Jandarma komutanı, dağın başındaki evlere yaklaştıkça gerildiğini hissetti. Burayı sevmiyordu. Yavuz Tatar’ı kızdırmamak için tek bir araba ve yalnızca üç erle gelmişti. Normalde, yolun iki yanında bekleyen silahlı adamların tamamını tutuklaması gerekirdi ama militanın mahallesinde buna kalkışmak aptallık olurdu. İşini halledip oradan kaçmak istiyordu sadece.
Silahlı adamlardan biri durmalarını işaret etti. Şoför durdu, komutan camını indirdi. “Hayırlı görevler,” dedi aynı adam yaklaşıp. Komutan teşekkür gibi bir şey mırıldandı. “Niye geldiniz,” diye sordu karşısındaki sertçe.
“Albayla görüşmemiz gerekiyor.”
“Bekleyin burada. Tanrı bizimledir.”
Hava sıcaktı. Üniformasının içinde bunalmıştı komutan. Sıkıntıyla bekledi izin gelmesini. Birkaç dakika sonra tüfeği sırtında asılı biri motorla gelip peşinden sürmelerini işaret etti. Evlerin arasından geçtiler. Mahallede herkes huzurlu görünüyordu. Çocuklar özgürce sokakta oynuyor, komşular kapılarının önlerine koydukları masaların çevresinde muhabbet ediyordu. Neredeyse tüm balkonlardan mavi-yeşil Göktürk bayrağı sarkıyor, her köşe başında “Tanrı bizimledir.” Yazıyordu.
Yavuz Tatar’ın evi bahçesi büyük, gösterişli bir villaydı. Mahallenin kalanından fazla silahlı adam bekliyordu bahçenin girişinde. Motorcunun işaretiyle kapı açıldı, jandarmalar arabayı içeri park ettiler. Komutan, erlere oradan ayrılmamalarını söyledi ve motorcunun peşinden albayın kahvesini yudumladığı havuz başına yürüdü.
Yavuz Tatar, iri yarı bir ihtiyardı. Güneş gözlükleri gözünden eksik olmazdı. Bunun doğuda görev yaptığı zamanlardan kalma bir alışkanlık olduğunu duymuştu komutan. Kardan yansıyan güneş ışığıyla ilgili bir şeydi.
“Hayırlı görevler,” dedi albay. Değil ayağa kalkmak, başını çevirmeye bile tenezzül etmemişti.
“Sağ olun albayım,” diye karşılık verdi komutan. Yavuz Tatar’ın yıllar önce emekli olduğunu bilmesine rağmen ondan çekiniyordu. “Sizin gençler motorlarıyla biraz gürültü çıkarmış kasabada, insanlar rahatsız olmuş.”
“Chopper ses çıkarır delikanlı. Bilmiyor musun?”
“Haklısınız albayım fakat kanuni olarak bir desibel sınırı var.”
“Kanuni olarak demek. Bana kanunları mı öğretiyorsun?”
“Estağfurullah, beni yanlış anladınız. Tabii ki size kanunları öğretmek haddime değil.”
“Benim doksanlarda güneydoğuda yaptıklarımı sana anlatan olmadı mı delikanlı?”
“Tabii ki biliyorum, albayım. Hizmetleriniz için minnettarız ama…”
“Hizmetleriniz için minnettarız, dedikten sonra ‘ama’ gelmez. Askeriyede terbiye vermediler mi sana? Sizinle aramızda bir anlaşma var komutan. Bütün milita benim evladımdır. Evlatlarıma dokunmayacaksın. Kanun diyorsun. Devlet olmayan yerde kanun mu olur? Bu devlet çoktan çürüdü. Yakında dağılacak. Sonra birilerinin Türk milletini koruması gerekecek. O zaman militaya muhtaç olacaksınız. Birbirimizi üzmeyelim. Anladın mı delikanlı? Kapiş?”
“Anladım efendim.”
“O zaman gidebilirsin. Tanrı bizimledir.”
Komutan, bu azarı üstlerine anlatırken nasıl yumuşatabileceğini düşünerek oradan ayrıldı. Bu sırada sessizce iki askerin konuşmasını dinleyen biri vardı. Albayın birkaç adım gerisinde ayakta bekleyen oğlan, Yavuz’un torunu Metehan Tatar’dı.
On dokuz yaşındaki Metehan, albayın kararıyla ebeveynlerini hiçbir zaman tanıyamamıştı. Çocuğun babasının zayıf bir adam olduğunu söylüyordu Yavuz Tatar. Bu yüzden oğlunu, tek evladını militadan sürüp torununu gerçek bir erkek gibi yetiştirmeye çalışmıştı. Kendi standartlarına göre pek başarılı olduğu söylenemezdi. Babasına çekmişti oğlan. Uysal, içine kapanık bir yapısı vardı. Kavgacı değildi. Sorunlarını konuşarak çözer ya da oradan koşarak uzaklaşırdı. Militadaki her genç erkeğin aksine motor sürmekten bile hoşlanmıyordu.
Jandarma komutanı gittikten sonra albay, torununa yaklaşmasını işaret etti. Ona bakmadan, elinin tersiyle yapmıştı bunu. Metehan yaklaştı. “Buyurun dedeciğim.”
“Jandarmaya neden bir şey söylemedin?”
“Sizin varken konuşmak bana düşmez.”
“Padişah varken ülkeyi kurtarmak da Mustafa Kemal’e düşmezdi ama kurtardı. Sen Türk gencisin, çocuk. Delifişek olacaksın. Bizim gençlerden biri olsa ağzını açar açmaz komutanın üstüne yürürdü.”
“İyi de dedeciğim söylediğiniz disiplinsizlik ideallerinizle uyumlu mu? O şekilde muvaffak olamazsınız ki…”
“Önemli olan kazanmak değil, savaşmak. Enver Paşa girdiği hangi savaşı kazanmış? Yine de ölene kadar davası için mücadele etmiş. İktidara isyan etmiş, iktidarı ele geçirmiş. Her kaybettiği savaştan sonra kaçıp yeni bir savaş başlatmış. Tekrar isyan etmiş. Sonunda da kendi isteğiyle mitralyözün üstüne koşup şehadete ermiş. Ruhu uçmağa varsın. Benim dedem İttihatçı yaşadı, İttihatçı öldü çocuk. İttihatçılık kural tanımamak, doğru bildiğini yapmaktır.”
“Bir dahaki sefere dediğiniz gibi yaparım.”
“Dediğim gibi değil, bildiğin gibi yap! Heyecan duy biraz. Türk gencisin sen! Dahası benim tek torunum ve varisimsin. Militadaki herhangi bir erkek senin yerinde olmak için canını verirdi. Bizim atalarımız Orta Asya’da at sırtında laf mı dinlerdi sanıyorsun. Türk tarihi darbeyle başlar. Mete Han’ın, babası Teoman’ın Çin’e yaltaklandığını fark edip iktidarı ele geçirmesiyle başlar. Bizim töremizde hakanlar çarpışır, güçlü olan kazanır. Güçlü olan hükmeder.”
Dedesinin anlattıkları Metehan’ın içini bunaltıyordu. Orada dikilmekten sıkılmıştı. Sağa sola bakındı. “Üniversite…” diye mırıldandı sonra.
“Ne diyorsun? Gür bir sesle söyle.”
“Şu üniversite meselesini tekrar görüşecektik.”
“Oğlum liseyi bitirdin o sana yeter şimdilik. Nasıl olsa sen mezun olamadan iç savaş çıkacak. Muvaffak olduğumuzda kuracağımız üniversitelerden istediğinde tahsil görürsün.”
Ben kendimi bildim bileli ‘iç savaş çıkacak’ masalını okuyor, diye düşündü Metehan. Tabii bunu dillendirmeye cesaret edemedi. “Biraz kasabaya inip dolaşabilir miyim?” diye sordu onun yerine.
“Git,” dedi albay. “Ama orada süt çocuğu gibi davranıp bizi rezil etme. Tanrı bizimledir.”
Metehan odasına çıkıp kamuflajlı paraşüt pantolonuyla haki bir tişört giydi ve güneş gözlüklerini taktı. Kıyafetlerine ve saçına bakan herhangi biri militadan olduğunu anlayabilirdi. Genç adam bundan çok memnun olmasa da başka türlü giyinmeyi bilmiyordu.
Yürüyerek mahalleden geçerken albayın fedailerinden biri motorla yaklaşıp nereye gittiğini sordu, sonra da onu kasabaya kadar bırakmayı teklif etti. Metehan adamın arkasına bindi. “Dedene söyle de sana güzel bir motor alsın,” dedi militan yolda. “Yakışıklı çocuksun, kızlar sana hasta olur.”
“Tamam, söylerim.” dedi Metehan. Dedesinin takipçileriyle tartışmanın anlamı yoktu.
Kasabaya geldiklerinde teşekkür edip motordan indi genç adam. Amaçsızca ortalıkta dolaşmaya başladı. Yorulunca gördüğü ilk mekâna oturdu, kahve söyledi. Beklerken telefonundan sosyal medyada gezindi. Anasayfası tabanca-tüfek resimleriyle doluydu. Mahalle arkadaşları her gün silahlarını paylaşmasalar ölürdü sanki.
Garson, masasına yaklaşınca kahvesinin geldiğini düşündü ama adamın elinde bardak falan yoktu. “Ben Americano söylemiştim,” dedi çekingen bir sesle.
“Üzgünüm, bugün çok yoğunuz.” dedi garson. “Maalesef size servis yapamayacağız.”
Metehan etrafa bakındı, yalnızca birkaç masa doluydu. Zaten kasabadaki bir kafe ne kadar yoğun olabilirdi ki? “Yanlış yapıyorsunuz…” gibi bir şeyler mırıldandı ama garsonun suratındaki kararlı ifadeyi görünce susup ayağa kalktı.
Herkes ona bakıyormuş gibi hissediyordu, belki gerçekten de herkes ona bakıyordu. Fısıldaşmalar arasında milita ve albay kelimelerini duyduğuna emindi. Tam kapıdan çıkacakken kendisinden birkaç yaş küçük bir oğlan kolunu yakaladı. “Dur biraz. Sen Yavuz Tatar’ın torunusun değil mi?”
Metehan, çocuğun o ana kadar kafede arkadaşlarıyla muhabbet edip eğlendiğini görmüştü. Özenmişti onlara. Kendisi ne militadakilerin ne de kasabalıların yanında rahat hissedebiliyordu. “Evet,” dedi. Kasabalı oğlan, Metehan’ın yanağına sağlam bir tokat indirdi. Öyle ki genç adam birkaç saniyeliğine yıldızları gördü.
“Senin dedenin adamları benim ağabeyimin bacağını kırdı.”
Metehan, onun geçen günkü halı saha maçından sonra çıkan arbededen bahsettiğini anlayıp “Sakin ol,” dedi. “Ben onlar gibi değilim. Orada bile değilim.”
Kasabalı bir tokat daha indirdi. “Sen onların şehzadesi değil misin?”
Metehan inledi. Burnu kanıyormuş gibi hissetti. Kafeden çıkmak için bir adım attı. Çocuk üstüne yürümeye devam ediyordu. “Bırak gideyim,” dedi albayın torunu.
“Arkadaşların ağabeyimi bırakmadılar ama…”
Kasabalı genç yeniden kolunu kaldırmıştı. Ne olduysa o an oldu. Metehan, içinde uyuyan bir şeyin uyandığını hissetti. Çocuğun elini yakalayıp sertçe çevirdi. Bileği fena incinen oğlan feryat etti. Arkadaşları masadan fırlayıp Metehan’ın etrafını sarmaya çalıştılar.
Metehan koştu. Canını kurtarmak için oradan kaçtı. Kasabanın delikanlıları peşindeydi. Gençler, sokakta birkaç militan görünce albayın torununu kovalamayı bıraktılar. Metehan da onlar tarafından hızlıca dedesine götürüldü.
Olayı dinleyen Yavuz Tatar kaşlarını çattı. “Palenin biri sana iki şamar patlattı, sen de oradan kaçtın öyle mi? Ellerin armut mu topluyordu?”
“Neredeyse bileğini kırıyordum çocuğun.”
“En azından onu becerseydin. Veya bir ıslık çalsaydın da kardeşlerin yanında bitseydi. Benim torunuma tokat atılan yerde ne olması lazım biliyor musun? O kahvede taş üstünde taş kalmaması lazım.”
“Kafe.”
“Ne dedin?”
“Kahve değil, kafe.”
“Yani?”
“Şiddetten hoşlanmıyorum tamam mı? O çocuğa zarar vermek istemedim. Keşke bir tokat daha yiyip oradan kaçabilseydim. Sanki ellerim benden bağımsız hareket etti. Beni etkiliyorsun tamam mı? Beni kendine benzetmeye çalışıyorsun ve bundan memnun değilim.”
Yavuz’un tek kaşı havaya kalktı. “Öyle mi? Kime benzeyecekmişsin peki?”
“Bilmiyorum. Babama, belki. Senin yüzünden onu hiç görmedim ama duyduğum kadarıyla senin burada yetiştirmeye çalıştığın hayvanlar gibi değilmiş.”
“Kardeşlerine saygısızlık etme. Bugün seni onlar kurtarmadı mı?”
“İstemiyorum. Barbar kardeşliğinizin bir parçası olmak istemiyorum. Ben sen değilim Yavuz Tatar. Ben Metehan’ım. Ben kendimim.”
Genç adam, son kelimelerini bağırarak söylediğini fark etti şaşkınlıkla. Daha önce dedesiyle hiç bu şekilde konuşmamıştı. Sanki öfkesi yıllarca birikmiş ve onu başka bir şeye dönüştürmeye başlamıştı. Arkasını dönüp ayaklarını yere çarpa çarpa odasına koştu.
Albay, torunun gidişini gülümseyerek seyretti. Sonunda senin de içinden bir Tatar çıktı, diye düşünüyordu.
Metehan kapısını kilitledi. Nefesi düzene girene kadar soluk alıp verdi. Bağdaş kurup yatağına oturdu. Bu ben değilim, diye düşündü. Ben başka bir şeye dönüşüyorum. Bir canavara. Hayır, Yavuz Tatar gibi bir ejderhaya. Gözlerinde yıldırımlar çakan, ağzından alev üfleyen gerçek bir ejdere.
Uzandı, ejderhanın uzaklaştığını düşledi. Kanatlarını açmış, başka yerlere giden görkemli bir ejderha… Aslında bu yaratığın çekici bir yanı da vardı. Gücü, yenilmezliği… Yavuz Tatar’ın hayranlık uyandıran bir tarafı vardı. Kıyamet kopsa ayakta kalabilecek biriydi o, zaten yıllardır o kıyametin kopmasına hazırlanıyor, hatta o kıyameti özlemle bekliyordu. Yavuz Tatar ölü bir dünyaya hükmedip onu diriltmek, parçalandıktan sonra Türkiye’yi birleştirmek istiyordu. Yavuz Tatar bir ejderhaydı, Metehan da o ejderhaya dönüşüyordu. Ve ejderhaları sevmekten korkuyordu.
Özüne dönen Metehan, kasabalı delikanlıyı düşündü. Oğlanın sevimli bir yüzü vardı. Metehan, onun arkadaşlarıyla muhabbet etmesine kulak misafiri olmuştu. Normalde tatlı tatlı konuşuyordu. Herhalde ağabeyini çok seviyor, diye düşündü albayın torunu. Öfkeli olması normal. Kendisine saldırmasına rağmen ona zarar verdiği için üzüldü.
Metehan, kasabalıyı düşünürken bir elinin kasıklarına gittiğini fark etti. Utandı. Hemen ayağa kalkıp kendine gelmeye çalıştı. Kapısının tıklatıldığını duyunca korkuyla havaya sıçradı. Sanki biri onu görmüştü.
Koşup kapıyı açtı. Yavuz Tatar karşısındaydı. Emekli albayın bir şey söylemesine fırsat vermeden “Demin söylediklerim için özür dilerim dedeciğim,” dedi. “Bana ne oldu bilmiyorum. Hâlâ olayın etkisindeyim herhalde. Benim için yaptıklarınızdan dolayı minnettarım. Tanrı bizimledir. Müsaadenizle acilen tuvalete gitmeliyim.”
Lavaboya doğru koşarken dedesinin “Estağfurullah oğlum,” dediğini duydu. “Ben yalnızca senin iyiliğini-”
Metehan kapıyı kapatıp suratına su çarptı. Dedesinin gitmesini bekledikten sonra sessiz adımlarla usulca odasına döndü.
Gece rüyasında mahallenin alevler içinde kaldığını gördü. Nedense o an büyüdüğü yer için herhangi bir üzüntü duymadı.
Sonraki birkaç gün sakin geçti. Metehan evden pek çıkmadı, kitap okuyup bilgisayarında oyun oynadı. Dışarı çıktığı nadir zamanlardaysa mahalleden ayrılmadı.
Sonunda cesaretini toplayıp kasabaya indiğinde gözü sürekli ona tokat atan delikanlıyı arıyordu. Adını bile bilmediği çocuğu bulsa ne yapacağından emin değildi. Özür mü dileyecekti? Canını mı yakacaktı?
Kasabalılar Metehan’ı gördükçe yollarını değiştirdiler. Belli ki dedesi veya askerleri birkaç kişinin kulağını çekmişti.
Mahalleye döndüğünde bir sürprizle karşılaştı. Dedesi ona, çoğu militanınkini ikiye katlayacak güçte bir motor almıştı. Yaşlı adam ara gaz verdiğinde öyle bir gürültü çıktı ki kasabadan bile duyuldu. “Bizim töremiz at, avrat, pusat.” dedi albay. “Anladık pusat istemiyorsun ama atsız savaşçı olmaz. E avradı da yakında buluruz.” Dünyanın en komik esprisini yapmış gibi kahkaha attı. “Çok meraklısın kasabaya gidip gelmeye. Her seferinde oraya kadar yürümene gönlüm müsaade etmedi. Tekerine taş değmesin. Tanrımıza hamdolsun!”
Ne diyeceğini bilemeyen Metehan, yemek duasındalarmış gibi “Milletimiz var olsun,” dedi. “Teşekkürler dedeciğim. Benim ehliyetim buna yetmiyor galiba.”
“Oğlum hep ne diyorum size? Delifişek olun, lüzum ederse ben arkanızı toplarım. Sen dert etme, buralarda gez dolaş bakalım.”
Metehan motorları fazla gürültülü ve yağlı buluyordu. Ne zaman bir motora yaklaşsa bacağını yakmıştı. Mahalledeki herkes gibi, sürmeyi öğrenmişti. Fakat motor sürerken huzursuz oluyor, tehlikede ve düşecekmiş gibi hissediyordu.
Yavuz Tatar’ı kırmamak için motora atlayıp mahallenin etrafında bir tur attı. Egzozdan çıkan ses nedense bu sefer iyi, güçlü hissettirmişti. Bir ejderha kükrüyordu sanki. Apış arasında bir canavar yatıyordu. Ona tokat atan çocuğu hatırladı. Onun kemiklerini kırmak istiyordu. Ondan özür dilemek istiyordu. Utanıyordu. Kanatlanıp uçmak istiyordu. Kürek kemiklerinde bir batma hissetti. Gerçekten de kanatları çıkıyordu.
Metehan Tatar, bunları düşünürken istemeden hızlandı. Gerçekten bir canavar vardı altında. Uçmasını sağlıyordu. Hız göstergesi deli gibi ilerliyordu. Sanki bunca zaman boşuna korkmuştu. Kaza yapacağı falan yoktu. Yok muydu? Kaza düşüncesi bıçak gibi saplandı beynine. Yavaşladı, yavaşladı, yavaşladı. Mahallenin girişinde bekleyen dedesinin yanına dönünce, azılı motorculardan öğrendiği şekilde geri geri park etti, sarhoş gibi yalpalayarak yürümeye başladı. Hızdan sarhoş olmuştu.
Dede-torun birlikte villaya döndüler. Metehan sonraki birkaç gün yine evden çıkmadı. Ne uyanıkken ne de rüyalarında peşini bırakmayan üç imge vardı. Kasabalı çocuk, motor ve ejderha.
Kendini hazır hissettiğinde motora atladı. İyi gelmişti. Hız yapmanın meditatif bir yanı vardı. Yoldan başka şey düşünmemek zihnini rahatlattı.
Tekerleri Metehan’ı kasabaya götürdü. Genç adam motoru kafenin önüne çekti. Önceki seferle aynı masaya geçti. Garson gelip “Affedersiniz, müşterilerimiz-” dediğinde adamı boynundan yakalayıp aşağı çekti.
“Hemen bana bir americano getir.”
“T-t-t-tabi efendim, hemen.”
Metehan, kahvesini beklerken bir özçekim yapıp sosyal medyada paylaştı. Ellerinin üstü kaşınıyordu. Epey sertçe kaşıdı. Derisi dökülüyordu. Pul pul olmuştu. Hatta bu pullar kollarında da devam ediyordu.
Garson kahveyi masaya bırakıp hemen uzaklaşmaya niyetlendi. Albayın torunu onu durdurdu. “Geçen gün bana tokat atan çocuğun adı ne?”
“Bilmiyorum.”
Göz göze geldiler. Garson, Metehan’ın gözbebeklerini değişmiş buldu. Derin, simsiyah görünüyorlardı. “Yalan söyleme,” dedi albayın torunu.
“Hasan. Şu köşedeki bakkalın oğlu.”
Metehan gülümsedi. Dedesi gibi bir el hareketi yapıp garsona uzaklaşmasını işaret etti. Huzur içinde americanosunu yudumladı. Kahvesi bitince hesabı ödedi. Bakkal sokağın sonundaydı, genç adam yine de motoruna atlayıp çıkarabildiği kadar ses çıkardı. Öyle yeri göğü inletti ki kasabalılar kapılarının önüne çıktılar.
Dışarı çıkanlardan biri de Ahmet’ti. Metehan, motorundan atlayıp ona yaklaştı. Oğlanın bileğinin sargıda olduğunu görünce üzüldü. “Özür dilemek için geldim,” dedi.
“Elimi kırdıktan sonra ne cesaretle?!” diye bağırdı bakkalın oğlu.
“Gerçekten, üzgünüm.”
Ahmet, sağlam eliyle Metehan’a vurmaya çalıştı. Albayın torunu, kendisinden beklemediği bir hız ve çeviklikle kaçtı darbeden. Ahmet üzerine yürüyünce onu ittirdi. Kasabalı oğlan acıyla çığlık attı. Metehan’ın dokunduğu yer boydan boya kesilmişti.
Metehan, ellerine baktığında sivri pençeler gördü. Derisinin yerinde sert, koyu yeşil pullar vardı. Şaşkınlıkla ne olduğunu anlamaya çalışırken kafasına darbe yiyip yere devrildi. Kasabanın delikanlıları çevresini sarmış, onu tekmeliyorlardı.
“Durun!” diye inledi. Burun deliklerinden kara dumanlar yükselmişti. “Ben sizinle arkadaş olmak istiyorum.”
Kendisini dövenlerden birinin “Biz seni istemiyoruz!” diye bağırdığını duydu. “Pis militan!” diye haykırdı bir öbürü.
“Durun!” dedi Metehan yeniden. Gençler durmayacaktı. Albayın torunu, pençesini rastgele birinin bacağına sapladı. Fışkıran kan suratını kızıla boyadı. Zar zor ayağa kalkabildiğinde kasabalı gençler vurmaya devam ediyordu. Şiddete gerek yok, diye düşündü. Bunu istemiyorum.
Metehan, pençelerini yüzüne siper etmiş, darbe almamaya çalışıyordu. “Durun!” dedi son defa. Sonra, artık bir insanınkine benzemeyen sivri dişlerini en yakınındakinin suratına geçirdi. Bakkalın oğluna denk gelmişti. Ahmet, patlamış gözleri ve bir et parçasına dönmüş suratıyla yere yığıldı.
Korkup birkaç adım geri çekildi kasabalılar. Metehan fırsattan istifade motoruna dönüp mahallesinin yolunu tuttu.
Torununu kanlar içinde gören albay, “Ne oldu?!” diye sordu şaşkınlıkla.
“Korkma, benim kanım değil. Birkaç kasabalıyla takıştık.”
“Ne yaptın sen oğlum?”
“Beni ne için yetiştirdiysen onu yaptım. Şimdi yeterince erkek oldum mu dedeciğim?”
Yavuz Tatar, çenesini kaşıyarak düşünürken dışarıda siren sesleri duyuldu. “Sayın albayım lütfen derhal torununuzu teslim edin!” diye seslendi jandarma komutanı megafondan. “Kasabada bir genci hastanelik etmiş ve bir çocuk öldürmüş.”
“Doğru mu bu?” diye sordu ihtiyar sessizce.
Metehan başıyla onayladı. Öncesine göre iri yarı görünüyordu. Bütün teni yeşilimsi bir renk almıştı. Kürek kemikleri çatlamış gibi sızlıyordu. İkisi birlikte bahçeye çıktılar.
“Lütfen silahlarınızı indirin!” diyordu komutan, karşısında dikilen militanlara.
Emekli albay, “Metehan benim kanım!” diye bağırdı. “Militanın, davamızın geleceği. Onu almak için cesedimi çiğnemeniz lazım!”
Bütün silahlı adamlar aynı anda “Tanrı bizimledir!” diye haykırdılar.
Metehan gözlerini yere dikti. “Çatışacak mısınız?”
“Kardeşlerin senin için ölümü göze alıyor,” dedi dedesi.
“Onlar ne yapıyorlarsa senin için yapıyor. Sen beyinlerini yıkadığın için… Söyle geri çekilsinler, teslim olacağım.”
“Sakın ha! Ne diyorsun sen? Şanlı Türk ordusunun bir albayının torunu hapis mi yatacak? Sen de çatışmaya girip öl daha iyi.”
“Anlamıyor musun? Ben çatışmaya girersem ölmem.”
“Zayıfsın sen. Teslim olmak ne demek?”
“Zayıf değilim. Artık, değilim. Keşke zayıf olsaydım. Keşke senin gibi değil babam gibi olsaydım.”
Jandarma komutanı dede-torunun ne tartıştığını anlamaya çalışırken albay öfkelendi. “Yeter be! Babam da babam, babam da babam. Sen tanıdın mı babanı? Seni ben yetiştirdim!”
“Tanıyamadım!” diye çığlık attı Metehan öfkeyle. “Senin yüzünden! Sen beni bir canavar olarak yetiştirdin!” Öyle öfkeyle bağırdı ki ağzından alevler fışkırdı. Koca Yavuz Tatar oracıkta yanıp kül oldu.
Ne olduğunu anlamayan militanlar, jandarma bomba attı zannedip ateş açtılar. Komutan da aynı şekilde karşılık verdi. Metehan gözlerini nereye çevirse birileri vurulup ruhsuz bir ceset olarak yere devriliyordu. Kürek kemiklerindeki acı dayanılmaz olmuştu. Ağlayarak yere çöktü.
Balon patlaması gibi bir sesle Metehan’ın derisi yırtılıverdi ve iki heybetli kanat ortaya çıktı. Genç adam için onları kullanmak refleks gibiydi. Bir iki çırpınmayla göğe yükseldi. “Birbirinizi öldürmeyin…” dedi cılız bir sesle. Sonra “Durun!” diye kükredi. Kasabadakiler bile duymuştu onu.
Militanlar ve jandarma durmadılar. Metehan elleriyle ayaklarının yerindeki pençelere, boynundan başlayıp kuyruğuna uzanan dikenlere, güneşi örtüp savaş alanını karanlıkta bırakan cüssesine hemen alışmıştı. Aşağı süzüldü, erlerine emirler yağdıran jandarma komutanını kaptığı gibi yutuverdi.
Savaş hâlâ sürüyordu. Şiddet şiddeti doğuruyor, iki tarafın askerleri artık kumandanları olmamasına rağmen intikam için, sırf öldürmüş olmak için öldürüyordu. “Durun!” demeye çalıştı Metehan. Ağzından bir kükreme çıktı yalnızca. İstemeden aşağıya sıcak lavlar kustu. İki tarafın askerleri, hiçbir şey anlamadan buhar olup atmosfere karıştılar.
Albayın torunu artık bir insan gibi düşünemiyordu. Dönüştüğü hayvan, ejderha yalnızca içgüdüleriyle hareket ediyordu. Üzgündü. Başarısız olduğunu farkındaydı.
Daha önce pek çoklarının put yapıp tapındığı ulu ejderha, bir kez daha yerkürenin üstünde süzülüyordu. Eserinden memnun kalmayıp tufanla hepsini temizleyen bir tanrı gibi davrandı. Tabi onun damarlarında canavar kanı dolaştığından su kullanmadı. Gırtlağından ateş aktı.
Bozkurtlu bayraklar, Göktürkçe sloganlar, her bir ‘Tanrı bizimledir.’ Yazısı; mahallenin tüm evleri ve sakinleriyle birlikte kül oldu.
Ejderha, geçmişinden gelen utancın bir bölümünü temizlemişti ama yetmedi. Kasabaya uçtu, orayı da arındıracaktı.
20 yıllık siyasi iktidarın Z kuşağını getirdiği durumu büyülü gerçekçilik perspektifinden anlatmak istedim ve pagan inançlarda yaygın olan ejderha motifini kullandım. Umarım beğenirsiniz, yorumlarınızı bekliyorum
Öykü genel olarak absürt gibi görünse de taşıdığı mesajlar çok değerli. Albay ve Torunu arasındaki sen yap gerisini ben hallederim ilişkisi Dünya yok olana kadar sürecek sanırım.
Kalemine sağlık Efe.
Merhaba
Uzun bir öyküydü ve sonuna kadar okutturdu, beğendim. Ama takıldığım bazı noktalar var. Mesela neden Göktürk, eğer bilmem kaç yıllık iktidardan bahsedeceksek neden Osmanlı değil. Bir başka konu ejderha bizim yani Göktürk Uygur uygarlığında bu kadar yaygın mıydı? Birde “dedeciğim” kelimesinin 19 yaşındaki bir torunda hoş durmadığını düşünüyorum. İlk anda aklıma gelenler bunlar. Söylediklerim küçük detaylar. Öykünün bütünlüğü, akışı, yerinde. Kaleminize sağlık.
Merhaba,
Öncelikle beğenmenize sevindim ve eleştirileriniz için teşekkürler.
Osmanlı değil çünkü Yavuz Tatar siyasi iktidarın bir destekçisi değil, tam aksine düşmanı. Nefret dolu politik iklimden doğmuş, çağın yarattığı bir radikal. Öfkesini hem başkalarına (özellikle de gençlere) yayıyor hem de etrafındakilerin (özellikle de gençlerin) halihazırda sahip olduğu memnuniyetsizlik ve öfkeden besleniyor. Göktürk sembolleri yalnızca onun militarist/radikal dünya görüşünü yansıtmak için seçtiği semboller.
Ejderha, hem bilgelik, estetik güzellik ve asalet gibi kavramları hem de şiddet, yıkım ve gücü temsil edebilen bir mitolojik yaratık olduğu için seçildi. Bizim kültürümüzde gerçek hayvanlar (özellikle bozkurt, aslan, kartal, keçi) ön plana çıksa da ejderhalar da var. Aklıma ilk gelen örnek Dede Korkut masalları. Hatta ilk Türk devleti kabul ettiğimiz Hun Devleti’nin bayrağını bile üstünde sarı bir ejderhayla tasvir ediyoruz. Bu aslında ihtilaflı bir tasvir ama yine de tamamen imkansız değil. Tabii benim hikayemdeki ejderha, gerek fiziksel betimlemesi gerek sembolik anlamıyla, batılı romantiklerin hayalindekine daha çok uyuyor.
Son olarak “dedeciğim” hitabı, “Değerli dedeciğim; ellerinizden öper, etrafınızdakilere selamlarımı iletirim.” gibi eski bir mektupta bulabileceğiniz tarzda bir hitap. Metehan, yarı izole bir komünitede yaşlı bir asker (ve yandaşları) tarafından yetiştirildiği için böyle modası geçmiş bir Türkçe konuşuyor.
Bu arada yorumunuz beni gerçekten mutlu etti, bu yüzden detaylıca cevap yazmak istedim. Tekrardan teşekkürler