“Abi, sana ne diyorum, beni bir dakika dinle hele: Adam, Hızır aleyhisselam abiciğim. Adım gibi eminim bundan. İnanmıyorsan…”
“Yok be hocam, bana kalırsa o var ya o, o mübarek zat-ı muhterem Mehdi aleyhisselamın ta kendisi. Geçen gün camide çok mübarek bir alimden kendi kulaklarımla duydum. Mehdi aleyhisselam o, dedi. Kitapta geçiyormuş. Onun yalancısıyım.”
“Alime saygım sonsuz, ama…”
Başı sonu belirsiz, yılan gibi kıvrıla kıvrıla ilerleyen, binlerce kişilik bir sırada; önümdekilerin bitmek bilmeyen sohbetine maruz kalıyordum. Karnım acıkmıştı. Yanımdan geçen simitçiye seslendim. Kafasının üzerindeki tablayı yanıma indiriverdi.
“Bir simit,” dedim. Tabladan bir simidi alıp ağzıma götürdüm.
“Borcum ne kadar?”
“İki lira,” dedi.
“İki lira mı? İki liraya simit mi olur?” Keşke simitten ısırık almamış olsaydım.
“Bunlar kutsal simit be abi. Mübarek simit mübarek.” Yüzünde yılışık bir gülümseme vardı.
“Simidin kutsalı mı olurmuş be! Simit simittir işte,” deyip parayı uzattım.
Parayı belindeki cüzdana yerleştirirken, “Simiiiiiit, taaaze simit, simiiiiiit, taaaze simit… Kutsal simit, mübarek simit… Simiiiiii…” diyerek uzaklaştı. Yanında bir de ayran olsaydı.
“Sabah ezanı okunurken peyda olmuş tamam mı, baştan aşağı karalar içinde bir adammış, toprağa şöyle bir tükürmüş tamam mı, kapkara bir üçgen olmuş tükürüğü, demiş ki gelin günahkarlar, gelin günahlarınızı buraya haykırın tamam mı, söyleyin ki affolun, söyleyin ki onlardan kurtulun…”
“Yok yok! Kardeş, olaylar senin anlattığın gibi değil, bak şöyle olmuş, gecenin bir buçuğunda, gökten bir ak güvercin misali yeryüzüne inmiş, indiği yerde simsiyah bir çember oluşmuş, çembere günahlarınızı fısıldayın, hastalıklarınızdan, dertlerinizden, sorunlarınızdan azade olun demiş.”
“Ne yazık ki ikiniz de yanlış biliyorsunuz. Yanına gidip gelmiş bir arkadaşım anlattı. Dörtgen şeklinde bir…”
Arkamdakiler de susmak bilmiyordu. Kuru simit mideme oturmuştu. İnsanlar konuşmayı ne çok seviyordu. Tek isteğim sessizlikti. Beş dakikacık sessizlik. Sırtıma birisi dokundu. Arkama döndüm. Acılar içinde olduğu, yüzünden belli olan yaşlıca bir adam.
“Evladım, benim acilen hacetimi gidermem gerek. Babanın hayrına sırama göz kulak olur musun?” Başımı sallar sallamaz koşar adımlarla sıradan uzaklaştı. Seyyar tuvaletlere yöneldi. Emniyet görevlileri gülümseyerek arkasından baktı.
Geri döndüğünde keyfi yerindeydi. “Sağ olasın evladım,” dedi. Başımı sallayıp önüme döndüm.
Sırtıma yine dokunuyordu. Dokunmuyor parmaklıyordu. Sırtımı dokunmatik ekran mı sanmıştı. Allah kahretsin, kurtulamayacak mıydım şu insanlardan!
“Buyur amca!”
“Nerelisin evladım?”
“Bingöllüyüm.”
“(Kısa süreli bir sessizlik) Olsun, vatanın her yeri bizim. Orası da vatan toprağı sonuçta. Hepimiz Müslümanız, hepimiz Adem’den gelmedik mi, haksız mıyım…” Keşke İzmirliyim deseydim.
“Peki, sorunun ne evladım? Çözülmesini istediğin sıkıntın ne? Niye buradasın” Evlat evlat evlat… Delireceğim.
“Özel bir durum, amca.”
“Çok mu özel?” Evlat demedi bak, güzel bir gelişme.
“Çok özel.” Bozuldu, bozulursa bozulsun. Çok da…
Cep telefonum titriyor. Açıyorum. Müşterim, “Daha çok var mı sıranın gelmesine?” diye soruyor. “Evet, daha çok var. Yaklaşınca size haber veririm,” diyorum. “Sıra için yüz liraya anlaştık, değil mi?” diyor. Aklınca ücrette indirim yaptırıyor. “Yüz elli lira, bir sıra yüz elli lira,” deyip telefonu yüzüne kapatıyorum.
“Adamın biri doğuştan körmüş, çembere bakınca gözleri açılmış…”
“Otuz yıldır çocukları olmuyormuş, gitmedikleri hacı-hoca kalmamış, dörtgenden bir soluk aldığı günün gecesinde hamile kalmış…”
“O da bir şey mi, çocuk beyin kanseriymiş, bir aylık ömrü var demiş doktorlar, üçgene kafasını sokunca kanser manser kalmamış, şimdi turp gibiymiş…”
İnsanlar konuşuyor. Ne çok ve ne gereksiz konuşuyor. Sıra da ilerlemiyor. Müşteri de ikide bir arıyor.
İnsanlar beni deli ediyor. Delireceğim. Bir gün mutlaka delireceğim.
- Fatima Teyze’den Al Haberi - 1 Temmuz 2020
- Karayılan Cek’in Tuhaf Hikâyesi - 1 Temmuz 2019
- Oncle’yü Beklerken - 15 Haziran 2018
- Aynen Aynen Operasyonu - 15 Haziran 2017
- Hırtık mısın Lan Sen? * - 15 Haziran 2016
Kısa ve vurucu bir öyküydü, eline sağlık. Sırabekleyicilik yapan adamın dünyaya karşı ruh halini daha iyi anlamak için geçmiş yaşamı hakkında bir şeyler öğrensek belki güzel olabilirdi. Ancak bu tür kısa öykülerde böyle geçmiş anlatımların da fazlalık gibi durma riski de var. O yüzden emin değilim.
Güzel bir fikirden yola çıkan bu öykü için teşekkürler. Yeni öykülerde görüşmek üzere.
Teşekkür ederim Mümin. Fazlasıyla kısa bir öykü olduğundan, karakterin geçmiş yaşamını pek dile getirmedim. Yorumun için sağ olasın.
Kaleminize sağlık,
“İnsanlar konuşuyor. Ne çok ve ne gereksiz konuşuyor.” sanırım öykünüzün dem vurduğu yerlerin temel nedeni bu. Herkes her yerde her zaman her konu hakkında konuşuyor. Bu denli fikrin olduğu bir yerde “doğrunun” bulunamaması ne acı.
Başka öykülerde buluşmak üzere.
Teşekkürler. Evet, öykünün can alıcı noktası; başkarakterin insanlardan bıkkınlığı.
Başka öykülerde görüşmek dileğiyle.
Anlatımınızdaki doğallığı ve rahatlığı seviyorum. Size karanlık öyküler yazmak çok yakışıyor.. Belki bu cümle yüzündendir: “Havayı içine çek dostum. Hava, Tanrı’nın gazabı kokuyor. Kokuyu almıyor musun?” 🙂
Elinize ve düş gücünüze sağlık
Saygılarımla
Çok teşekkür ederim. Çok mutlu oldum. Hem karanlık hem aydınlık hem de loş öykülerde görüşmek dileğiyle. 🙂
Sevgilerim ve saygılarımla.
ruhsen hoca bizim okulda saadet emir ortaokulu