Koşuyordu. Hiç durmaksızın. Gecenin bir yarısında, sadece ayın aydınlattığı pis, dar sokaklarda koşuyordu. Arada bir ayağına kâğıt parçaları, bira şişeleri, kola kutuları takılıyor, varlıklarını umursamadan tekmeleriyle bir kenara savurup koşmaya devam ediyordu. Takip ediliyor muydu? Emin değildi. Cesaret edip başını arkasına çeviremiyordu. Yankılanan ayak seslerine, kesik kesik nefes alış verişi ekleniyor, kolları deri montuna her çarpışında yarattığı sürtünme sesi kendine özgü bir melodi çıkartıyordu.
Ya sonum Haydar gibi olursa?
O an, gündüz tanık olduğu manzara geldi gözünün önüne. Üzeri üç beş gazete parçasıyla alelade örtülmüştü. Gazete kâğıtları kanını emmeye doyamamıştı garibin. Akan kanlar yerdeki çer çöpe bulanmış, sokağın girintili çıkıntılı, asfalttan eser kalmamış zemininde kendisine küçük kirli bir gölcük yaratmıştı. “Defalarca bıçaklanmış,”demişti kalabalığın arasından yükselen bir ses. Bunu diğer sesler takip etmiş, yorumlar çığ gibi büyüyüp koro halini almıştı. Komiser kalabalığı dağıtmakta zorlanıyordu.
Mehmet ilk defa bir ölü görüyordu. Bakamamıştı bile. Bakışları dönmüş dolaşmış, sadece adamın açıkta kalan, yer yer soyulmuş, yıpranmış deri ayakkabılarına takılıp kalmıştı.
Bu mahalledeki sayısız cinayetlere bir yenisi daha eklenmişti. Önceleri korkan halk, bu durumu giderek kanıksamış, cinayetler isimlerden sayılara dönüşmüş, geçen birkaç ay içinde gündelik hayatın rutini arasına girmişti. Ahali cinayetten çok onun işleniş şekliyle ilgilenir olmuştu.
Beş numara ne feci öldürülmüştü!
Akla filmlerde bile gelmeyecek vahşet, onu pembe dizi gibi izleyen mahallelinin dilinde, üstüne eklenen kurgusuyla ağızlarda şapırdatılarak anlatılan, anlatanı bir kahramana dönüştüren kahvehane şovuna dönüşmüştü.
Mehmet’i en çok korkutan ölmek değildi. Herkes bir gün ölecekti zaten. Ölümden sonrasıyla da çok ilgilendiği yoktu doğrusu. Sadece ölürken çekeceği acı aklına geldikçe eli ayağı buz kesiliyordu. Bir de bu kadar genç yaşta ölecek olması canını sıkıyordu.
Neden sonra yokuşun başına geldiğinde dizleri bu baskıya daha fazla dayanamadığından olduğu yere çöktü.
Ne olacaksa olsun, umurumda değil artık.
Kaçmasının bir yararı yoktu. Av başlamıştı bir kere. Çete çökmesine rağmen kiralık katil Remzi peşlerini bırakmıyordu.
Şu ana kadar neden kaçmamıştı sanki? Onu buraya bağlayan bir şey kalmamıştı. Tek başına yapayalnızdı. Arkasından korkak denmesinin ne önemi vardı?
Varsın desinler, diye söylendi. Ölseydi kahraman mı olacaktı? Diğerleri gibi unutulup gidecekti. Adını hatırlayan bile olmayacaktı.
Hemen kendisini toparladı. Üç beş parça eşyasını alıp gidecekti. Bu lanet mahalleden, pis sokaklardan, vıcık vıcık ilişkilerden kurtulacaktı. Bütün bir yaşamı burada geçse de toplanacak ve gidecekti.
Olduğu yerden ağır ağır kalktı. Üstünü başını silkeledi. Yavaş adımlarla evine doğru yürümeye başladı. Karar vermiş olmasının verdiği hafiflik içindeki bütün korkuyu, kaygıyı silip atmıştı.
Derme çatma tek gözlü evinin bahçe kapısına vardı. Tam içeriye adım atacakken duyduğu sesle irkildi:
“Seni görmek ne kadar güzel! “
Sırtından ter boşaldı, bütün vücudunu sardı. Yine de soğukkanlılığını korumaya çalışarak arkasını döndü:
“Sen?”
“Beğenemedin mi?”
“Hiç durmayacak mısın?”
“Yok canım, daha yeni başlıyorum!”
Pis bir sırıtış yayıldı yüzünde, arkasından gevrek bir kahkaha patlattı.
“Sana, Mustafa’nın ki gibi bir ölüm yakışır ha? Yediğiniz içtiğiniz ayrı gitmezmiş hem. Kardeş gibiymişsiniz. Bir kıyağım olsun, onun gibi boğazlayayım seni. Leşini de dereye atmıştım. Tam üç gün bulamamıştı kimse, fareler hariç.”
Mustafa’yı hatırlayınca gözleri doldu Mehmet’in, içi sızladı.
Şu an yok olabilseydi ya da biri gelip onu kurtarsaydı. Neredeydi onca süper kahraman? Hiçbir yerde. Burası gerçekti, adamın elindeki keskin bıçak kadar gerçek, soğuk. Midesi bulandı. Beklediği an bu andı. Defalarca düşündüğü, üstüne bin bir senaryo yazdığı dakikalara sığan… Ağzından tek kelime çıkmadı. Öylece bakıyordu Remzi’ye. Üzerinde kendisini savunacak küçük bir çakı bile yoktu. Bu kadar aptaldı işte.
Gözlerini kapattı, bekledi, düşünceleri yok oldu eridi.
“Konuşsana,’’
Gözlerini açtı şaşırarak. Neden hala bekliyordu?
Elindeki bıçağı havada sallıyor, onun öyle sakin durması karşısında öfkeleniyor, ağzından köpükler çıkıyordu. Bu haliyle kudurmuş bir köpeğe benziyordu. İri yarı kuvvetli bir adamdı. Elindeki bıçak dolunayın ışığında parlıyordu. Son hamlesini yapmak üzere tiz bir çığlık atarak ileri atıldı. Mehmet yerinden kıpırdamamıştı. Neredeyse burun buruna gelmişken, ayağı bir şeye takılmış gibi sendeledi, gözleri büyüdü. Delirmiş gibi kendi etrafında dönmeye başladı. Görünmez bir şey tarafından çekiliyor gibiydi. Çığlık çığlığa bağırıyor, debeleniyor, görünmeyen o şeyden kurtulmak için bıçağını bir sağa bir sola savuruyordu. O anda küçük bir rüzgâr kapladı bedenini, giderek kuvvetlendi, güçlendi, adamın ayaklarını yerden kesti. Mehmet can havliyle eski bir kamyonetin arkasına saklandı. Rüzgâr hortuma dönüşmüştü. Her şey o kadar ani ve çabuk olmuştu ki!
Gökyüzüne doğru yükselen hortum başka bir yere uğramadan içindekiyle kaybolmuştu. Dakikalar sonra saklandığı yerden çıktı. Etrafına bakındı. Koskoca adam bir anda yok olmuştu. Kalbi deli gibi çarpıyor, olanları anlamakta güçlük çekiyordu. Emin olmak için defalarca sokağı turladı. Ne Remzi vardı ortada ne de ondan bir iz. Yalnız yerde parlayan bir şey dikkatini çekti. Eğildi, istemsizce almak için uzandı.
Parmağının ucu değmeden kaybolup gitti bıçak, tıpkı sahibi gibi.
güzel bir öykü elinize sağlık.
Teşekkürler.