Buharlı bir trenin içindeyim. Daha önce hiç buharlı trene bindiğimi hatırlamıyorum. Esasında şu anda içinde bulunduğuma biniş anını da hatırlamıyorum. Kaç saattir buradayım? Tren nereye gidecek bilmiyorum. Tek bildiğim karşımda oturan adamı tanıdığım. Kendisi İrlanda kökenlidir ve epey delikanlı bir adamdır. Oysa ben İrlandalıları çok da sevmezdim. Arkadaşım Donald bana bakıyor ve şöyle diyor: “Rex gözlerinden uyku akıyor? Neden varacağımız yere kadar uyumayı denemiyorsun?”
Deniyorum aslında. Fakat ne mümkün! Gram uykum yok anasını satayım! Panda miskinliğiyle uzandığım vagonun koltuğu uyumaya pek müsait oysa. Donald çilli yüzünün yarısını kaplayan renkli gözleriyle bana bakıyor.
Uyumadan bilincimi kaybedeceğim sanırım. Bulanık bir görüntü! Tren, buharlarını rayların etrafına yayılmış meşe ormanına püskürterek ilerliyor. Orman! Uykumu kaçıran yeşil bir ucube, oysa eskiden ormanları çok severdim. Yeşil demişken İrlandalılar’dan pek hazzetmediğimden bahsetmiş miydim?
Bir anda kendimi New York metrosunda buluyorum. Çılgın bir kalabalık, her tarafta acelesi olan Amerikalılar. Biraz önce Viktoryan bir manzaranın ortasındayken bu kalabalık cehenneme nasıl geldim? Bunu kendime açıklamalıyım. Ayrıca neden hala uykum yok? Son bir soru: “Donald nerede?”
Afili duraklardan birinde iniyorum. Akıllı telefonları ve uykulu suratlarıyla dolaşan New York ahalisi bir an sempatik geliyor bana. Uykusuzluk sebebiyle onlarla bir tür empati kurmuş olmalıyım. Dışarı çıktığımda asıl şok dalgası beni vuruyor. Güneş yok! Şaka yapmıyorum. Güneş gökyüzünde değil ve garip bir maddeyle kaplanmış atmosfer. İnsanlar buna aldırış etmeden hayatlarına devam ediyorlar. Hemen tarihe bakmak için bir gazete alıyorum. Manşet dikkatimi çekiyor tarihten evvel. “Büyük felaketin elli yedinci yıldönümü!”
Tarih 12 Mayıs 2131. Yer New York, daha doğrusu yeni ismiyle Neyoerk. İngilizce ben görmeyeli epey evrim geçirmiş. Oysa bu denli büyük kelime değişiklikleri için çok uzun yıllar gerekir. Oysa benim New York’a son gelişim 2013’te idi. Yani 115 yıl evveli. Çok da olmamış. Belki bir tür devrim olmuştur, İngilizce’yi dahi etkileyen türde bir şey, belki klişe bir zombi saldırısı insan kültür mirasında tahribata yol açmıştır. Neyse bunlardan daha önemlisi şu: “Neden bu zamandayım ve neden hala uykum yok?”
“Kendimi kötü hissediyorum.”
Bu karımın sesi. Deja vu tüm ruhumda şimdi. Bu cümle, bu oda, bu koku…
“Doktor çağırmamı ister misin hayatım?”
Karım cevaplamıyor sorumu. Yere yığılıyor. Ağzından kan boşalıyor. Bu dehşet verici tablo bir yerlerden tanıdık geliyor. Ağlıyorum. Karıma sarılarak ağlıyorum.
Donald odaya giriyor ve Lisa’ya ne olduğunu soruyor. Şimdi bu İrlandalı’ya durumu nasıl anlatmalı? Onların dilinde ince hastalığın manası ne idi?
Donald ve ben kalkıp Neyoerk’un en kasvetli mekanlarından birine gidiyoruz. Donald içtikçe içiyor, sarhoş olarak bir şeyleri unutmak istediğini düşünüyorum. Bir kadının adını sayıklayıp duruyor. Aşk acısı mı? İrlandalılara özgü bir tür trans hali mi? En sonunda patlıyorum.
“Hey!”
Bana bakıyor. Çilleri kızarmış, aynen gözleri gibi.
“Onu öldürdüm.” diyor.
“Kimi?”
“Onu,” diyor, “ellerimle boğdum.” Sarhoşluğun verdiği ses çatallaşmasıyla konuşuyor. “O an hiç aklımdan çıkmıyor. Ellerimde hareketsiz kalışı.”
“Kim ulan?” diyorum, “Kimi öldürdün?”
“Karımı, biricik Selma’mı öldürdüm.”
Selma ismi hangi dildeydi? İrlanda’da böyle bir isim olduğunu zannetmiyorum. Güney dillerindeki kelimeleri andırıyor.
“Neyse,” diyorum, “New York, neden bu halde? Güneş nerede?”
“Neyoerk!” diye düzeltiyor beni. “Şaka yapıyorsun herhalde, göktaşını, atmosfere çekilen koruma duvarını hatırlamıyor musun?”
Ne diyor bu adam? Ben şu an neden Neyoerk’ta olduğumu dahi bilmiyorum. Hiçbir şey gerçekçi gelmiyor. Sanki ucuz bir filmi ortasından izlemeye başlamış gibi hissediyorum. Üstelik uykusuzum.
Dışarı çıkıp Neyoerk’u turlamaya başlıyoruz. Manhattan’daki –burasının ismi değişmemiş- gökdelenlerin hepsi oynar köprülerle birbirine bağlanmış. İlginç bir şekilde uçan arabalar yok. Gelişen teknoloji bir müddet sonra insanları sıkmış olmalı. Belki yeni şeylere olan meraklarını kaybetmişlerdir.
“Büyük Amerikan rüyası!” diye bağırarak konuşmaya başlıyor Donald. “İngiltere’nin antik imparatorluğunda güneş batmıyordu. Burada göremiyoruz bile onu. Fotosentez merkezleri ve ucuz bitki taklitleri, depresif insanları oyalayacak dijital oyuncaklar, bir zamanlar uçsuz bucaksız çölleri olan batıda açılmış oyalanma düzlükleri, binlerce yeni din, insanlar sıkılmaya başladı, Amerikan rüyası baydı artık dostum.”
Bu sayıklamalar alkolün etkisiyle mi oluyor? Yoksa Donald hep böyle mi? Ben de bilmiyorum ki. Donald bana buharlı trenlerin yeni versiyonlarını gösteriyor. Saatte üç bin kilometre hızla gidebilen trenler buharlı olsa ne olur ki? İzleyemiyorsun bile.
Bir an beynimde bir şimşek çakıyor. Sanki Donald’ın tüm hayatı boyunca yaşadıklarını biliyor gibiyim. Sanki onun beynindeyim. Ya da belki o benim beynimde. Çekinerek soruyorum.
“Donald uykusuz musun sen de?”
Şaşkın bir halde bana dönüyor.
“Ölmeyi isteyecek kadar uykusuzum.” diyor.
***
Uyanıyorum. Bir kabinin içerisindeyim. Gözlerim bulanık gördüğü için hayal meyal görebildiğim bir adam kabinin kapısını açıyor. Zar zor çıkabiliyorum kabinden. Artık uykusuz hissetmiyorum. Hatta çok dinç hissettiğimi dahi söyleyebilirim.
Gözlerimdeki bulanıklık çabucak kayboluyor. Çıktığım kabinin üzerindeki kapakta yazanlara göz gezdiriyorum. “Uyku Kabini, Denek No: 13, İsim: Rex Altarres, Ait Olduğu Zaman: Büyük Felaket Öncesi Antik Buhar Çağı”
“Burası neresi?”
Soruyu yönelttiğim adam Jules Verne romanlarından fırlamışçasına ilginç bir koruma giysisiyle yanımda duruyor.
“Uyku Kabini Projesi için inşa edilmiş bir uzay gemisindeniz bayım. Yaklaşık bir yıldır metabolizmanızı uyku halinde tuttuk. Denek No: 13 olarak deneyi başarıyla tamamladınız. Tebrikler!”
Elime bir kağıt tutuşturuyor. Ben ve Donald’la ilgili bir şeyler yazıyor kâğıtta. Okuyorum.
“Denek 12 ve Denek 13, ilacın yan etkileriyle karşılaştılar. Birbirlerinin rüyalarında dolaşarak bir tür müşterek zihin hali yaşıyorlar.”
Adama dönüyorum.
“Nedir tüm bu olanlar?” diye soruyorum.
“Büyük Felaket’ten sonra bu projeye başladık.” diyor adam. “Bu felakette birçok zengin insan öldü. Hayatta kalanlar da büyük korku yaşadı. Bizden böyle bir proje talep ettiler. Onları felaket anında uyutup her şey düzeldikten sonra uyandırmamızı istediler. Biz de böyle bir ilaç ürettik. Sonra bu ilacı denemek için sizin gibi idam mahkûmlarını kullandık.”
“Ben, idam mahkûmu muyum?” diye soruyorum korkarak.
“Hafızanda meydana gelen zayıflama sebebiyle hatırlamıyorsun. İlacın öngöremediğimiz bazı yan etkileri oldu. Ama merak etme, bu projede yer alıp insanlara yardım ettiğiniz için affedileceksiniz sanırım. Bize söylenen bu en azından. Hem sen bu zamana ait bile değilsin. Seni öldüreceklerini sanmam.”
“Nasıl?” Kafam allak bullak olmuş durumda.
“Seni antik buhar çağından getirdiler. Zaman makinesiyle.”
“Ulan madem zaman makinesi var,” diyorum, “zenginler felaketleri görmemek için neden onu kullanmıyor.”
Adam gülüyor.
“Sen şanslısın, zaman makinesinde ölüm oranı yüzde 38. Sence kodamanlar bu riski alır mı?”
“Peki, şimdi?” diye soruyorum.
“Gidebilirsin,” diyor, “yeni bir dünya seni bekliyor.”
***
Tarih 12 Mayıs 2074. Yer: New York. Central Park’ta toplanan insanlar gökyüzüne batkılarında bir cismin yaklaştığını görüyorlar. Korku çığlıkları her tarafı kaplıyor. Büyük Felaket geliyor.
- Her Şeyin Destanı - 1 Şubat 2021
- Sıfırıncı Destan - 1 Temmuz 2019
- Tablodan Damlayan Zürafa - 15 Haziran 2018
- Maria’nın Sırrı 1 – Kıyam - 15 Ocak 2018
- Doğru Zamanın Cesetleri - 15 Haziran 2017
Güzel bir öykü olmuş gerçekten. Tebrikler.
Özellikle şu cümleyi beğendim. “Ölmeyi isteyecek kadar uykusuzum.”
Teşekkür ederim.
güzel bir öykü elinize sağlık.
Teşekkürler.
Akıcı, yaratıcı bir öykü yazmışsınız. Tebrikler.
Teşekkür ederim yorumunuz için.