Lanetliler Şafağı – Bölüm 1
…Üçüncü Göz…
Siyah arabasının içinde kalın çerçeveli geniş güneş gözlüklerini koyu kahve dalgalı saçlarının arasına sıyırmış, elinde bulunan iki günlük gazetenin ilk sayfasındaki haberi inceliyor ve aldığı davayla ilgili bir bağlantı olup olmadığını düşünüyordu. Henüz yirmi sekiz yaşında genç bir dedektifti Angela Sanchez. Oldukça dinç ve atletikti. Bronz teni, keskin, parlak ela bakışları ve birlikte çalıştığı dedektif ve polislerin anlayamadığı çok ileri düzeyde bir önsezisi vardı. Ailesi yüz yıl kadar önce Latin Amerika’dan göç etmişti. Kusursuz İngilizce ve İspanyolca konuşabiliyordu. Sezgilerini fiziksel gücüyle birleştirip bunlara bir de olayları sürekli kurcalayan merakını katarak, kısa sürede dedektifliğe yükselmişti. Çözdüğü olaylar ve çözme şeklinden dolayı onu özel bir birim olan Teksas’taki Olağan Dışı Seri Olaylar bölümünün başına vermişlerdi.
Direk olarak içişlerine bağlı bir organizasyon olan bu bölüm zaman zaman Federal Araştırma Bürosu, Merkezi İstihbarat Teşkilatı ve çoğunlukla yerel polis ile ortak çalışma yaparlar, eğer durum gerçekten karmaşık ve normal standartların üstündeyse olaya el koyup çözerlerdi. Diğer bölümlerin bakış açısı önceleri oldukça sığ ve alaycıydı aslında. Ama bu durum son bir senede hiçbir bölümün çözemediği ya da anlayamadığı garip olaylar başlayınca değişmiş, Angela ve ekibinin ise bu olayları çözmesi ve bakanlıktan aldıkları destekle tamamen lehlerine dönmüştü. Artık olaylara inceleme ve hatta gerekli görürlerse el koyma hakları vardı. Bu anlamda diğer bölümlerin üstünde yer alıyorlardı. Ülke çapında sadece beş merkez vardı ve Teksas’taki ofis en kıdemli olanıydı.
Dört gün öncesiydi. Oldukça sıcak, havasız bir atmosfer vardı şehrin üstünde. Angela ve ekibi ofislerinde oturmuşlar ve olası bir haber olurda görev verilir diye bekliyorlardı. Son zamanlarda bağlı oldukları bin kilometrelik alanda herhangi olağan dışı bir cinayete ya da olaya rastlanmamıştı. Angela kendine ait geniş ofisinde oturmuş internetten son zamanlarda bölgede yaşanan olayları araştırıyor ve olağan dışı bir durum olup olmadığını kontrol ediyordu. Masasının üzerinde bulunan iki adet telefondan direk bakanlığa bağlı olan kırmızı telefon, günün sessizliğini bıçak gibi yararcasına hızla çalmaya başladığında, Angela birden yerinde istemsizce sıçradı. Kendini araştırmaya o kadar çok kaptırmıştı ki aceleyle çalan telefon zili onu hoplatmaya yetmişti. Ofisin dışındaki salonda, masalarında oturan ve ayakta konuşan tüm birim bir anda dikkat kesildi. Telefona bakarak üç defa daha çalmasına izin verip, derin bir nefes alarak telefona cevap verdi.
“Olağan Dışı Seri Olaylar Merkezi, Ben Baş Dedektif Angela Sanchez!”
Telefonun karşısında olan otoriter bayan sesi bir dakika beklemesini söyleyerek telefonu asıl konuşacak olan bakan yardımcısı Bill Drake’e bağladı. Enerjik bir ses tonuyla konuşmaya başlayan Drake,
“Miss Sanchez, Nasılsınız? Umarım iyisinizdir ama benim hiç vaktim yok ve hemen konuya girmek istiyorum. Bu sabah 05.00 sularında Phonix – Tullson’da kilisede asılı halde bir ceset bulundu. Olay yeri inceleme ve yerel polis olaya müdahale etmek istediler ancak kimse cesedin yanına on metreden fazla yaklaşamadı. Yaklaşmaya çalışanlar ise boğulduklarının hissederek geri çekildiler. Acilen ekibinizi toplayıp oraya gitmelisiniz. Oraya ulaştığınızda ilk incelemenizi bana acilen bildirirseniz sevinirim. Ne ile karşı karşıya olabileceğimizi bilmek istiyorum.” Diyerek telefonu kapattı.
Angela elindeki telefonun ahizesine bakarak “Peki efendim!” dedi alaycı bir gülümsemeyle ve telefonu kapatarak hemen ekibe durumu anlatıp hazırlanmalarını istedi. Sonunda bir işe yarayacakları önemli bir dava gelmişti yine karşılarına.
Öğleden sonra üç gibi olay yerine gelmişler ve etraftaki polis koridorunun arasından kiliseye yaklaşmışlardı. Beş kişilik ekip kendisiyle beraber, takip uzmanı Serena Shimenski, halkla ilişkilerden sorumlu olan Tim Cameron, astronomi ve bilinmeyen mistik güçler uzmanı Amadahy Tiponi ve inceleme uzmanı Takashi Yeng’den oluşuyordu. Ülkenin en iyi okullarından eğitim almış ve mesleklerinde hızla yükselmiş dedektiflerdi hepsi. Angela ekibini seçerken çok dikkatli davranmış ve uyumlu olmalarına özen göstermişti.
Polis araçları kilisenin on metre gerisinde toplanmış Federal Büro’dan gelmiş ajanlar da arabalarının yanında yerel halktan bilgi almaya uğraşıyorlardı. Henüz güvenlik şeridi yapılmamış, aslında nereye kadar güvenli olduğu belirlenememişti. Federal Büro ajanı Clarke Taylor, Angela ve ekibini görünce hemen onlara doğru yöneldi. Kısa siyah saçları, atletik geniş fiziği, takım elbisesi ve gözlükleriyle oldukça yakışıklı bir ajandı.
“Miss Sanchez, Nasılsınız? dedi hafifçe gülümseyerek.
“Sağ olun Ajan Taylor, bunaltıcı sıcaklar dışında her şey iyi şimdilik. Durumumuz nedir?”
Kilisenin ağzına kadar açık kapısını göstererek, “Henüz içeriye girmeyi başaramadık. Ancak buradan görebiliyoruz maktulü. Duvardaki büyük haçın sivri kısmı arkasından girip ağzından yukarı çıkmış durumda. Elleri ve ayakları bileklerinden kesilmiş. Ayrıca vücudu çürümeye başlamış ve çürümeye neden olan sanırım dışarıdan da görülebilen kurtlar. Tüm vücudunu sarmış durumda. Daha önce bu kadar vahşice bir şeye rastlamamıştım.”
“Emin ol ajan, çok daha kötülerine rastladım.” dedi Angela kapıdan içeri bakarak. Clarke konuşmasına devam etmeye başladı.
“Buradan görüş zor. Elimizde ayrıntılı çekilmiş şu görüntüler var. Bakmak istersen.” Diyerek elinde tuttuğu büyük kameradaki görüntüleri gösterdi.
“Peki, neden yaklaşamıyoruz. Bir tahmininiz var mı?”
“İhbarı değerlendirip ilk olarak olay yerine gelen polis memurları denemişler. Ancak on metre bile yaklaşamamışlar çünkü boğulduklarını hissetmişler. Bu tarz olaylar çoğaldı ve bende kimseyi yaklaştırmadım. Aslında denemedim ve niyetimde yok Angela. Ne de olsa uzman sensin bu konuda. Güvenlik çemberini de tam yerini belirleyemediğimiz için çekemedik.”
“Sözlerindeki kinayeyi duymazlıktan geliyorum, bilesin ajan.” dedi gülümseyerek. Ekibi arkasında onu bekliyordu. İlk olarak Serana’ya dönerek,
“Serana, bak bakalım içeri girebilecek bir yol bulabilecek misin?”
Sarı uzun saçlarını arkadan bağlamış olan dedektif, kahverengi geniş gözlüklerinden kiliseyi süzüyordu. Uzun boylu çok güzel ve hoş bir bayandı. Krem ceketinin altına beyaz bir gömlek giymiş, ellerini silah kılıfının ve rozetinin olduğu beline dayamıştı.
“Yani, git de boğul bakalım nasıl olacak diyorsun şef! Çünkü burada izlenecek başka yol bulamıyorum.” dedi alaycı bir tavırla.
“Aynen öyle dedektif, Aynen öyle! Tim, sen de şu bekleyen insanları dağıt! Aralarında bir şey biliyormuş havası sezdiğin olursa sorguya çekmeni istiyorum. Birileri bir şey görmüş olabilir. Ayrıca olay yerine ilk gelen polis memurunu da sorgulayalım.” dedi ciddiyetle.
Serena, kilisenin arka tarafına doğru giderken, diğerlerine göre biraz daha kısa boylu ve kaslı olan Tim, saçsız koyu tenli kafasından akan teri mendiliyle silerek eline aldığı not defteri ve kalemiyle hemen yola koyuldu.
“Takashi, tarama aletlerini getir de bu görünmeyen kalkanın ne olabileceğini çözmeye çalışalım.” dedi Angela merakla kiliseye bakarak.
Japon kökenli Takashi ufak boyu ve siyah zeki bakışlarıyla tam bir teknoloji uzmanıydı. Dünyanın neredeyse hiç kimsenin bilemediği frekans ve dalgaları çözmesiyle ünlüydü ve bunu kendi icat ettiği özel cihazları sayesinde yapıyordu. Cihazlarını getirmeye geniş aracına doğru ilerlemeye koyuldu.
Angela Ajan Clarke’a bakarak “Ajan Clarke, bundan sonrasını biz hallederiz. Sizden ricam gitmeden yerel polisi bilgilendirin. Güvenlik çemberinin yerini belirlediğimizde onlara ihtiyacımız olacak. Sonrasında olayla tamamen biz ilgileneceğiz. Teşekkürler yardımınız için!” dedi hafif sert ve kinayeli bir ifadeyle.
Clarke gülümsüyordu. “Tabii Efendim!” dedi gözlüklerini takıp geriye doğru dönerken. Angela, o sırada elini belini koymuş uzun siyah saçları arkadan bağlı otuz beşine gelen uzun boylu, kızıl dereli kökenli Amadahy’ye dönerek içini çekip “Ne düşünüyorsun” dedi.
Gözlerini kilisenin tepesine dikmiş yukarıya bakıyordu Amadahy. Angela’da oraya baktı ama bir şey göremedi.
Eliyle işaret parmağını göğe doğru işaret ederek konuşmaya başlayan kızıl dereli “Bak gümüş kılıç daireler çiziyor.” dedi. Angela onun her zaman böyle bilmece gibi konuştuğunu bilir ve bu hoşuna gider ama bir şey anlamamaktan dolayı rahatsız olurdu.
“Pekâlâ, ben bir şey göremiyorum ve nedir bu gümüş kılıç hadisesi?”
“Gümüş kılıç kuzgunların en lanetlisidir. Çok dikkatli bakar ve onu hissedersen görebileceksin! Onun görünmesi demek, çok büyük bir kötülüğün hüküm sürmeye başladığını ya da saklandığı delikten çıkıp yeryüzüne geldiğini işaret eder. Dikkatli olmak lazım Angela. Bunlar hiç tekin zamanlar değil. Uzun zamandır hissediyordum ama bu kadar kuvvetli olmamıştı şimdiye kadar.”
“Sen böyle konuşmaya başladın mı hep acayip şeyler olmaya başlıyor ama beni korkutmaya çalışıyorsan yanlış kişiyi seçersin söyleyeyim.” dedi gülümseyerek.
Onlar konuşurken Tim halkı dağıtmayı başarmış, geri dönüyor, Takashi elinde büyük bir makinayla onlara yaklaşıyor, Serena kilisenin arkasından dolaşıp yolun öbür tarafından boğazını tutup öksürerek onlara doğru geliyordu. Federal Büro ajanları ayrılmışlar, polis ekiplerinin çoğu gitmiş ve sadece dört polis memuru ve iki polis aracı kalmıştı. Kilisenin etrafı bahçeydi ve etrafında sadece küçük çitler vardı. Arka tarafında ise küçük çayırlık bir alan, bahçenin sağ tarafında kasaba yolu vardı. Polisler yolları her iki tarafından kapatmışlardı. Arka taraftaki çimenlik alanın on beş metre ötesinde çocuklar için oyun alanı ve arkasında iki katlı okul binası duruyordu.
Angela, kilisenin arkasına baktı ve yaklaşık altı yaşlarında kısa saçlı kırmızı bir tişört ve mavi eşofman giymiş bir çocuğun elleri cebinde şarkı söyleyerek kiliseye yaklaştığını gördü. Hemen elini kaldırıp ona el sallayarak bağırmaya başladı.
“Heeey! Ufaklık çekil oradan!”
Ama çocuk onlara bakmıyordu bile. Kilisenin arka duvarına on metre kala çocuk birden durdu ve sonra hiçbir şey yokmuş gibi şarkısını söyleyerek kilisenin dibinden geçip onlara doğru iyice yaklaştı. Aralarında bir metre kalmış ve çocuğun kendi halinde mırıldanarak söylediği şarkı daha anlaşılır olmuştu.
Serena ona bakıp “Ama nasıl, ben giremedim o nasıl…” diye sayıklarken Angela sertçe “Şşşşt!” diyerek tüm dikkatini çocuğa vermişti. Polisler ve tüm ekip çocuğa bakakalmış ve söylediği şarkıyla irkilmişlerdi.
“Lanetleneceksiniz insanoğlu, test edildiniz ve başaramadınız; Sefil benlikleriniz cehennem ateşinde acı çekecek; Biricik insanoğlu, benim lezzetli yemeğimsiniz.”
Altı yaşında bir çocuğun o daha olgunlaşmamış sesiyle mırıldandığı şarkı onlara dehşete düşürmüştü. Angela ona doğru yürüyerek onu durdurdu. Yere eğildi ve “Hey, ufaklık, nasılsın bakalım?” dedi tedirgin ama sakin bir tavırla elini onun omzuna koyarak. Çocuk öne düşmüş kafasını ona doğru yavaşça kaldırdı ve kıpkırmızı gözlerle ona bakarak kendine ait olmayan kalın hırıltılı bir ses tonu, yüzündeki nefret ve hiddet dolu ifadeyle “Hepiniz öleceksiniz!” diye gürledi ve çocuk Angela’nın kollarına doğru bayıldı.
Angela, polislerin hemen ambulans çağırmasını istedi çocuğu yere yatırırken. Bir yandan da eliyle boynuna dokunup nabzı olup olmadığını kontrol etmişti. Neyse ki yaşıyordu. Bu arada Takashi üzerinde bir dizüstü olan ve büyük bir kutuyu andıran cihazını yerleştirmişti. Serana çocuğun yanına yaklaşırken Angela’ya bakarak, “O iyi mi?” diye sordu.
“İyi, bir şeyi yok. Sanırım uyanınca bir şey hatırlamayacak. Ne buldun?”
“Sadece boğulduğumu hissettim. Burada on metre çapında görünmeyen bir küreden bahsediyoruz. Kiliseye yaklaşmaya çalıştığım her yeri işaretledim. Yaklaştığında bir şey seni tutuyor. Bu sanki suyun altında nefes almaya çalışmak gibi bir şey. Çünkü nefes almaya çalıştıkça boğazından bir şeyin girdiğini ve nefesini tıkadığını hissediyorsun.”
“O zaman polis memurlarıyla beraber güvenlik şeridini hemen çekelim.”
“Tamam, Şef!” diyerek polislerin yanına doğru yöneldi Serena.
Angela yanında duran Tim’e dönerek “Bir şeyler öğrenebildin mi?” diye sordu.
“Maalesef Şef, kimse bir şey görmemiş. Şüpheli bir durum da görmedim. Polis memuru ise Serena’nın anlattığından farklı bir şey anlatmadı.”
Bu arada Takashi çalışmalarına başlamış, kutunun ön panelinden yuvarlak şekilde açılan gözden, çeşitli dalgaları görünmeyen kalkana doğru yönlendirip ölçümler yapıyor ve analiz etmeye uğraşıyordu. Şimdiye kadar bilinmeyen birçok olayda bu cihaz sayesinde ipucu yakalamışlar ve bunun olayların çözülmesinde çok fazla katkısı olmuştu. Takashi, klavyeye parmaklarını adeta yapıştırmış, son derece süratli bir şekilde kodları yazıyor değiştiriyor, diğer frekansları tarıyor ve bunu çok kısa zamanda yapıyordu.
Yaklaşık on dakika geçtiksen sonra güvenlik çemberi oluşturulmuş, ilk yardım ekibi gelip çocuğu hastaneye götürmüş ve Takashi araştırmasını bitirmişti. Polisler araçlarına binip olay yerinden ayrılmışlar ve güvenlik şeridinin hemen önünde ekip toplanmış frekans raporunu bekliyordu.
“Bir şey bulabildin mi?” dedi Angela umutla. Şimdiye kadar bu sorunun cevabı her zaman onu olayların çözümüne götürmüştü ama bu sefer işi zordu.
“Bu nasıl olur anlamıyorum. Dünya ve hatta uzay üzerinde kullanılan tüm frekans çeşitleriyle tarama yaptım ama burada havadan başka bir şey yok!” dedi şaşırmış bakışlarla.
“Anlıyorum.” Diyerek Amadahy’ye soru soran gözlerle baktı Angela.
Son bir şansları vardı. Bunun içinse şimdiye kadar hakkında her şeyi okuyup araştırdığı, bu tarz olaylardan bir sandıkta topladıkları araçlara ihtiyaçları vardı. Bu aletleri kullanmanın şakası olmazdı ama yine de deneyecekti.
Amadahy onun bakışlarından ne yapmak istediğini anlamış ve yavaşça arkasını dönerek beş metre gerideki siyah cipin bagajına doğru yönelmişti. Bagajdan çıkardığı üzerine sonradan monte edilmiş şifreli kilidi olan, kayın ağacından yapılmış, koyu kahverengi sırlar sandığını kucaklayarak onların bulunduğu yere getirip yere bıraktı.
Yerde çökmüş haldeyken kafasını Angela’ya çevirerek “Emin misin?” diye sordu. Kafasını öne doğru sallayıp onay veren Angela, Amadahy’nin sandığı açmasını bekledi.
Sandığın şifresini tek bilen Amadahy’ydi ama sandığı koruma görevi de Angela’nındı. Böylece oto kontrol sağlıyorlardı aralarında. Yetmiş santim genişliğinde ve elli santim uzunluğundaki sandık açıldı. İçinde yüzük, makas, tespih gibi bir sürü parça ve hatta kesilmiş kumaş parçaları bile vardı. Her bir parça özel operasyonlar sırasında toplanmış ve ne işe yaradıkları konusunda ayrıntılı inceleme ve raporlar yazılmıştı. Ama şimdiye kadar hiç kullanılmamışlardı.
Angela elini sandığın içine uzatarak şişe dibine benzeyen yuvarlak camı özenle eline aldı. Görgü şahitleri ve olayı bizzat yaşayanların söylediklerine göre bu cam ile görünmeyen diğer boyuttan gelen ruhani varlıklar veya yaratıklar görünüyordu. Bunun için de gerçekten inançlı ve güçlü olmak gerekiyordu. Batıl inançları olmamasına rağmen inançları güçlü olan Angela o kadar çok ilginç olaya rastlamıştı ki, artık bilimsel açıklaması olan ya da olmayan olayları rahatlıkla ayırt edebiliyordu. Bu olay ise açıklaması olmayanlardandı. Eline camı alır almaz, camdaki gücü hissetmiş ve bu onu az da olsa sarsmıştı.
Birden önlerinde beliren ve sapsarı gözleri olan siyah kediyi görünce hepsi birden irkildi. Kedi onlara baktı ve bir şey olmamış gibi miyavlayıp kiliseye doğru giderken kayboldu. Bir saniye sonra aynı kedi aynı yerden çıktı. Tüyleri yoktu ve gözleri artık simsiyahtı. Bu seferki ise miyavlama değil sanki bir haykırışa benziyordu. Daha sonra aralarında koşarak yolun karşısına geçip hızla kaçtı. Herkes birbirine şaşkınlıkla bakakalmış, Tim ve Serena silahlarını çekmeye yeltenmişlerdi.
“Tamam! Herkes sakin olsun!” dedi genç dedektif. O an için kendisini hemen düşünmeye zorlamış ve sezgilerini kullanarak, çocuk ile kedinin ortak noktasını anlamıştı. Her ikisi de saftı ve kötülüğün ne olduğunu ayırt edemezlerdi. İşte bu yüzden bu alana rahatlıkla girebilmişlerdi.
Elindeki camı denemeden önce başka bir şey yapması gerekiyordu. Yerden bir taş alıp önlerindeki görünmez kalkana doğru fırlattı. Taş hiçbir şey olmamış gibi yuvarlanarak kilisenin kapısının önüne düştü. İlk başta açık beyaz renkte olan taşa bakan ekip onun birden kararmaya başladığını görerek bir kez daha irkildiler.
Angela, işte o an bu alana giren saf şeylerin değiştiğini ve kötü bir şeye dönüştüğünü anlamıştı. Elindeki, hala yoğun enerjisini hissettiği nesneyi tek gözü kapalı haldeki yüzüne doğru kaldırarak yuvarlak camdan dikkatle baktı. Hiçbir şey görememişti ama enerjiyi hala hissediyordu. Düşündü. Belki de yanlış yapıyordu. Bu nesneyi, kurtardığı yaşlı büyücü kadından aldığında onun söylediği söz aklına gelmişti birden.
“Görmek istiyorsan üçüncü gözünü açmalısın!” diyordu büyücü.
Peki, ama nasıl yapacaktı bunu? Birden aklına geldi. Zihninden bahsediyordu kadın. Yuvarlak cismi iki eliyle sıkıca kavrayıp gözlerini kapattı. Zihni bir an bulanıklaşmış, her yerde haleler görmeye başlamıştı. Vücudu titriyor ve ayaklarının üstünde zar zor durmaya çalışıyordu. Daha fala dayanamayacaktı. Yavaşça yere dizlerinin üzerine çöktü. Sonra birdenbire o keskin bir çığlığı andıran kuzgunun sesini duydu. Zihninde, derin gri gözleriyle kendisine doğru hızla yaklaşıyor ve gözlerinin ortasına doğru geliyordu. Ağzını açarak kendisini içine aldığını hisseden Angela’nın zihni bir anda karardı ve sonra gözlerini açtı. Korkusuz gözleri artık bir kuzgunun gözü gibi açık griydi. Üçüncü gözü açılmıştı ve artık görüyordu.
Not : Devam edecek …
Elinize sağlık. Güzel bir başlangıç olmuş, devamını bekliyorum.
Çok teşekkürler. İlk fırsatta yazmayı düşünüyorum 🙂
Bu hikaye bana X_Files’ı anımsattı. Ajan Dana Scully gibi hiçbir şeye inanmayan biri sandım başta Angela’yı. İlgi çekici bir hikaye olmuş, devamını bekliyoruz…
🙂 Aslında X_Files da ajan Mulder karakterini de çok etkileyici ve gizem dolu bulmuşumdur hep. Angela karakterini ise sezgilerinin güçlülüğü ve ekibi yönetişi anlamında, the Closer’ın kahramanı Brenda’dan esinlendim. Sağolun bu güzel yorum için.