusundan ötürü yerine getirirdi; bilgi açlığı. Evrende neler olduğunu öğrenmek aydınlanmanın en kestirme ama ona göre en olasılıksız yoluydu. Peki ya başkaları çoktan her yeri gezmişse, görüp anlatacak öteki kulakları arıyorsalar? Bu kayıp mahlukların seslerinin yabana gitmesi yapılabilecek en büyük israftı ve israf bir günahtı. Yada Mantha’nın kendisine söyleyip durduğu şey buydu.
Aylarca yolculuk etmişti. Yılın bu zamanı kar ile kaplı olurdu Honjin tapınağının etekleri. Aynı etekler dağların efendisine de aittir. Tapınağın arşivlerinde saklı kalmış bir diğer ip ucuna ait tamamen dedikodulardan oluşan başka bir ip ucunu izlemişti. Ömrü fısıltıları izlemek ile geçti ama soğuktan oracıkta ölse bir an olsun pişmanlık duyumsamazdı. Mantha düşündüklerine inanan birisiydi. Din kardeşleri gibi doğayı dinlemek ve doğa ile bir olmak kendisini anlayışa öyle yada böyle götürebilirdi. Ancak inandığı gerçeğin “bekleyiş” değil, “arayış” olduğunu gördüğü gün usta Angh ona “gözlerinin baktığını değil, kalbinin gördüğünü izle” demişti. Mantha dindaşları karanlığın gelişini anlamak ve karşı koymak için her gün sekiz saatlerini dualara ve sutralara ayırırlarken o sadece yürümüştü, güneş yada kar dinlemeksizin, tapınaktan tapınağa, kütüphanelerden kişisel raflara ve nice gömülü parşomen sandığına. Zamanının en büyük hazine avcısıydı ve farkında bile değildi.
Yol onu Honjin tapınağının küflü raflarına getirdiğinde mantar tutmuş kapaklarının ardında nemden elde ufalanmaya yüz tutmuş narin eserlerin arasında o sesi duymuştu. Elindeki kitapta neydi? Harfler çok uzak diyarların dizilişleriydi. Cümlelerin yarısını bile anlamamıştı, sadece göz atmıştı, üç yüz altmış ikinci sayfaya geldiğinde olan olmuşu. Latince eserler onun birincil kaynağıydı ancak o kitapta Mantha’yı kendisine çeken başka bir şey vardı. İsimlendiremedği, zincirlenemez bir güruhun yardım sancısını, ta kalbinin en derinlerinde, hep gördüğüne inandığı iç gözlerinde duyumsuyordu. “Eğer bize zamanını ayırırsan mükafatın muazzam olacak” demişlerdi en son. Öyle yumuşaktı ve aynı zamanda öyle keskindi ki herhangi bir beyinsiz bile ondan şüphe duyabilirdi. Ancak Mantha bu kez gören kalbinin uyarılarına kulak asmadı. Tam 62 yılını yürümeye, okumaya ve araştırmaya adamış bir adam hayatında daha önce hiç pişman olmamışken, uzun yaşamın vaadini duyduğu an bu fırsatını kullanmazsa duyacağı pişmanlığın gelecekteki anısıyla sarsılmıştı.
Geleceğin anılarını ön görmek hem bir lanet hemde bir kutsanmışlıktır.Mantha kabul etti. Bu yaptığı yüce tanrılara bir küfür müydü yoksa değil miydi umursamamıştı bile. Öğrenmek istememişti. Cehalet mutluluktur, bunu söylerken ömrünü bilgi için harcadığını bile unutmuştu. Usta Angh onu şimdi bu kuytu kütüphane köşesinde yere yığılmış ter içinde, sayıklayan halini görse ne derdi? Ağzından ne anlama geldiğini bilmediği tümceler süzülürken öteki sesin de ona eşlik ettiğini duysa, Mantha’yı kurtarır mıydı? Daha önemlisi; Mantha yaptığının kesinlikle büyük bir günah olduğunu bilseydi bile bundan vazgeçer miydi? Zihni kapandığında, sesin konuşurken odada solukça yankılanan tütsü esanslı sesin gücü yükseldikçe yükseldi. Dünyanın tüm müzisyenleri en büyük orkestrada toplanmışçasına kulak parçalayan bir tona ulaştıklarında ise aniden sustular. Mantha’nın yeniden doğacağı güne 24 saatten az zaman kala, kuytu kütüphane köşesinde içi boş kızıl bir cüppe vardı sadece… içinde geleceğin anıları ve bir adamın geçmişin arayışla geçmiş coşkusundan başka hiç bir şey kalmamıştı. Ne var ne yoksa geriye kalan, yanında götürmüştü Mantha.
***
Keşiş Mantha’nın yok oluşundan tam 34 yıl önce Usta Angh’ın odası,
Angh yeni üç öğrencisi ile bir aydır ilgileniyordu. Aralarından Mantha adlı olan onu şüpheye düşürmüştü. Ailesini kaybettiği için her çocuğu tapınağa kabul etselerdi burasının kreşten farkı kalmazdı. Ancak ve ancak içinde yaşama aşkı olanları kabul ediyorlardı. Bunu anlamak zor değildir, kişinin yaptığı ufak haraketler onu ele verir. Bir kuşu beslemek, bir uğur böceğini yaprağından parmağına almak ve ona zarar vermeden geri salmak ve buna benzer davranışlar bile elle tutulur kanıt olarak kabul edilir. Mantha farklıydı, onun yaşında okuma yazma bilen birisini bulmak imkansızdı, kitaplara aşıktı. Bir kuşa kendi yemeğini vermezdi ama onu yemek için avlamayı da düşünmezdi, bunu kendisi söylemişti. “Ona vermediğim yemek için etini alırsam adaletli davranmış olmam”,kendisi bile bu yargıyı tam olarak kafasında tartmaktan acizdi. Bilmeden inanmak ve inancı aramak, Mantha’nın kabul edemediği buydu ve bu arayış Angh’ı şüpheye düşürmüştü çünkü bir insan asla her şeyi öğrenemez. Bitmeyecek bir arayış onu tanrılardan uzaklaştıracaktı.
Kafasında bunlar varken Keşiş Hantem kapısız odaya yavaşça girdi. Kilitler başkalarını dışarıda tutmak içindi, aynısının kapılar için de geçerli olduğunu düşünen Angh hepsini söktürtmüştü. “Usta, size mektuplar geldi”. Sesi şaşkındı. Angh kafasını işinden sakince kaldırdığında Hantem’in iki eliyle tuttuğu kilolarca ağırlıkta gibi duran yüzlerce mektubu görünce ne diyeceğini bilemedi. “Usta, ağırlar, nereye koymamı istersiniz?” Angh masanın en boş görünen yerini işaret etti ve bu sırada ayağa kalkarak Hantem’e yardım etti. “Kimden gelmiş bunca mektup?” dedi Angh merakla. Ellerini bilmediği anlamında sallayan Hantem izin isteyerek odadan çıktı. Angh gerçekten çok meraklanmıştı. Önce tarihlerine baktı, çok düzenliydiler ancak hiç tarihleri yoktu. Her birinde bir numara vardı ve sırayla üç yüz seksen beşe kadar gidiyorlardı. Ne eksik ne fazla.
İlk mektubu açtığında ne göreceği konusunda en ufak fikri yoktu. Kimden geldiklerini bile bilmiyordu. Üzerinde hiç bir bilgi olmayan bunca mektubun bir arada nasıl olurda tapınağa kadar geldiklerini düşündüğünde bunun bir şaka olabileceğini yada imparatordan gelmiş olabileceklerini gibi fikirler oluştu kafasında. İkisi de değildi. Mektuplar Mantha’dan gelmişlerdi. İlk mektup şu şekildeydi:
“Bu ilk mektubumu yok oluşumdan bir sene sonra sessizliğimi bozmak adına yazıyorum. Çok fazla şey ve çok fazla yer gördüm, bir mektup tarafından çağırılana kadar bunları hayal bile edemezdim. Sessizliğimin her günü için size bir mektup yazacağım. Asla bu mektuplardakinden daha fazla kendim olamayacağım. Bunlar benim kuş bakışı haritalarım, asla gerçekler buralardakinden daha doğru olmamıştı.“
Ve bu şekilde bitiyordu. Sonunda ince italik harfler “Mantha” diyorlardı. Hızla göz atmaya devam etti usta Angh. Pek çok kısa cümlelerden oluşuyorlardı. Kendisine anlam taşıyormuş gibi görünenleri önünde dizdiğinde birincisi ile beraber sadece 6 taneydiler. Tabi bu arada saatler geçiyordu ve o farkında bile değildi. Seksen sekizinci mektubu baştan okudu.
“Aslında çocukken bildiğim bir şeyi yani, hayvanları açık bir akıl ile görebilmeyi, yeniden öğreniyorum. Bu görüş olmaksızın sanırım duyduklarım bile doğanın ulvi seslenişini algılayamaz. Ne kadar yalnız bir ırkmışız, onları izlerken, onların düşüncelerini açarken bana kim olduğumu hatırlatıyorlar. Umarım tüm gardiyan filler doğanın orkestrasındaki tüm müzisyenler ile bir bütün olurlar, müzik ile bu adımsız dansı yapmak istiyorum. Dansın kendisi olmak istiyorum.“
Angh okuduklarının gerçekten ne olduklarını yavaşça anlamaya başlamıştı. Elleri titriyordu heyecandan. Yüz seksen dördüncü mektubu açıp okudu.
“Bir pusula ve bir kalem senin nehir yatağında yolunu bulmana olanak sağlayabilir, ancak hiç bir mekanik alet kalbinin neye uzandığını sana anlatamaz… Bir gün geçtiğin en son nehrin diğer yanında, bir filin karşısında bulacaksın kendini. O senin hayatına bedel biçecek; ne kadar yol yürüdüğün yada ne kadar çok şey gördüğüne göre değil, ne kadar çok sevdiğine bakarak…“
Usta Angh Mantha’nın aslında nereden ve nasıl bu mektupları yazdığına tam bir anlam verememişti. Ancak arada kalan birkaç mektup ona fikir vermişti. Mantha bunları çok daha yaşlı olduğu ancak bir şekilde Angh’a göre geçmişte kalan bir zaman diliminde yazmıştı. Ona kendi çizdiği yolu anlatıyordu, ve bu yolda kalması için kendi küçüklüğüne yol göstermesi için Angh’a sessiz bir yakarışta bulunuyordu. Her nereye gittiyse gelecekte bir an içinde kaybolmuştu ve şimdi geçmişteydi. Tek bildiği buydu, iki yüz otuz dokuzuncu mektubu açtı ve okudu.
“Gök yüzüne baktığımda, uçan filler görüyorum. Hepsinin tek bir adı var. Muhteşem!“
Hemen üç yüz altmış yedinci mektuba göz attı.
“Kuşların kaderi düşmektir, fakat anka kendi ölümüne üstün gelmiş tek kuştur…
İnsanın kaderi düşmektir, ama bazıları kendi ölümlerini alt etmek için bir yol bulabilirler. Yer yüzünün kısa bir anında, onlar şarkılarını söylerler. Anka insanların listesi çok uzun. Milyonlarcası var uzun insanlık tarihinde. Milyonlarca kadın ve erkek, hikayeleri bilinmezlikte… Ancak ister bilinmesinler, ister insan yada fil olsunlar, tüm ankalar tek bir dansı paylaşırlar.
Tüyden ateşe
Ateşten kana
Kandan kemiğe
Kemikten İliğe
İlikten Küle
Külden Kara”
Kar ve kül, Angh huzurla gülümsedi. Son altıncı mektuba bir göz attı. Son gün yazılmıştı. Mantha ile ilgili tek bir kuşkusu bile kalmamıştı artık. Gelecekte artık soluk almadığı bir gün keşiş Mantha arayışındaki kilit taşına rastlayacaktı. Karanlığa düşmekten korkmasına ve tüm ideallerine aykırı olmasına rağmen adım atacağı köprünün kilit taşı. Yaptığından tek bir an bile pişman olmamıştı. Mektuplar ona bunları anlatıyorlardı. Sabah olmuştu ve Angh hiç uyumamıştı. Avluya çıkarak çocukların idmanlarını izlemeye gitti.
***
Mantha gerçekten çok çalışıyordu. İyi bir akıl güçlü vücutta bulunurdu. Bunu her ağır başlı keşiş söylüyordu ama asıl inanma sebebi kitaplardaki genel bilginin bu olmasıydı. Daha güçlü kan pompalayan bir kalp sağlıklı bir aklın güvencesiydi. Sabah duası için herkes odalarına dağılırken Usta Angh onu yanına çağırdı. Gülümsemesi içten ama yorgundu, göz altı torbaları kocamandı, ona hiç böyle bakmamıştı. “Mantha, hayatından ne istiyorsun?” dedi aniden. Aslında bu konu hakkında hiç düşünmemişti. Kalbinin kuvvetli ritmi aklında ilk düşüncenin oluşmasına olanak sağladı denilebilir; “Beklemek değil aramak istiyorum usta” dedi. Adam o kadar geniş gülümsedi ki neredeyse yanakları yırtılacaktı. “Peki öyleyse, şimdi söyleyeceğimi aklına kazı çünkü tapınaktaki hiç bir kitapta bunu bulamazsın. Gözlerinin baktığını değil kalbinin gördüğünü izle, belki bu sayede en karanlık zamanda bile yolunu bulabilirsin.” dedi ve cebinden eskilikten sararmış bir parşomen çıkardı. Parşomenin sağ altındaki imza yırtılıp kopartılmıştı, Angh kağıdı Mantha’ya uzattı. “Bu senin, şimdi anlamak zorunda değilsin, ancak bir gün anlayacaksın.”
Yaşlı adam avludan kendi odasına giden en kestirme yola yönelirken çocuk arkasından baka kaldı. Kağıtta yazılanlar latinceydi. Tek bir harfini bile anlamıyordu, en yakın zamanda öğrenmek için çalışmaya başlayacaktı. Kağıdın sonundaki sayıları seçebildi sadece; üç yüz altmış beş.
Geçen ayki yazınızdan sonra bu ilaç gibi olmuş diyebilirim. Fantazya yine arka planda kalmış ama onun işi de gizem değil mi? Ama gizem derken de sormak meselesi önemli. Ben bunu okurken kendime hep şunu sordum; burada yazılanların gerçeklikle ilgisi ne kadar? Orada yazılan şeyler bir yerlerden alıntı mı? aklımı en çok bu meşgul etti. Güzel mesaj yüklü bir yazıydı. Ama hala onu düşünüyorum 🙂
Çok güzeldi gerçekten de. Geçen ay ki yazınızla kıyaslandığında ise kesinlikle harikaydı. Ellerinize sağlık. Başarılarınızın devamını dilerim.