“My shadow said to me:
what is the matter
Isn’t the moon warm
enough for you
why do you need
the blanket of another body”
Margaret Atwood, The Shadow Voice
Hepimizin ardında biri varmış gibi hissettiği, bedeninin tedirginlik tarafından ele geçirildiği, tüylerinin diken diken olmasına sebep olan anlar olmuştur. Sanki birisi arkanızdan dokunacak gibidir fakat ne kadar refleksif hareket edilirse edilsin, gözlere gözükmez hiçbir cisim. Histerik bir gülümseme ve bedendeki soğukluğun ılınmasıyla devam edilir yola. Peki ya böyle hissedilen anlarda, insanın gerçekten biri varsa ardında?
Ahir ömrüm boyunca bu sorunun yanıtını aradım, çünkü içten içe yalnız olmadığımı biliyordum. Aslında emindim… emindim çünkü onu görmüştüm. Zihnimin geçmişin kâbusları tarafından ele geçirildiği bir gece vakti, pencereden dışarıyı izlerken yansımasını gördüm arkamdaki siluetin. Henüz genç bir delikanlıydım, metafiziğe dair herhangi bir düşünce, zihnimde örülü materyalist duvara çarpmaya mahkûmdu. İnanmayı reddettim. Belki bir göz yanılsamasıydı, belki yalnızca zihnimin bir oyunuydu. Öyle miydi? Hayır. Ne hissettiğimi biliyordum, hisler yalan söylemez. Hisler hakikattir ve hakikat yalnızca ruhen bilinebilir.
O günden beri neler olduğunu anlayabilmeye adadım kendimi. Tonlarca kitap okuma, aylarca araştırma yapma, onlarca insanla görüşme… yapmadığım şey kalmadı. Yıllarım böyle geçti ama elime bir türlü somut bir şey geçmedi. Yalnızca hayal ürünü olarak kabul edilebilecek anlatılara sahiptim. Devam etmemi sağlayan tek şey doğru yolda olduğuma dair getirdiğim kanaatti. Her insan gibi herhangi bir dayanak olmaksızın, kendimi arzuladığım şeylerin gerçek olduğuna inandırma yetisine sahiptim. Öte âlemlere, farklı boyutlardaki varlıklara dair bilgilerim arttıkça çoğu şeyin metafizik değil, fizik dünyaya dâhil fakat henüz anlamlandıramadığımız şeyler olduğunun farkına vardım.
Izdıraplı ve yıpratıcı bir süreç sonunda onu buldum. Kitabı. Dışına siyaha çalan kahve renkli bir deri kaplanmış ve küçük bir kementle bağlanmış kitabı elime aldığımda, sanki zamandan münezzeh bir hâle gelmiştim. Sonunda aradığını bulabilmiş bir gezgin olarak hızlıca incelemeye daldım. Tabii beklediğim gibi değildi, kitabın sayfaları boştu. Ne yapacağımı bilemedim, kısa süreli fakat yüksek tesirli bir umutsuzluk dalgasıyla kaplandı yüreğim; tekrardan hislerime güvenip ümidin yoluna bir adım dahi atmadığı bir yolculuğa çıkmayı göze alamıyordum.
Çaresizliğin ve tedirginliğin zihnimde kol gezdiği bir gece vakti, yâdıma araştırmalarım sırasında gördüğüm bir ritüel geldi. İlk önce dolunaya ihtiyacım vardı, şanslıydım ki tam dört gün sonra vakti gelecekti. O güne kadar gerekli şeyleri tamam ettim, önce eksik malzemelerimi tamamladım; ardından kitaba gerekli işlemleri uygulamaya başladım. Keçi kılından yapılmış bir fırçayı domuz yağına batırıp sayfaların her birinin hem ön hem de arka yüzüne sürdüm. Ardından içeri hiç ışık sızmayacak şekilde ayarladığım odada bir mum yaktım, mumun aleviyle de birkaç gül yaprağı yakıp odanın muhtelif yerlerine dağıttım. Sonra kitabı –deri kılıfına sarılmış şekilde- alıp mum alevinin üzerinde çember oluşturacak şekilde dolaştırdım, bu sırada da yüksek sesle yedi defa “taedium vitae” dedim.
Nihayet dolunay gecesi gelip çattığında; kitabı içine meyan kökü, açelya yaprağı ve yılan yağı karıştırdığım bir suyun içine batırdım ve ay ışığı altında kurumaya bıraktım. Sabah olduğunda içimde herhangi bir değişiklik olmaması ihtimalinin yarattığı korku ve işe yaramış olması ihtimalinin uyandırdığı heyecanla karışık bir duygu bulantısında kitabın yanında gittim. Elime alıp deri kılıfı sıyırdım ve sayfaları kontrol ettim, işe yaramıştı. Sayfalarda el yazısı ve mavi mürekkeple yazılmış yazılar peyda olmuş, kitabın gizi ortaya çıkmıştı.
Okumaya başladım, bu çok ilginçti çünkü yazılar bilmediğim bir dilde bilmediğim bir alfabeyle yazılmıştı. Fakat sayfalara baktıkça yazılanlar zihnimin içinde beliriyordu. Bir âlemden bahsediyordu kitap. Siyah bir âlemden. Hiçbir rengin olmadığı, renklerin müsebbibi olduğu her duygudan mahrum, yalnızca siyaha mündemiç olan melankoli ve nefretten mürekkep bir dünya. Varoluşun tüm safhalarını es geçen ve hiçlik ile hemhâl olmuş bir yer. Okudukça bu âlem hakkında pek çok şey öğrendim, sakinleri hakkında da. Okudukça da ruhumda bir bulantı başladı.
Ruhumda başlayan çürüme gittikçe yerleşik bir hâl alıyordu. Daha melankolik ve daha karamsardım. Her şeye karşı kin ve nefret güdüyordum. Dünyaya dair ne beni heyecanlandıran bir şey vardı artık ne de kayıtsızlık halimi tersine çevirecek bir şey. Hiçlik sinsice uzuvlarım arasında gezinirken zihnim dünya renklerinden azat oluyordu. Gün geçtikçe silikleşiyor, ötekileştiğim dünyada bir öteki olarak bile kalamıyordum. Artık ne bir bireydim ne de bir cemiyete dâhildim, ne yaşayan bir varlık ne de ölü bir cesettim. İnsanların ömürlerini adadıkları hakikatler yalnızca birer yanılsamaydı benim için ve bu bende hazımsızlık yaratıyordu. Yıllarımı aralarında dolaşarak heba ettiğim bu aciz canlılar nefes almayı bile hak etmiyordu. Kendilerine kurdukları sahte düzenin sahte tanrılarına biat ederek geçirdikleri ömürleri; benim, hayır bizim karşımızda hiçbir değer taşımıyordu. Her şey anlamsızlığın kum taneleri gibi yayıldığı bir karanlığın üzerinde seyrediyordu.
Karanlık tüm benliğimi ele geçirdi, siyah kendinden başka her şeyi öldürüp varlığımın tahtını gasp eden bir tiran gibi. Ben yokum artık, ölmedim fakat yaşamıyorum da. Ben de onlardan biriyim, bir gölge. Siyahlar âleminin bir sakini. Kim bilir, belki şu an ardında biri varmış hissine kapılmana ben sebep oluyorumdur?
Merhabalar. Diliniz, cümle geçişleriniz çok güzel. Okurken keyif veriyor. Konunuza bir eleştirim var. Hikaye boyunca arayışını okuduğumuz karakterin yalnızca bir kitap ile bu kadar ümitsizliğe kapılması, hayatın gerçeğini görmesi bana geçmedi. Detay istedim orada biraz. Hikayeniz daha uzun, son kısımları kendi anlatım tarzınızda daha açıklayıcı birkaç parantezle süslenseydi dedim kendimce. Naçizane yorumumdur. Elinize sağlık.
Güzel bir öykü okudum. Sonun başlangıçla bağını sevdim.
Merhaba Oğuzhan Acar
Dilinizi, kullandığınız eski (uygun bir tabirdir sanırım) kelimeleri beğendim. Modern anlatım içerisinde eğreti durmuyorlar, aksine hikayeye o gizemli ve ezoterik havayı vermenizi sağlamış.
Hayata duyulan nefreti ifade eden ‘taedium vitae’ sözüyle etkileşime giren kitabın, ana karakterin ruhunda oluşturduğu değişim (belki de var olanı dışa çıkarması) etkileyiciydi. Bardağın boş tarafına hükümranlık eden bir olgu izlenimi uyandırdı bende.
Ve son cümle, orada bir şey olmadığından emin olduğum halde ister istemez başımı hafifçe döndürerek arkama bakmama sebep oldu. (Hayır hayır, orada hiçbir şey görmedim de, hissetmedim de. Bunu kabul etmiyorum.)
Kaleminize sağlık.