Hava iyice kararmıştı. Saatine baktı, dükkânı kapatıp eve gitme vakti çoktan gelmişti. Önlüğünü çıkardı, bir poşetin içine koydu. Akşam annesi yıkar, sabaha kadar sobanın yanında kurutur, sabah da ütüler hazır ederdi. Yağmurun dinip dinmediğini anlamak için dışarı baktı. Yerler ıslaktı ama yağmur yağmıyordu. Şemsiyeyi yük etmek istemiyordu. Işıkları kapatmadan önce son kez dükkânda göz gezdirdi. Her şey olması gerektiği gibiydi. Işığı kapattı, kapıyı kilitledi. Kepenkleri indirdi, yola koyuldu.
Diğer dükkânlar çoktan kapatmıştı. Tüpçü, bakkal, terzi… Hepsi çoktan evlerine varmış olmalıydı. Onları düşündü yürürken. Evde ne yapıyorlardı acaba? Terzi Mustafa ortaokul arkadaşıydı. Üç yıl aynı sırada oturmuşlar, pek çok anı biriktirmişlerdi. Lisede ayrıldı sınıfları ama görüşmeye devam ettiler, sonra askerlik girdi araya. Askerden döndüğünde Mustafa’nın Süheyla teyzenin kızıyla sözlendiğini öğrendi. O yaz evlendiler hemencecik, sonraki yaz bebekleri oldu. O annesinin ısrarla gösterdiği kızları reddetti bu arada. İş aradı durdu. Önce bir mesleği olmalı, para kazanmalıydı, sonra evlenirdi muhakkak. Hem Mustafa gibi görücü usulü evlenmek de istemiyordu. Bu devirde görücü usulü evlenilir miydi hiç? Aşık olmak istiyordu, filmlerde gördüğü gibi aşık olmalıydı bir kıza. Onun için delice işler yapmalı, aşktan gözü kör olmalıydı ikisinin de. Birbirlerinin koynunda hayatı, her şeyi unutmalıydılar. Yoldan geçen arabanın yerdeki suyu üstüne sıçrattığı sırada “Üç” dedi kızgınlıkla, Mustafa’nın üç çocuğu olmuş, en büyüğü geçen yıl okula başlamıştı.
İş bulmak sandığı kadar kolay olmamıştı. Babası birkaç iş bulmuştu, gitti denedi hepsini ama en fazla bir hafta dayanabildi. Hiçbir şeye yeteneğinin olmadığını fark etmiş olacaklar ki anne babası da artık kaygılanmaya başlamıştı. Askerden döneli neredeyse bir yıl olmuştu ve hâlâ eline doğru dürüst para geçmiyordu. Babasından harçlık istemek gurur kırıcıydı ama başka çaresi de yoktu.
– Geldin mi Ahmet?
– Evet, geldim. Ne var yemekte?
– Sana sürpriz yaptım, gel bak. Ama önce ellerini yıka, temizlen.
Mutfaktan güzel kokular gelirken banyoya yöneldi. Yine Mustafa geldi aklına. O eve girdiğinde Fatoş boynuna atılıyor muydu acaba? Çocuklar “baba, baba” diye muhtemelen ayaklarına sarılıyorlar, kucağa alınmak için yarışıyorlardı. Onlarla yerde güreşen Mustafa sonra mutfağa gidiyor ve karısının onun için pişirdiği en sevdiği yemekleri her akşam afiyetle yiyordu. Hayıflandı içinden. Birkaç yıla kadar bu sahneleri düşündüğünde kendisinin de böyle bir yuva kuracağını hayal eder, planlar yapardı. Asla eve elleri boş gitmeyecekti. Hem çocuklarına hem de karısına mutlaka bir şeyler alacaktı geçmiş hayallerinde.
En kötüsü de buydu: umutsuzluk. Her şeye karşı başlayan bir umutsuzluk. Dünyadaki en kötü şey bu olsa gerek. Umut olmadan niye yaşanır ki? Nasıl yaşanır ki?
Bu yüzden babası öldükten sonra istemeyerek de olsa kabul etmişti kasap dükkânındaki bu işi. Oysa o sokaktaki tüm köpekleri besler, kuzular için kurban bayramlarında günlerce gözyaşı dökerdi. Bırak et yemeyi, içinde küçücük bir kıyma parçası olan yemeği bile ağzına süremezken, bu yüzden askerde alay konusu olmuş, dışlanmış, aç kalmış bile olsa hiç vazgeçmemişti huyundan. Anlamadıkları bunu bünyesinin kabul etmediğiydi. Komutanı zorla yemeği yemesini emretmiş, korkudan 1 kaşık almış sabaha kadar kusmuştu. O zaman herkes durumun ciddiyetini anlayıp, uğraşmayı bırakmıştı.
Babası yoktu artık. Zaten zar zor evin masraflarına yeten emekli maaşı annesine ve ona yetmeyecekti. Hele evlenmek bu şartlarda imkansızdı. İlk bulduğu işte çalışmak zorunlu hâle gelmişti ki alt mahalledeki kasabın trafik kazası geçirdiği, sağ elini artık kullanamayacağı haberini Mustafa duymuş ve hemen Ahmet’i aramıştı. Bu iş arkadaşı için çok zordu biliyordu ama artık babası yoktu, annesi Ahmet’in haline çok üzülüyordu. “İşi yok, evlenemeyecek, ben ölünce ortalarda sefil perişan mı kalacak?” diye belli ki Mustafa’dan O’nu ikna etmesini istemişti. Ahmet yok dese de Mustafa Ahmet’in altından girdi, üstünden çıktı, ertesi gün zorla eve gelip tuttu kolundan kasaba götürdü. Ahmet parayı duyunca biraz ikna olur gibi oldu ama bir canlıyı kesme fikrini düşününce midesi bulanıyor, bayılacak gibi oldu kasap dükkânında. Hava almak için dışarı çıktığında Mustafa, kasaba muhtemelen durumunu anlatmış olacak ki adam hâlâ ondan vazgeçmemişti.
– İyi de, dedi, ben hayatımda bırak hayvan kesmeyi, bir parça et bile kesmedim. Nasıl yaparım bu işi?
– Sen bütün doktorlar insan ameliyat etmeyi anne karnında mı öğrendiler sanırsın evlat? Bu işi okulda görürler, sonra çıraklık yaparlar başka doktorların yanında. Sonra yapa yapa ustalaşırlar. Sen de öğrenirsin merak etme. Ben babamın ilk ineği öldürüşünü gördüğümde sıçrayan kandan korkup bir hafta uyumamıştım. Şimdi, pohhh, kaç inek kestim Allah bilir.
Aklının, mantığın almadığı bir işi para kazanmak için kabul etmişti. Kendini öyle kirlenmiş, ruhsuz, çaresiz hissediyordu ki, “Ölmek lazım.” dedi usulca. Mustafa döndü, suratına baktı, ne dediğini duymuş muydu acaba? Duysa tepki verirdi muhtemelen. Ciddiye almadı belki de.
Mustafa’nın dükkânının önünde ayrıldılar. “Yarın sabah 7’de dükkânı açacaksın unutma.” diye sıkıca tembih etti Ahmet’i. “Sabah uyanamazsın o saatte. Ben seni arar uyandırırım merak etme. Zor biliyorum senin için ama anneni düşün, kadın çok üzülüyor hâline. Hem sen de istiyorsun evlenmeyi. Parasız evlilik olmaz biliyorsun. Salih amcanın çoluğu çocuğu da yok dükkânı bırakacağı. Bu senin için bulunmaz nimet. İşini iyi yap adam seni oğlu gibi bakar. İşi bilmeyeni hiçbir yerde bu paraya almazlar, akıllı ol. Bu fırsatı iyi kullan.“
Konuşamıyordum. Sesim çıkmıyordu, benim için bu kadar uğraşan Mustafa’ya teşekkür bile edemiyordum. Ağzımı açınca yolun ortasında hıçkıra hıçkıra ağlayacağımı anlamış susmayı tercih etmiştim.
Döndüm, başladım yürümeye. Çaresizdim. Annem olmasa sokaklarda yatar, beş parasız kalmayı göze alır, gerekirse dilenirdim de bir canlıyı öldürmeye kıyamazdım. Ben kim oluyordum da can alacaktım? Ne farkı vardı insan öldürmekle bir inek öldürmenin? Can değil miydi onunki de? O da doğuruyordu, nefes alıyordu, koşuyordu, mutlu oluyor, üzülüyordu, hatta bir belgeselde görmüştüm ağlıyordu. Duyguları olmasa ağlayabilir miydi? Yavrusunu koruyordu kurttan görmüştüm bir kere. Anneydi o da, ya da birinin danası, oğlu, kızı, kuzusu. Annem de beni “kuzum” diye severdi küçükken. Okuldan gelince başımı dizlerine yaslardım. Başımı kaşırken “Kuzum bugün nasıldı okul? Akıllı kuzum benim, büyüyüp bana bakıcaksın di mi? Büyüyünce mühendis olcen, di mi? Yollar, köprüler yapcen, ben biliyorum.” derdi. “Nerden biliyon anne? Benden mühendis olmaz. Matematiğim çok kötü. Hoca bile sen bu matematiği öğrenemeyeksin, dedi bugün.” “ Yarın giderim ben o öğretmenin yanına. Benim akıllı kuzuma o öğretememiştir matematiği. Senin o güzel kafanın içinde neler var bilmiyor o kadın. Yarın konuşcem ben onla. Sen takma kafana kuzum. Çalış, oku adam ol. Mühendis oğlum var diye gururla dolaşayım şu mahallede.” Yıllar geçtikçe annem de o öğretmen kadın gibi düşünmeye başlamış olacak ki mühendis olacaksın dememeye başladı, sonra da babama “Liseyi bitirirse fakir doyuralım bey,” dediğini bile duydum bir gece.
Ben, annemin kuzusu, şimdi başka annelerin kuzularını kesecek, parçalayacak, derisini yüzecek, satacaktım. Bu işten para kazanıp, Mustafa’ya göre kasabın yıllar sonra patronu olacaktım. Öldürdüğüm canlar için ne kadar çok para kazanırsam o kadar güzel bir kızla evlenip, o kadar mutlu bir yuvam olacaktı. O canların paralarıyla ben kendime can alacaktım. Canıma bir can daha katıp kendi kuzularımı doğurtup büyütecektim. O kuzulara kimse kötülük yapmasın diye daha çok kuzu öldürüp daha çok para kazanacaktım ki benim kuzularım çok mutlu olsunlar, sağlıklı büyüsünler, rahat etsinler. Kimse onlara dokunmasın diye üstlerine titrerken, gündüz kasap dükkânında kuzu kesmeye devam edecektim. Onları kuşbaşı yaparken, kıyma makinasına atarken evdeki kuzularıma bu parayla yeni ayakkabı alıp onları nasıl da mutlu edeceğimi düşünecektim.
Yürürken deniz kıyısına kadar inmişim, martı sesleriyle uyandım düşüncelerden. Buraya kadar nasıl gelmiştim, yolları nasıl geçmiştim, ne kadardır yürüyorum hiç farkında değildim. Deniz dalgalı, hırçın, soğuk, iliklerime kadar hissediliyor, üstümde bilmem kaç yıllık mont, annemin ördüğü yeşilin tüm renklerini barındıran yün kaşkol, ellerimi cebime atıyorum bir kuruş yok ki bi sigara alıp tüttüreyim ya da bir çay içip içimi ısıtayım. Bir tarafta derin fakirlik, diğer tarafta tarifsiz suçluluk; daha öldürmediğim hayvanların sesleri kulaklarımda, beynim uğulduyor. Martı sesleri uzaklaştıkça kuzu sesleri artıyor denizin kıyısında.
Hiç kimse saf değildir artık. Saflık kimyada bir terim olarak kalmıştır. Herkes az ya da çok kirlenmiştir zaten, sorun farkında olup olmadıklarındadır. Meselemiz sanılanın aksine saf olmadığını bilenlerle değildir, kendini hâlâ saf sananlarladır. Çünkü bunlar değil midir kendi kirlerini görmemekle kalmayıp başkalarını kirli olmakla suçlayanlar sürekli? Bu şekilde aklandıklarını düşünürler ve bu kandırmacaya öyle inanmışlardır ki beyaz da farklıdır gözlerinde, kara da gerçekte o kadar kara değildir artık.
O ak olmadığını bilenlerdi, karaydı kapkara. İstemeden olmuştu ama olsun, yaşamda nedenlerden daha önemliydi sonuçlar. Bu kötülüğün ekmeğini başkasıyla asla paylaşmamaya o gün karar vermişti. O ekmekle mutlu olmayacaktı asla ve o ekmeği başkalarını mutlu etmek için de kullanmayacaktı. Kazandığı tüm parayı annesine veriyordu, epey parasının biriktiğini söylüyordu annesi sürekli. Umurunda değildi artık. Cebine soktu ellerini, hem sigarası hem de çay içecek parası vardı ama yüreği o günkü kadar saf değildi. Parası temizleyemezdi tüm kirlerini.
Merhaba,
Betimlemeleriniz ve karakterin düşünce yapısını güzel vermişsiniz. O eski mahalle havasını yeniden almamı sağladınız. Ne kadar özlediğimizi öykünüzü okuduktan sonra fark ettim. Biraz o günler olan özlemimle gözlerim dolmadı dersem yalan demiş olurum. Akıcılık bakımından çok güzeldi yalnız ben mühendislik konusunun olduğu paragrafı karışık buldum. Sanki ayrı satırlarda olsaydı okuma akışı bakımından daha mı iyi olurdu diye düşündüm çünkü oraya gelene kadar hiç takılmadan keyifle okudum öykünüzü. Genel olarak beğendim öyküyü bir insanın kendisinden hayat şartları yüzünden nasıl vazgeçmek zorunda kaldığını ve gittikçe nasıl kaybolduğunu güzel bir şekilde anlatmışsınız. Keşke sürprizin ne olduğunu da söyleseydiniz. Orası aklıma takıldı. Bilmek isterdim. Kaleminize sağlık.
Merhabalar
Öykünün atmosferini sevdim. Hayat koşullarının insanı istemediği işlere zorlaması gerçekten can sıkıcı bir durum. Karakterin ruh halini güzel yansıtmışsınız. Kimse kimsenin kalbindekileri göremediği için bu tür sıkıntıları yadırgıyor.