I
“İnsanların son sığınakları üzerinde daireler çizmek isteyen yeni, dev akbabalar türüyor sürekli ve onlara gümüş parıltılı kanatlar örmek için koşturuyor yorulmak bilmeyen demir örümcekler.”
Gustav Meyrink, “Dört Ay Kardeşi”
O gece ev neredeyse boştu. Bunu beklemiyordum. En azından izlemek isterler diye düşünmüştüm. Evin tek hizmetçisi doğurmak üzereydi ve bunu kendi başına yapacaktı. Acelesi yoktu. Kasılmaları başlayana kadar şöminenin karşısında uzanıp durdu. Gün batalı çok olmuştu. Evin dışındaki çorak arazi dolunayın dokunuşlarıyla ışıldıyordu. Fakat dolunay onca arzusuna rağmen evi aydınlatmakta başarısızdı. Hane bütün ışığı emiyor, dışarı bir makinenin buhar saçması gibi zifir saçıyordu. Ay ışığıyla zifirin buluştuğu noktada hava karıncalanıyordu. Bu filmi kimse sevmiyordu. Yine de dönüyordu.
Belki de bu karıncalanmaydı onları hedefe kilitleyen. Çok fazlaydılar. Bir değil, beş değil, yüzlerceydiler. Akbabalar. Evin çevresindeki ağaç leşlerinin, başsız kaktüslerin, ansızca çekilip vurularak delik deşik olmuş; üstünde ne yazdığı artık okunamayan masum tabelaların sahipleri. Evin çevresini saran yarı ölü toprak onlarındı. Ucu bucağı olmayan bir manzara.
Akbabalar arttıkça evin duvarları iyice zifire bulanıyordu. Daha karası artık mümkün değil diye düşünülürken duvarlar daha da kararıyordu. Bu kuşkusuz akbabaları mutsuz ediyordu. Ve ev karardıkça sanki biraz daha yerin dibine batıyordu. Evin her gün kararması kimin suçuydu bilmiyorum.
Ağlıyor! Bebek doğmuş olmalı. Evin zifirinin bir anlığına aralandığına yemin edebilirim. Birkaç akbabanın sevinçle tünedikleri dalı terk etmesi bu fikre olan inancımı pekiştiriyor. Zifir geri dönünce şüphe de başladığı yere dönüyor.
Hizmetçiye odaklanıyorum. Bebeğini kucağına almış. Kordonu kestikten sonra kendi boynuna dolamış. Terle sırılsıklam. Tombul bacaklarının arasından sicim gibi kan akıyor. Gözleri şömineden kapıya yöneliyor. Evin gerçek sahiplerinin geri döneceğini sezmiş olmalı. Bebek artık ağlamıyor. Bir akbaba pencerenin önünden geçerken gülüyor.
Karabasanlar eve geliyor.
Az önce gülen akbaba uzun namlulu bir silahla vurulmuşçasına bir an havada poz kesiyor, sonra çaresizce yere yapışıyor. Arkadaşları onun üstüne üşüşürken eve bu kadar yaklaşmanın hata olduğu bir kez daha hatırlatılıyor.
Karabasanlar eve geliyor.
II
“Gençliğimizden beri ölümcül hastalar gibiyiz, ölüm döşeğinde yatan ve parmaklarını huzursuzca yorganın üzerinde gezdirip neye tutunacaklarını bilemeyip sonunda şunu kavrayanlar gibiyiz: Ölüm odada duruyor, ellerimizi kavuşturmuşuz ya da yumruklarımızı sıkmışız, onun için ne fark eder?”
Gustav Meyrink, “Kardinal Napellus”
Eve gelişleri normal yoldan oldu. Zifiri kapıdan boy sırasına göre girdiler. Adımları aksaktı. Önce en kısa olan girdi, sonra diğerleri. Üç kardeştiler. Son giren kapıyı kapatmadan önce, biraz ateş etti. Dumanı tüten bir tüfekle içeri girdiği için kısa olan ona çirkin bir bakış attı. O ise tüten dumanı kısa olanın suratına üfleyip kapıyı çekti. Hepsinin ayakları çekimserdi. Bu gece ne olacağını biliyorlardı. Bilhassa bunu görmemek için dışarı çıkmışlardı. Gölge dolu bedenleri dünyaya gelişe şahit olmaktan çekiniyordu. Onların uzmanlık alanları daha çok dünyadan gidiş üstüneydi. Gidemeyiş de ilgilerini çekiyordu tamam ama geliş kesinlikle onların lügatında yoktu.
Olay nasıl oldu hiçbiri bilmiyordu. Hizmetçi kadın evin tek canlısıydı ve kendisini dölleyebilecek en yakın erkek kilometrelerce uzakta yaşıyordu. Allah aşkına, bu nasıl bir orospuluktu? Durduk yere, yapılacak iş değildi. Yine de yaşlı kadının içinden ne çıkacak görmek ve tatmak istemişlerdi. Ağlama sesi bu yüzden huzursuz etmişti onları.
Farklı bir şey bekliyorlardı. Kordon bağıyla kendisini asmış kadının çırpınmayı yeni kesmiş bacakları değil de, yalap şalap hazırlanmış kundağın içinde kaynayıp duran bebeğin sıradanlığı karabasanlara ağır gelmişti. Bebek ıslak, bebek ağlak, bebek buruş buruş, bebek taze ve mis kokulu. Asık annesinden bihaber.
En kısa olan karabasan hizmetçiyi kendini astığı yerden kurtarmaları için diğerlerine işaret etti. Kadın kendini asmasaydı bile kan kaybından ölürmüşçesine kanamıştı ev boyu. Bebek ağlamayı kestiğinde kısa olan karabasan onu kucağına aldı. Daha önce girdiği rüyalarda, saklandığı dolaplardan gözlediği yatak odalarında ve hastanelerde bundan bolca görmüştü. Ama şimdi onu ne yapacağına dair hiçbir fikri yoktu.
Ona süt vermeleri gerektiğini fark ettiğinde ölü anneyi dışarı atmaya hazırlanan kardeşlerini telaşla durdurdu.
Bebek üç gün üç gece ölü annesinin memelerinde kalan sütü içti (işte öyle iriydi memeler). Dördüncü gün karabasanları büyük bir kavga bekliyordu. Ölü bedende hiç süt kalmamıştı (ve ayrıca hizmetçi, kokmaya başlamıştı), artık bebeğin onlar gibi akbaba eti yemesi mümkündü. En azından bunu savunan iki karabasan vardı. Fakat en kısa olanı hâlâ onun için en doğrusunun gerçek dünyaya yaptıkları seferlerden getirebilecekleri süt ve mamalar olduğunu iddia ediyordu. Sonunda kararı bebeğe bıraktılar.
Yeni avlanmış bir akbaba yavrusunu haşlayıp minik dilimlere ayıran ortanca karabasan, elinde yenice ılıttığı içi süt dolu biberonun ağzının sıcaklığını kontrol eden kısa karabasana dil çıkartarak masadaki yerini aldı. Bebek için karar zamanıydı. Sütten bir yudum alan veled-i zina küçük ve salyalı ağzıyla kısa karabasanın suratına kustu. İyice neşelenen ortancanın haşlamasını ise büyük bir keyifle mideye indirdi.
Ve hızlı büyüdü.
III
“Hayat, korkunç, gaddar hayat ruhumuzu kuruttu, en derinimizdeki Ben’imizi çaldı; acımıza dayanamayıp sürekli haykırmamak, ne kaybettiğimizi unutmak için en çocuksu takıntıların peşine düşüyoruz… Sırf unutmak için.”
Gustav Meyrink, “Kardinal Napellus”
İlk akbaba haşlamasını sindireli daha iki ay bile olmamıştı. Ama bebek şimdiden büluğ çağında gösteriyordu. İki ayda bazı şeyler öğrenmişti:
– Akbaba çorbası, haşlamasına göre daha lezzetliydi.
– Bir akbaba, evine ne kadar yaklaşırsa onu vurmaya o kadar hakkın vardı.
– Yine de tek başına dışarı çıkmak o kadar da güvenli değildi.
– Kısa karabasandan korkutmayı, ortanca karabasandan avlanmayı, büyük karabasandansa iz sürmeyi öğrenmişti.
– Ayrıca evin her gün kararması tamamen zifir makinesiyle alakalıydı. Bunu ben de yeni öğreniyordum çünkü makinenin bahsi bile geçmiyordu gündelik hayatlarında. En uzun karabasan, iz sürmenin neden bu kadar önemli olduğunu anlatırken bahsetmişti bu makineden. İnsanlara yeterince korku yaşatamazlarsa biricik evleri zifirini kaybebilirdi. Zifiri kaybedilmiş bir ev, akbabalar için açık birer hedef haline gelmekti. Tüfek atışlarında usta olsalar da, yüzlerce akbaba durdurulması imkânsız bir güç demekti. Karabasanlar, akbaba sofralarının kuş sütüydü.
Kısa karabasan ona korkutmayı öğretirken makinenin bahsi yine geçmişti. Ve ortanca karabasan… en çok o anlatmıştı makineyi. Hepsi gurur duyuyordu bodrumda uğuldayıp duran makineden. Hattâ beraber aşağı inip göstermişti devasa aleti çocuğa, göğsü şişmiş anlatırken ortancanın. Sallana sallana çalışan, her korku kırıntısıyla beslenip büyüyen, büyüdükçe evi çekirdeğe biraz daha yaklaştıran, yaklaştırdıkça da zifirine zifir katan bu makinenin çocukta deli gibi bir hayranlık uyandırdığı kesindi.
Zifir makinesinin daha çok çalıştığını görmek için derslerine iyi hazırlanıyordu. Her gece başka bir karabasanla dışarı çıkıyor, günün görevini şiddetle yerine getirene kadar eve dönmüyordu. Eve döndüğünde püskürttüğü buharla gittikçe büyüyen dev makineyi seyrediyor, bazen yemek yemeyi bile unutuyordu.
Aksak karabasanlar onun bu halinden memnundu. Ona alışmışlardı. Sevgi nedir bilseler, çocuğu neredeyse seveceklerdi. Belki zamanları olsa öğrenirlerdi de.
Yoktu.
IV
“… o cesetten farksız. Elinde ruhunu tutuyor da, onu için için yanan bir lamba sanıyor.”
Gustav Meyrink, “Dört Ay Kardeşi”
Çocuk tek başına zifir makinesini izliyordu. Aletin çamaşır makinesine benzeyen onlarca haznesi vardı. Tepesindeki devasa bacalar evin temellerine ve duvarlarına yöneliyordu. Makine yer yer fazlaca çalkalanıp dışarı yıllar öncesinden kalma bir kemik tükürüyordu (ya da kafatası, uzuv, çerçöp…). Bazı şeyleri tamamen öğütüp zifrederken bazı şeyleri de olduğu gibi çıkartıyordu. Çocuğun suratına kamçı gibi inen bir kablo da, olduğu gibi çıkarttıkları, kapsamında değerlendirilmekteydi. Çocuk kablonun derimsi yüzeyinden rahatsız olmuştu. Yüzüne yapışan kabloyu çektiğinde ucunda sallanan zifir bir bilet fark etti.
Okuma yazma bilmese de anlamıştı. Bu bilet onu başka yerlere götürecekti. Daha normal yerlere. Üstelik bir otobüsle, evet. Bunu da anlamıştı. Otobüsün yaklaşmakta olduğunu da fark etmişti. Bileti eline aldığı andan itibaren on saatten az zamanı kalmıştı. Normal yerler, diye düşünüyordu… İç sesini saçma bulmuştu sonra. Normal olan asıl burasıydı, dışarıyı başka bir gözle hiç görmemişti ki?
İçeri giren uzun karabasanı fark edince bileti cebine sokuşturdu. Dolunayın izini sürmeye gideceklerdi, ona söz vermişti. Geceleri, bu kadar çok aydınlatması artık güçlerine gitmeye başlamıştı. Zifir sistemleri dolunaylı gecelerde çok yoruluyor, yer yer minik gedikler veriyordu.
Zifirde gedik açılması demek; davetsiz onlarca akbabanın hadsiz misafirliği demekti. Karabasanlar da uyurdu. Ve uyurken tüfek kullanamazdınız.
* * *
Dolunaya yolculukları keyifli geçiyordu. Uzun karabasan daha önceki seyahatlerini anlatıp çocuğu güldürüyordu. Üstelik yolun bir kısmını karabasan hızında almışlardı. Akbabaların hüküm alanından çıktıkları andaysa yürüyüş moduna geçmişlerdi. Karabasan hızıyla yüzlerce kilometreyi bir saniyede alabilirdiniz. Bu da gündelik hayatta biraz aksamanıza sebep olurdu. Fakat bunu umursayan bir karabasana henüz rastlamadım.
Uzun karabasan en iyi izin yürürken sürüldüğünden bahsediyordu şimdi de. Ama çocuğun aklı çoktan aydan ve izlerden uzaklara gitmişti. Cebinde ısınıp duran bileti düşünüyordu. Gelen otobüse binmek yüreğinin bir tarafında ihanet olarak anlamlanıyordu. Diğer tarafıysa tek şans diyordu. Bu bilet bir daha eline geçmez. Ömrün boyunca zifir makinesini besleyip akbaba avlarsın. Rüyalara girer, çocuk ağlatırsın. Kendi yaşındaki çocukları bile ağlatırsın. Hattâ en çok onları ağlatırsın. Rüyaların getirdiği sınırsız özgürlüklerden faydalanır, şeker kavanozunda takla atan patlıcan olursun. Kavanoz kırılır. Girdiğin rüya sallanır ve yıkılır. Sağ üst köşede topladığın zifir puanlarını görmen mümkündür. Fazla uzaklaşmazsın, komşunun çocuğu da mahrum kalmasın, dersin. O aptalı bir zeplin turunda halatla aşağı sarkıtıp timsahlı bataklıklardan teğet geçirirsin. Sallandırdığın halat inceldikçe doyduğunu hissedersin. Sonraki şovun için aklın başından gider. Fırıl fırıl çalışan zifir makinesini hatırladıkça keyiflenirsin. Gece hiç bitmesin, bitmesin dersin.
Gece bitse de üzülmezsin. Dünyanın bir tarafı hep gecedir zaten. Karabasan hızı her şeye kâfidir. Ama işte hepsinden vazgeçersin. Bu biletin ederini bile bilmeden üstelik.
Vaz mı geçersin?
Geçersin.
Bilinmezlik hepsinden ağır gelmiştir. Uzun karabasan o sırada sana dünyanın geri kalanını değil ama, bütün kraterleriyle dolunayı vadetmişti. Neredeyse duymadın bile.
“İşte şu kapının ardı da aydır,” demişti uzun. Çocuğun kulağı yaklaşan motor sesindeydi. Karabasan sessizliği heyecana vurdu. Sonuçta ay ile aralarında yalnızca bir kapı vardı. Semaya doğru açılan, menteşeleri boşlukta duran, kapı gibi bir kapıydı bu. Beş basamaklı bir merdivenle çıkıyordunuz. Açarken biraz iki büklüm olmanız gerekiyordu ama arkası aydı işte. Değmez miydi? Uzun karabasan şimdi de oraya gittiklerinde onları nasıl da azarlayacağından bahsediyordu. Tüfeği omzundaydı. Gerekirse hiç çekinmez vururdu. Ayı vurmak istemiyordu ama güneşten aldığı enerjiye de başlatmasındı şimdi. Yetmişti bu kadar parladığı.
Otobüs iyice büyüyerek yaklaşıyordu. Ardında bıraktığı toz bulutu kahve falı bakmaya müsaitti. Kimse bulutları balinalara ya da sahipsiz kadınlara benzetmedi. O yaklaştıkça çocuğun yüreği parladı. Artık anlamıştı. Bu otobüse binmesi evi ışıl ışıl yapacaktı. Nedendi bilmiyordu. Ama bu biletin pahası buydu.
Zifir pahasına dünya turu. Ya da zifir pahasına yuvaya ihanet. Aya, babalarına, kutsal makinesine, rüyalara ve kâbuslara. Aslında yüzüne çarpan kordonu ilk hissettiğinde fark etmişti bu biletin pahasını. İtiraf etmesi sayfalar almıştı. Anne?
Otobüs durmak üzere frenlerken karabasan da nihayet aracı fark etmişti. Kendisini kaptırdığı söylevden kurtarıp tüfeğine davrandı. Ne olduğunu pek de anlamamıştı. Çocuğu arkasına aldı, birkaç adım geri gitmesini söyledi.
Frenlere rağmen hâlâ üstlerine gelen otobüse doğrulttuğu tüfeği acımadan işletti. Tüfek işleyince otobüsün şoförü biraz telaşlandı ve karabasana çarptı. İşleyen tüfeğin mermisi otobüsün ön camını delip arka camından çıktı.
Kimse zarar görmedi. Karabasan hariç. Çarpmanın etkisiyle geriye doğru savruldu. Araç çocuğun burnunun dibinde duruverdi. Şoförle gelinen göz gözenin heyecanını yaşadı çocuk. Otobüse binmek üzere ilk adımını attı. Karabasan savrulduğu yerden kalkmaya çalışıyordu.
Gördüklerine inanamayıp geri yıkıldı. Çocuk otobüse bindiğinde karabasan hâlâ ona bakıyordu. Yerden kalksa da gidecek bir yeri olmadığını işte o an hissetmişti. Uzun, zift kolları iki yana düştü. Dudağı sarktı ve dili dişlerinin arasında kayboldu.
Uzaklarda devasa bir ışıltı patlayarak göğe doğru yükseldi. Sonra rüzgâr hiç acımadan kanat seslerini getirdi bu yakaya. İçinde gülüş tıkırtıları da vardı.
Otobüs hareket etti. İçinde iki aylık bir çocuğun zifir pahasına gidişi vardı. Dönüşü yoktu.
SON
- Rüya Prensesi Amca’nın On Ölüm Şarkısı - 15 Haziran 2018
- Kanguru Zamanıyla Bir ya da İki Zıp - 15 Haziran 2017
- Beşler Bom! - 15 Haziran 2016
- Gedikli Girdapları Kokusuz Plaklarla Besledim - 15 Ekim 2015
- Nefis Bir Uğultu - 15 Haziran 2015
Çok eğlenceli ve akiciydi, begendim, teşekkürler.