Önümdeki hiçbir şeyin ismini bilmiyorum. Sadece yürüyorum.
Çıkmaz sokağın sonunda iki kapı var. Kapının birinin önünde gri dumanlar yükseliyor. Bir kızıllık; bir beliriyor, bir kayboluyor. Kutsal bir ayin gibi beni kendisine doğru çekiyor. Havada dolanan dumanlar, bir kızılderinin gökyüzüne gönderdiği çağrılar kadar açık mesajlar veriyor bana. Beklediğim işaret bu olmalı. Kafamdaki her şeyin cevabını verecek yol gösterici işte beni orada bekliyor. Beni tüm bildiklerimden bir anda çekip alacak, her şeyin anlamını tekrardan anlatacak. Hedefime ulaşacağım sırada, diğer kapıdan bir adamın hızla çıktığını gördüm. Ben önce sağa çekildim, ve sonra sola. Neden böyle yaptığımı bilmiyorum. Çünkü o yönünü değiştirmeden direkt benim üstüme doğru koşarak geldi. Omuzuma sertçe vurup, düşürdü beni. Başımı çarptım. Üzerim tozlandı. Gözlerime bakıp, ‘Cehennem! Cehennem!’ diye çığlık attı. Sonra arkasına bile bakmadan sokağı bir solukta bitirip gözden kayboldu. Dengemi tekrar sağlayıp yerden kalkmaya çalıştığım sırada elinde sigarası olan ve diğer kapıda duran adam geldi yanıma. Kollarımdan tuttu.
‘Başkaları cehennemdir.’
Efendim, pardon, gibi bir şeyler demek istedim. Etrafıma bakındım. Muhatap bendim. Neden sonra sözün sahibini anımsadım, ‘Jan Paul Sartre’ dedim. İsmini zihnimden sildiğim onca şey varken onun ismini bu kadar net hatırladığıma göre o da korkularımdan biri olmalı diye geçirdim aklımdan. O anlamadı bunu tabi. Gülümsedim.
‘Sadri…’ dedi sertçe. Kolumdan çekti. ‘Bizim tuvaletleri temizleyen adam. O okumuş kapıların birinin arkasında. İtoğulları, sanki okul defteri kapı arkaları. Satır matır anlamam ben. Aklıma geldi adam manyak gibi kaçarken öyle bağırınca… Hem ne arıyon sen burda? Bu sokağa ancak hidayet arayanlar gelir. Yoksa sen de mi hidayeti arıyorsun? Bu çıkmazın sonunda yalnızca iki kapı vardır. Ve her ikisi de hidayete çıkar.’
İyice süzdü beni. Havaya bir nefes karartı daha saldı. Cevabımı beklemedi. ‘Gel o zaman’ dedi. Arkasını döndü, yürümeye başladı. Arkasından gittim. Az evvel durduğu kapının içinden girip ağır adımlarla inmeye başladık merdivenlerden. Her bir adım heyecanımı arttırıyordu. Karşıma çıkacak ve beni hidayete eriştirecek o şeyi bekliyordum sabırsızca. İnişimizi tamamladığımız yerde önüme çıkan manzaraya kendimi alıştırmaya çalışırken,
‘Bekri’nin Meyhanesi. Burada da hidayete eremezsen başka bir yerde hiç şansın yok.’ dedi. Bir sandalye çekti. Bir bardak koydu önüme sonra. Yarıya kadar doldurdu.
Bardağa baktım. ‘Bu bardağın yarısı boş.’ dedim.
Yüzüme baktı. ‘O bir viski bardağı, bir viski bardağının yarısı elbette boş olur.’ dedi.
‘İyi ama ben viski içmem ki.’
‘İçindeki viski değil ki zaten.’
‘İyi ama o zaman neden yarısı boş?’
Sıkılmış gibi, tıslamaya benzer bir nefes verdi. Barın gerisinden yıkanmış bardakları kirli bezle özensizce kurulamaya devam etti.
‘Çünkü o bir viski bardağı.’
‘O halde…’ diye devam edecektim ki lafımı ağzıma tıktı. ‘O halde ne?!’ dedi sertçe. Tahammül sınırlarını zorlamış olmalıydım. Sesim tıkıldığı yerde kalakaldı. Rutubet kokan lekeli bezi tezgahın arkasına, göremediğim bir yere fırlattı. ‘Dinle…’ dedi.
‘… Bir taş ustası varmış zamanında. Eşekler gibi çalışırmış güneşin altında. Kocaman dağları ufalar ufalar, çuvallara doldururmuş. Bir gün kendi kendine, ‘Ey Allah’ım, beni yaktığı yeter. Biraz da ben güneş olmak istiyorum, mümkünse.’ demiş. ‘Hay hay,’ demiş yukarıdaki. Adam bi bakmış ki gökyüzünde. Sıcak sıcak. Oha felan olmuş, başlamış aşağıda çalışan başka taş ustalarını yakmaya. Kıs kıs gülüyormuş. ‘Yanın, yanın’ diyormuş. Sonra bir densiz bulut gelmiş önüne. Nanik yapmış. ‘Ulan,’ demiş… ‘Bu kadar haşmetliyim, bir bulut benim gücümü gölgeliyor. Vay namuzsuz… Allah’ım, mümkünse…’ diye devam ederken, anlamış yukarıdaki derdini, ‘hay hay’ demiş yine. Adam altına felan işediğini sanmış önce o serinliği hissedince ama, o ne lan, bi bakmış beyaz bi bulut oluvermiş. Aşağıdaki gölgesinin büyüklüğüne bakmış hayran hayran. Bu sefer kendi güneşin önüne geçip nanik yapmış, ‘Yağmur gelicek, kaçın…’ diyen adamlara gülmüş. ‘Yok lan, şaka şaka’ demiş. Sonra bi bakmış, hareket ediyor. ‘Noluyo lan?’ derken bir rüzgar gelmiş, almış götürmüş bizim bulutu. ‘Şey… Allah’ım, eğer mümkünse pismillah amin’ filan bir şeyler demiş, bi bakmış, ana, rüzgar oluvermiş. Önüne ne geldiyse savurmuş, esmiş, üşütmüş, karı kız filan etekleri uçurmuş bu arada. Şenlik yani anlıyacağın. Sonra ‘dan’ diye çarpmış. Kafa göz dağılmış tabi. Geçememiş koca bir dağı. ‘Sen kim oluyon? Beni nasıl engellersin. Güçsüz müyüm ulan ben!’ demiş sinirle. ‘Allaam, yapılır mı benim gibi adama… Ben de güçlü olayım. Öyle sabit durayım yerimde. Bir tepe, dağ ne varsa kısmetimde. Ne dersin?’ Yukarıdakinin sabrı derya deniz ama, zor sabretmiş o da. ‘Hay hay’ demiş yine de. Adam bir anda dağ oluvermiş. Kurulmuş yerine. Ayaklar sağlam, sıcak sıcak. Oh, mis. Toprak, kaya, börtü böcek eteklerde, paşalar gibi… Sonra ansızın kafasına kafasına vuran ince, güçsüz bir sesle irkilmiş…’
‘Taş ustası…’
‘Yaaa… Ne boktan bi şansmış lan adamdaki. Bahtsız bedevi. Demek ki neymiş?’
‘Başkaları cehennemmiş.’
‘Yok lan. Viski bardağı, ver onu yıkayayım. Yav Sadri temizledi mi ki o kapıları. İyi hatırlattın bak.’
Aceleyle tezgahın arkasından çıktı. Adımlarını zar zor görebildiğim koridorun sonundaki tuvaletlere çevirmişti ki, birden yanıma geldi. ‘Olum, affet beni ama, bunu yapmazsam da bu öykü bitmeyecek. Zaten pek haz etmem öyle hikaye anlatmaktan felan. Ama bana da bu rol düştü. Merak etme, canın yanacak. Ama birazcık…’ Havada top olmuş güçlü, kemikli bir et yumağı gördüm sadece yüzüme doğru gelen. Sarsıntısıyla gözlerimi açtım.
‘Evladım… İyi misin?’
Yerdeyim. Güneş yeni yeni doğuyor. Etraf karanlık hala. Başında beyaz bir başlık, uzun sakalları ile bir adam tepemde. Bana bakıyor. Başım… Başım ağrıyor. Gözlerimi acıyla kısarak doğrulmaya çalışıyorum. Yardım ediyor. Yanında ayağa kalktığım anda, karşıdan bir adam beliriyor bir anda. Koşarak üzerime doğru geliyor. Yine aynı çığlık. ‘Cehennem! Cehennem!’ Yaşlı adam çekiyor beni kolumdan. Bana çarpmasından son anda kurtuluyorum. ‘Hidayet ya Rab’ diyor yanımdaki adam. Anlamıyorum. ‘Gel’ diyor. ‘…üstünü başını bir temizleyelim. Vakit yaklaşıyor. Cemaat de gelir. Geç kalmayayım ben de.’ Sağdaki kapıdan besmeleyle içeri girerken, soldaki kapıdan kızıllığı bir beliren, bir kaybolan dumanlar yükseliyor.
‘Günaydın Bekri amca’ diyor dumanlı ses.
‘Günaydın Hidayet evladım’ diyor beyazlar içindeki adam.
Duruyorum. Karanlığından kurtulmaya başlayan sokağa bakıyorum. Bir çöp kutusu devriliyor. İçinden bir kedi çıkıyor. Bir köpek havlayarak kovalıyor onu. Çöp kutusunun yanına bir karartı geliyor. Tanımlayamadığım bir ses çıkartıyor. Korkmadığım bir atiklikle hareket ediyor. Aydınlanan sokakta bir gölge. Beni izliyor.
Ellerimi cebime sokuyorum. Islık çalmaya başlıyorum.
Anlatım bozukluğu demek istemiyorum; ama akıcılığı sekteye uğratan şeyler vardı. Özellikle zaman kiplerinde anlık geçişler sarsıyor insanı. Kullandığınız dil de zaman zaman bir anda değişiyor. Bu ikisi birleşince de, bazı yerlerde tökezleyip tekrar okumam gerekti.
Öte yandan çok beğendim öyküyü. Hele ki bir öykü içinde bir karakter başka bir öykü anlatıyorsa zaten keyifleniyorum. Bir de güzel bir dille yazılınca iyice hoşuma gitti. Hızlı bir okumayla hikayeyi tam anlayamadım; ama hikaye de zaten ‘hızlı bir okumayla tam anlanmaması gereken bir hikaye’ gibi duruyor.
Kaleminize sağlık.
Merhaba, zaman kipleri ile ilgili eleştiriniz yerinde. Sebebini söylemem öyküyü açık etmek olur; yapmayayım. Kapalı bir öykü. Hızlı okunmasın. Hemen anlaşılmasın 🙂 Yorumunuz için teşekkür ederim.