Ufak ufak bilinç kazanmaya başladığım yıllarda anlamıştım yalnızlığın üzerimdeki tarif edilemez etkisini, sırf bu sebepten ötürü de baba mesleğini devam ettirdim ki ihtiyar bunu pek sıcak karşılamamıştı. “Oğlum,” dedi gözlerimin içine bakarak, “inan gördüğün gibi değil, fikirlerin değişecek ve pişman olacaksın.”, kendi içinde haklıydı, fakat bir geçerliliği yoktu benim nezdimde. Çünkü o benim yaşadığım çağda yaşayan bir ihtiyardı, bense gençtim ve kendimi hiç ölmeyecek gibi hissediyordum. Her şey bir yana, onun yaşadıklarını yaşamadım hiç, zamanın çarkında henüz o kadar ezilmemiştim. Ve babamın dediği gibi pişman olmadım, hiçbir şeyden olmadığım gibi, önü alınmaz bir şey pişmanlık sonuçta, bir kere kendinle ilgili böyle düşünmeye başladın mı engel olamıyorsun ardından geleceklere ve bütün bunlar yerini “ne yaparsan yap pişman olacaksın” zihniyetine bırakıyor. O zamanki hâlimle uzunca bir süre düşündüm ve böyle bir şekilde hayat yaşanmayacağına karar verdim. Bunun yanı sıra bu meslek zahmetsizdi, en azından benim için, tembeldim sonuçta, yeni bir şey öğrenmeye niyetim yoktu, hâli hazırda babamın mesleğinden ötürü istasyondan istasyona gitmiştik ve daha çocuk yaşta mesleğin gerektirdiği her şeyi biliyordum. Hekim olabilirdim belki istesem ama dediğim gibi, tembeldim. Belki bir subay olurdum ama, korkaktım aynı zamanda, hem askeriyenin temel yapıtaşı olan disiplin üzerine kurulu topluluk hayatı hiç bana göre değildi.
Annem ve babam uzun yıllar önce öldü, babamın son görev yeri olan Pochinki’ye gömüldü ikisi de. İki zavallının da ailesi yoktu, karı koca sonsuza dek birlikteler şimdi. Geçen bunca seneden sonra yavaş yavaş anlıyorum babamın ne dediğini, ama her şeyde olduğu gibi, bunun için de çok geç artık. Fakat ziyanı yok, kendime verilmiş bir sözüm var ve pişman değilim. Ne diyordum? İstasyon bekçiliği, evet; istasyondan istasyona değişmekle birlikte kırsaldaki görev yerleri için pek fazla bir şey yok aslında, periyodik aralıklarla tren raylarını gez, bir sorun var mı kontrol et, varsa rapor hazırla ve şehir merkezine bildir, yoksa dön evine, otur kıçının üzerine, ye, iç, sıç, yat, ne istersen yap. Uzun lâfın kısası, bu iş benim için biçilmiş kaftandı ve okumaya kelimenin tam anlamıyla âşıktım. Yaz ve kış aylarını zirvede yaşayan sonsuz bozkırın ortasındaki izole istasyonlardaki en büyük sorun, can sıkıntısıdır. Hatta can sıkıntısı bütün kötülüklerin anasıdır. Babamın yalnız yaşayan bir arkadaşı bir seferinde can sıkıntısından ne yapacağını şaşırdığı için avcılığa sarmıştı. Görevden arta kalan vakitlerinde ne bulursa avlıyordu, tavşan, keklik, turna, fakat bir seferinde kendisinden çok daha profesyonel bir şekilde avcılığı icra eden bir kurt sürüsüyle karşılaştı ve onlar tarafından parçalandı, çocukken bu hikâyeyi duyduğumda kanım donmuştu fakat şimdi aradaki farkı görebiliyorum, biri zevk için avlanırlar, diğeri hayatta kalmak için avlanıyordu ve avcının av olması pek doğaldı. Sözün özü, ne kadar çok yalnızlığa gömülürsem o kadar mutlu olacağımı düşünmüştüm, ta ki Hansa İstasyonu’na kadar. Hansa bütünüyle bambaşka bir tecrübeydi…
Tula’nın güneyine inen tren yolu hattının yirmi sekizinci kilometresindeydi Hansa, istasyon da kasabaya nereden baksan bir saatlik mesafedeydi yürüyerek, Hansa sakinlerinin akrabaları hâricinde gideni geleni de pek olmazdı. Orta çağdan kalma yolları, kendisini çevreleyen sık ormanları ve sert kışıyla pekâlâ son derece izole bir yerleşim yeriydi, tıpkı babamın gençliğinde görev yaptığı ve bana kartpostallardan gösterdiği Derevenskoye gibi. İstasyon epey küçüktü ve ikinci göz ağrım olması hasebiyle önemli bir yer arz ediyordu benim için, istasyonun hemen yanında benim kaldığım kütükten kulübe vardı, önceki görev yerime kıyasla daha iyiydi burası, Moskova’ya yakınlığı hasebiyle iyi inşa edilmişti, helanın içeride olması hayâl edemeyeceğim bir özellikti. Kış aylarında gerek istasyon, gerek Hansa, üzerine çarşaf örtülmüşçesine karla kaplanıyor, çocuklar okula dahi nadir aralıklarla gidiyordu. Göreve başladığımın ertesi yılında bütünüyle sivil taşımacılığa kapatıldı istasyon ve Ukrayna’dan gelen tahıl sevkiyatı için bir lojistik merkezi hâline getirildi. Esasen önceden de belirttiğim gibi fazla bir sivil yoğunluğu yoktu fakat, şimdi artık bütünüyle kapatılmıştı ve ayda bi’ gelen trenler de gelmiyordu. Bürokratik işler veya sağlık hizmetleri için Tula’ya giden trenler kullanılabiliyordu ve bu da istisnaî bir durum olmaktaydı.
Kurumuş çamuruyla yüzlerce kilometre seyahat eden patatesler, örme iplik çuvallarda taşınan unlar, çoğunluğunu çat pat okuma yazma bilen köylülerin oluşturduğu tren görevlilerinden binbir dil dökerek aldığım kitaplar… Hansa’yı tepeden gören hâkim bir noktada olan bu istasyonda her şey çocukluğumda düşlediğim gibi gitmekteydi. Ve bir gün Andrey çıkageldi, yanında bütün bu satırları yazmama sebep olan haberle birlikte.
“Uyuyor muydun?” dedi Andrey ve sağımdan sıyrılıp içeriye girdi, Dima ismini verdiği, kalın bacaklı, geniş göğüslü, karı yara yara giden atı dışarıda duruyordu soğuğa pek aldırış etmeden.
İçeri girer girmez mutfak lavabosunun yanındaki sandalyeye oturdu ve cebinden bir kese çıkardı, söylediğine on dört yaşından beri sigara içiyordu ve sardığı sigaralar kelimenin tam anlamıyla kalem gibiydi. Soğuktan şişmiş elleri işini yapmasına engel olmuyordu, bir yandan sigara kağıdının üzerine koyduğu tütün öbeğini enine bir şekilde kağıt üzerine yayarken, bir yandan da oturduğu yerde ufak hareketler yaparak ısınmaya çalışıyordu. Bana kıyasla işi zordu, çünkü Andrey ulaktı. Adam akıllı yollar olmaması hasebiyle hâlâ at kullanılıyordu Rusya’nın kırsal yerlerinde, bu sebepten ötürü haftada bir Tula’ya gider, sonrasında Hansa’ya gelir ve tebliğe başlardı. Güneş gibi sarı saçlarının yanları açılmış, çıkık elmacık kemikleri soğuktan kızarmıştı, bembeyaz teni üzerinde soğuğun sebep olduğu kızarıklıklar gözden kaçmayacak nitelikteydi ve buz gibi mavi, aynı zamanda bir o kadar da soğuk gözlere sahipti. Sessizliğini dört kelimelik bir cümleyle bozdu.
“Güneyden ölüm geliyor ölüm.”
“Ölüm mü?”
“Bulaşıcı hastalık, civardaki hekimler veba olduğunu söylüyor. Dediklerine göre elleri kolları bağlıymış.”
Sigarasını ağzına aldı parkasının sağ cebinden çıkardığı muhtar çakmağını ateşledi. Üç kere denemesi gerekti çakmağın alev alması için.
“Veba mı?”
“Evet, dedikleri o, bilgin var mı?”
Vakti zamanında babamın anlattığı kıssalar hâricinde hiçbir bilgim yoktu hastalıkla ilgili, Kara Veba’yı anlatmıştı ben çocukken, ama tıbbî bir içeriği yoktu anlattıklarının elbette, “Hıristiyanlığı terk eden Avrupa’yı yok oluşun eşiğine getiren kara ölüm.” derdi beni korkutmak ve iyi bir hıristiyan yapma amacıyla. Büyük bir gizle anlattığını sandığı bu hikâyeler o an için üzerimde vurucu bir etkiye sahip olsa da yaşım büyüdükçe hepsi hatırlandığında tebessüm ettiğim anılara dönüştü.
“Eh işte, az çok okuduklarımdan bir şeyler.”
“Ne biliyorsun?”
“Vücudunda yaralar çıkıyor Andrey, sulu ve açık yaralar. Kolunda, bacaklarında, sırtında bezeler çıkıyor, öyle bezeler ki ağrıdan yerinde duramıyorsun ama hareket edecek güce de sahip değilsin, dönüp duruyorsun ölümü beklediğin yatakta. En serin rüzgardan daha sert bir üşüme geliyor vücuduna ara ara, sonra da Elbruz’un karlarını dahi eritecek şekilde alev alev yanıyorsun. Dıştan başlayarak için için ölüyorsun acı içinde.”
Böylesine somut detaylara sahip bir açıklama yapmam Andrey’i dertlendirmiş olacaktı ki sigarasından derin bir nefes çektikten sonra kafasını öne eğdi ve kucağına doğru üfledi dumanını.
“Bak, bunu sana söylememem gerekir, fakat hukukumuz var, bir de kasabaya çok sık inmiyorsun, o sebepten ötürü söylemekte bir sakınca görmüyorum. Hansa’ya kadar geldi bu ölüm, fakat kimsenin haberi yok, doğudan esen rüzgar süratinde kat ediyor yolları, bu sebepten ötürü geldim yanına, uyarmak için. Ne olursa olsun kasabaya inme.”
Sonrasında duraksadı ve gözlerini bana dikti.
“Yoksa… indin mi?” dedi endişeli ses tonuyla.
“Yoo, hayır, en son bir ay önce arıza bildirmeye inmiştim. Sayılır mı ki?”
Gözlerini açıp ohladı, “Yok,” dedi, “İki haftadır Hansa’da, yani yapılan hesaplara göre.”
Yalan söylemiyordum, zaten yalan söylüyor olsaydım muhtemelen şu an Pochinki’deki mezarlıkta annem ve babamın yanına yatıyor olurdum. Andrey’in söyleyecekleri bitmemişti daha, biliyordum bir şeyler bilip söylemediğini fakat ısrar etmedim. Ne de olsa söylemek isterse söylerdi. Ve söyledi de.
“Bak… Tula’ya devasa bir yığınak yapıldı, aldığım dedikodulara göre tam teçhizatlı bir kolordu şu an Tula’dan güneye doğru inmekte, direkt olarak Moskova tarafından görevlendirilen bir kolordu bu. Hansa kuşatmaya alınacak, çünkü burası son kale. Olur da bu belâ Tula’ya ulaşır, o zaman Rus Milleti dediğin Urallarda koyun güden üç beş çobandan fazlası olmaz, olamaz.”
“E geriye kalan yerler? Ucu bucağı olmayan topraklardan bahsediyoruz sonuçta.”
“Bozkırın bu soğuğunda hiçbir hasta canlı kalamaz, öldüğü yerden de bir yere hareket edeceği yok ya, Rusya yutar onları, yeter ki taşıyıcılarla temasa geçmesin insanlar. On gün, bilemedin iki haftaya ölecekler, hayvanı, insanı, veba için fark etmiyor. Endişelendikleri şey yerleşim yerleri. Zaten kuşatmaya alınacak tek darboğaz Hansa değil, Harkov, Kursk, Oryol, duyduğuma göre buralar da kuşatma altında, ne içeri giren var, ne de dışarı çıkan, sonsuz stepi aşamaz. Hatta Moskova’dan bir subay arkadaşımın söylediğine göre bu belâ Kırım’dan Konstantinopolis’e, oradan da tüm Avrupa’ya yayılmış.”
Hastalık iyi bir zamanlamayla istilâ etmişti Rusya’yı, kendi açısından tabi. Martın son haftasındaydık ve önümüz bahardı. Levazımcı İlya, kasap Aleksey ile kızı Kira, patates çiftçisi Lena ile Maksim, koyu turuncu saçlarıyla okulun bahçesinde çocuklara bağıran öğretmen Helenka ve isimlerini dahi bilmediğim onlarca sûret geldi gözümün önüne. Hepsi çok yakında yok olacaktı. Engel olamadığım bir acıma duygusu yükseldi içimde, buruk hissettim, acıydı.
“Yok mu başka bi’ hâl çaresi bunun, Andrey? Ha?” dedim çatallaşmış sesimle.
“Hayır, ne yazık ki.”
“Ben nasıl hasta değilim peki?” dedim ona, onlarca insanın hastalık tarafından ölüme terk edildiği gerçeğini bilirken hayatta kalacağımı bilmek bana inanılmaz bir ıstırap veriyordu o an için.
“Ben karşıladım buraya gelen her treni, ne bileyim, tahıl çuvallarına elimi soktum, insanların ellerini sıktım, onların verdiklerini yedim pişirip, o veya bu şekilde bana da bulaşmıştır elbet.”
Bütün bunları söylerken hasta olmam durumunda Andrey’e de bu belâyı bulaştırmış olacağımın farkında değildim.
“Vahşi köpekler,” dedi Andrey, “Trenle buğdayla ilgisi yok bu işin, Moskova haberi alır almaz Kırım’dan olan sevkiyatları durdurma talimatı verdi. Lâkin yeterli değil, hastalık insanlara bulaştığı gibi farelere, kuşlara, yırtıcılara da bulaşıyor. Ekaterina’yı biliyor musun?”
“Hayır.”
“Afanasyi’nin kızı, duyduğuma göre bahçede oynarken güneydeki ormandan gelen köpekler tarafından saldırıya uğruyor, duydun mu hiç böyle bir şey? Sekiz yıldır buradayım ben, bu havada köpeklerin kasabaya gelip çoluğa çocuğa saldırması? Normal şartlarda mümkün değil. Neyse işte, Afanasyi köpekleri vuruyor sonrasında ama…”
“Ama farkında değil kıza neyin bulaştığının, değil mi?”
“Evet, aynen öyle. Sonrası bildiğin gibi.” dedi ve sigarasını önündeki tahta kül tablasına bastıktan sonra ivedilikle ayağa kalktı. “Ben gideyim artık, her ne kadar istemesem de Tula’dan gelen orduya rehberlik edeceğim, civardaki giriş çıkışları en iyi bilen benim sonuçta. Ha bu arada… sanmıyorum bu soğukta biri gelsin yanına ama, olur da Hansa’dan biri kapına dayanır, hiçbir şekilde açma, sebep ne olursa olsun. Silahın var mı?”
“Var.”
Vardı da ne yapacaktım ki? Kapıma gelen birini mi vuracaktım? Lâf olsundu benimki de işte.
“Tamam, iyi şanslar.”
Tamı tamına bir hafta sonra ulaştı ordu Hansa’ya, içleri keçeli postalları, koyun postundan yapılmış kalpaklarıyla tek bir duyguyu dahi yüzlerinde barındırmayan sayısız asker kuşattı Hansa’yı. Emirler kesindi, Hansa’dan çıkan vurulacaktı. İnsanlar çembere alındığının dahi farkında değildi ama ordunun kuşatmasına gerek dahi yoktu, veba bir ay gibi kısa bir sürede yaşamı Hansa’dan sildi, kimsenin o soğukta hasta hâliyle bir yere gideceği yoktu. Takvimlerin 2 Mayıs’ı gösterdiği günün sabahında uyandırdı beni top atışları gördüğüm kâbustan. Kan ter içinde Hansa’ya koşuyordum, karda attığım her adım bacağımdaki kasları yırtarcasına bir sancı veriyordu bana, sonrasında dayanamayıp dizlerimin üstüne çöktüm, belime kadar karın içindeydim, soğuk terler boşanırken tir tir titriyordum, ayağa kalkmaya çalıştım ve başaramadım. Sanki içimde başka bir insan vardı ve bedenimi yırtıp dışarı çıkmak istiyordu. Yataktan kalkıp camdan dışarıya baktım, upuzun bir tren istasyona gelmişti. Belli ki yüklüydü, sonrasında sırık gibi bir subay belirdi trenin arkasında, öyle ki kafasını dahi görüyordum trenin arkasında olmasına rağmen, beni görünce kaşlarını kaldırdı ve bana doğru gelmeye başladı. Postalları ayağıma geçirip dışarı çıktım.
“Yüzbaşı Pasha,” dedi, “İstasyondan sorumlu memur siz misiniz?” diye sordu sonrasında, elini uzattı. Meslektaşlarına göre pekâlâ son derece kibardı. Babamın anlattığına göre Rus subayları akademide gördükleri eğitimden sonra çelik gibi olurlardı ve bu sebepten ötürü sivil hayata dâir sahip oldukları her türlü incelikten vazgeçerlerdi zamanla, ordu hayatının gerektirdiklerinden biriydi söylediğine göre. Bu adam bir istisnaydı.
“Evet, benim.” diye cevapladım ve uzattığı eli sıktım.
“Bu trenin yükü mühimmat, merkezden bir bildiri gelmedi size, takdir edersiniz ki durum bizim kontrolümüz altında artık. Takribi bir saate istihkâm taburundan gelecek askerler bunları kuşatmayı gerçekleştiren birliklere aktaracak. Herhangi bir ihtiyacımız olursa size danışabilir miyiz?”
“Elbette.” dedim, zaten benim yardımıma ihtiyaç duyacaklarını düşünmüyordum. Yüzbaşı Pasha, sahip olduğu heybet ve incelikle vakti zamanında subaylıkla ilgili düşüncelerimi az çok sarssa da bütünüyle yıkamadı, kim bilir neler çekmişti oraya gelene kadar.
“Teşekkür ederim, iyi günler.” dedi ve sağ topuğunu yere vurup tok bir ses çıkardıktan sonra arkasını dönerek uzun adımlarla uzaklaşıp atına atladı. Söylediğinden erken vakitte geldi askerler, mühimmatları koruyan örtüyü kaldırıp el birliğiyle at arabalarına yüklediler hepsini başlarındaki çavuşun gözetimi altında, tahta sandıklar, bezginliği yüzüne vurmuş askerler, insanın yüzünü yırtan soğuk, sonrasında samimi bir el selâmı çakıp gittiler. Parkamı üzerime alarak istasyonun Hansa’yı gören kısmına doğru yürüdüm. Saatler boyunca dönüşümlü olarak top ateşine tutulan kasaban simsiyah bir duman yükseliyordu.
Kangren olan kolu kesmekten farksızdı bu yapılan, evet, belki mezâlimdi, acıydı, ama gerekliydi. Yine de engel olamadığım bir hüzün çöktü üzerime o an. Kâbusumdaki gibiydi tıpkı, içimde biri vardı sanki, düşünen, konuşan, acıkan, ağlayan, gülen, bedenimi yırtıp dışarı çıkmak istiyordu. Ve Hansa’yı en son o zaman gördüm, alevler içinde…
Merhabalar,
Ne diyeyim bilemedim… Kusursuz denebilecek bir öyküydü. Gerçekten harika, kendimi sanki hiç okumadığım bir klasik romanı okuyormuş gibi hissettim. Beynimin içindeki şimşekler vay canına, vay canına, harika diye diye çakıyordu. Vallahi kıskanmadım dersem yalan söylemiş olurum. Kıskandım… Bunu da açıkça söylüyorum. Kendimi yeniden gözden geçirmeme vesile oldunuz. Örnek alınacak bir çalışma. Bu tip metinlerde özellikle yabancı topraklar yazıldığında, Türk mantığı var mı, yok mu diye pür dikkat okurum. Buna rastlamayışım beni hem şaşırttı hem de sizin ne kadar profesyonel olduğunuzu düşündürttü. Bravo… Sessizce kendi köşeme gidip, kıskanmaya devam edeyim. Hoşça kalın.
Sizin gibi bir yazardan bu kelimeleri duymak inanın bende tarifi zor duygu ve düşünceler oluşturdu, ne kadar teşekkür etsem az. Özellikle de yazarken fark edileceğini umduğum yerlerin tamamının sizin tarafınızdan fark edilip takdir edilmesi kelimenin tam anlamıyla mest etti beni.
İnanın bana o kıskançlık karşılıklı, yarattığınız karakterlerin ve ayakları yere basan hayâl gücünüzün fanatik bir hayranıyım ^^
Bir dahaki seçkide görüşmek üzere, hoşça kalın ^^
Çok güzel. Çok duygulandım. İyi ki yazıyorsun.
Çok teşekkür ederim Hakan Bey, iyi ki okuyorsunuz siz de ^^
Gerçekten çok başarılı bir öykü kaleme almışsınız elinize, yüreğinize sağlık. Atmosferi, akıcı anlatımı, merak uyandıran karakterleri ve sarsıcı hikayesi ile dört dörtlük bir öykü.
Tadı tamağımda kaldı, bir tabak daha alabilir miyim? 🙂
Okuduğunuz ve yorum yaptığınız için çok teşekkür ederim, beğenmeniz çok ama çok hoşuma gitti. Hele hele yerel karakterleri ve mekânları büyüsel bir boyutta ustaca kullanan birinden bu sözcükleri duymak benim için gurur kaynağı, bilin istedim.
İnşallah diğer seçkide görüşeceğiz, tekrardan Rus bozkırında ^^ Esen kalın efendim.
çok beğendim. gerçekten çok iyiydi.
bir rus klasiği okuyormuş gibi hissediyor insan. çok başarılısınız bu yönden. umarım bir gün bir romanınızı da okuyabiliriz.
Vaktinizi ayırıp okuduğunuz için çok teşekkür ederim, çok sağolun. Beğenmeniz hoşuma gitti.
Rus klasiği benzetmeniz göğsümü kabarttı. Cesaret verici hoş sözcükleriniz için tekrardan çok teşekkür ederim, esen kalın ^^
İhsan bey merhaba,
Üstteki tüm soylenenlere katılıyorum ama insan veba gibi bir konuda biraz daha kasvet arıyor. Sizin öykü cidden bir roman tadında ve bu sebepten romandan bir parça alıp buraya konmuş gibi olmuş.
Sonuç kısmında bir paragrafla kasabanın imha edilişini keşke biraz daha geniş anlatsaydınız, sonda okuyucu biraz daha yükselir ve tam anlamıyla tadı damakta kalacak bir öykü olurdu. Kaleminize sağlık. Başarılar dilerim.
Herhangi bir açıklama gerektirmeyen bir eleştiri, zira bütünüyle doğru. Esasen kasveti biraz daha Rus coğrafyası, sahip olduğu sonsuz bozkır ve yaman kış şartlarıyla vermeyi planlıyordum fakat pek düşündüğüm gibi olmadı.
Değerli vaktiniz ve eleştiriniz için gönülden teşekkür ederim size, çok sağolun.
Merhaba ihsan. Güzel bir kalemin var. Eline sağlık.Tek beklentim karakterle kasaba arasında bir bağlantı olmasıydı. Daha doğrusu bağlantını daha güçlü olması. Aralarındaki bağ biraz daha güçlü olsaydı, Erdoğan Küçükçelik’in de bahsettiği güzel bir final olabilirdi düşüncesindeyim. Final bu haliyle çok durağan kalmış. Ancak Rus edebiyatını sevdiğinizi farz ederek, böyle bir finali uygun görmüşsünüzdür diye düşünüyorum. Burada da tercihler giriyor devreye 🙂
Görüşmek dileğiyle 🙂
Siz ve Erdoğan Bey’in yorumlarıyla farkına vardım bir şeyin, fazla kafanızı şişirmeden sizlere de aktarayım, zira benim için garip bir tecrübe oldu bu yaşadığım farkındalık. Şöyle ki; takribi on beş ay önce bir öykü yazmıştım Hansa İstasyonu adında ve bu öyküdeki karanlık ve kasvet, Hansa İstasyonu’nun ve Hansa’nın yapısından değil, onun sadık bekçisinin yaşadığı bunalımdan geliyordu. Sembolizmi kelimenin tam anlamıyla istismar ettiğim bir öyküydü ve dediğim gibi, sizin söylemenizle fark ettim; bu öyküyü yazarken sanki okur da Hansa İstasyonu’nu biliyormuşçasına yazdım, yoksa orada bekçinin Hansa’yla olan bağını anlatıyordum. Amatörlük tabi, lâkin siz ve Erdoğan Bey bu eleştirileri yapana kadar fark etmemiştim, nasıl içselleştirmişsem artık.
Çok ama çok teşekkür ediyorum size hocam, hem bende farkındalık yaratan eleştiriniz, hem de ayırdığınız vakit için. Görüşmek dileğiyle, esen kalın ^^
merhaba,
Güzel bir öyküydü. Öyküleme açısından bir sorun yoktu, gayet iyiydi ama etki anlamında muallaktayım. Ne tür bir metin olursa olsun sanırım bir etkilenme arıyorum metinde. Önceki öykünüzü bu anlamda daha çok sevdim.
“hasebiyle” edatı, biraz fazla kullanılmış geldi bana. Hani metnin anlatım diline pek uygun değil gibi. Benim de kullandığım kelimelerden lakin aynı paragrafta çok kısa aralıkla iki kez geçmesi anlatılan olaya ve mekana pek gitmemiş sanki, artı göze batıyor. Aynı anlama gelen diğer edatları da kullansanız olurmuş gibi.
“otur kıçının üzerine, ye, iç, sıç, yat, ne istersen yap.” olmasa daha iyi olur fikrimce.
“hali hazır”, doğrusu “hâlihazırda” …
Fazla mı irdeledim bilmiyorum ama uğraşılmış metinlere yapıcı eleştiri yapmayı gerekli buluyorum.
Kaleminize kuvvet.
Merhaba,
Kelime tekrarlarına ne yazık ki çok sık düşmekteyim, ama bir dahaki sefere çok ama çok daha dikkatli olacağımdan şüpheniz olmasın. Bunun yanı sıra merhametli davranarak değinmemişsiniz lâkin söylediğinize ek olarak başka hatalar da mevcut, kullandığım yazılım ilginç bir şekilde Word’e yaptığım aktarımda bazı sözcükleri saçma sapan bir hâle sokmuş, tabi bir mazeret değil, eleştiriniz büyük bir dikkatle göz önünde bulundurulacaktır tarafımca. Birden fazla kontrol yapsam dahi gözden kaçan şeyler olabiliyor ^^
Argo/küfür konusunda böyle bir metinde şüphelerim vardı fakat kullanmanın daha iyi olacağını düşündüm, tamamen kişisel günlük ve mektup tecrübelerimden yola çıkarak. Fakat dediğim gibi, böyle bir metinde olmasa daha hoş olabilirmiş dediğiniz gibi.
Muhtelif kelime hataları yapabiliyorum ne yazık ki ama fazla irdelediğinizi düşünmeyin lütfen, eleştirinin her türlüsü kabuldür ki sizden öğreneceğim çok fazla şey var.
Vaktiniz ve eleştiriniz için çok teşekkür ederim, görüşmek üzere ^^
Merhaba,
İzin verirseniz gördüğüm birkaç problem ile başlamak istiyorum.
Her ne kadar yukarıda Umut bahsetmiş ve sen de açıklamasını yapmışsan da, ben de değineyim. Karakterin Hansa ile olan bağı konusundan bahsediyorum :).
Bir konuda Ozbabur’a katılıyorum, “otur kıçının üzerine, ye, iç, sıç, yat, ne istersen yap” cümlesi bir anda durduruyor insanı. Karakterin naif, yalnız ve yumuşak anlatımına, dertli ve içe kapanık karakterine sert kaçmış diye düşünüyorum. Bunu düşünse bile dillendirecek bir adam profili çizmediğinden karakter, bana böyle düşündürdü. Ama çok önemli bir detay da değil açıkçası. Sizin tercihiniz nihayetinde.
Bir diğer husus beni hikayeye odaklanmak konusunda epey zorladı doğrusunu isterseniz. Bir cümle içerisinde yedi, sekiz virgül kullandığın yerler var. İçerisinde birçok yüklem, birçok yargı bulunduruyor, ki bazı cümlelerde virgülle ayrılan yargılar birbirinden bağımsız konular. Biraz daha kısa ve en azından söyledikleri, anlattıkları noktasında bölünmüş cümleler ile sanırım daha rahat ederdim. Ama bu tamamen benim bakış açımla ilgilidir. Bu konudaki rahatsızlığım, bana katılmadığınız için belki, sizin için bir şey ifade etmeyebilir ancak ben yine de söylemek istedim. Bu bir tarz meselesi çünkü. Bunu bir eleştiri olarak değil de, öykünüzü okurken duyduğum bir hissiyat olarak dile getiriyorum.
Gelelim problemsiz kısımlara. 🙂
Kafama takılan her bir pürüzü yukarıda dile getirdim. Bunun dışında gayet akıcı, tasviri kuvvetli, derdini anlatabilen ve okuyucuyu memnun eden bir öykü yazmışsınız. Epey beğendiğimi söylemeliyim. Daha vurucu bir son öyküyü nasıl bir hale sokardı tam tahmin edemediğimden bu halinde anlaşabiliriz. Hikayenin kasvet noktasındaki tonunu da ben makul ve yeterli görüyorum. Çünkü karakter söz konusu durum veba olduğunda hikayenin merkezinde yer almıyor. Dolayısı ile dışarıdan, yalnız ve soruların ya da cevapların çok bir anlamı olmadığını düşünen bir çift göz ancak bu şekilde anlatırdı olup, biteni.
Tebrikler, devamını bekleriz. 🙂
Gelecek seçkilerde görüşmek üzere.
Merhabalar,
Vaktinizi ayırıp yorum yaptığınız için çok teşekkür ederim.
Açıkladığım kısımlara tekrar değinip de kafanızı şişirmeyeyim hiç ^^ Zaten eleştirilerinize cevap vermiyorum, yanlış anlaşılma olmasın, fikrimi belirtiyorum.
“Karakterin naif, yalnız ve yumuşak anlatımına, dertli ve içe kapanık karakterine sert kaçmış diye düşünüyorum.”
Daha iyi ifade edilemezdi, kesinlikle haklısınız. Cümle içerisinde virgülle ayrılan kısımlara özel olarak değineceğim hocam, hatta bu yorumu yazdıktan sonra tekrardan bi’ bakacağım öyküye, zira teknik açıdan sıkıntılı olabilir. Hele hele anlatım bütünlüğünü bozuyorsa değinilmesi gerekir, dikkatimi dahi çekmemişti bu söylediğiniz önceki okumalarımda, demek ki özel olarak ilgilenmem gereken bir şey, çok teşekkürler ^^
Son ile ilgili gelen eleştiriler beni farklı bir noktaya yöneltti ki bu noktada siz ve diğer arkadaşların eleştirilerinin hakkı ödenmez, lâkin Hansa’dan ve onun sosyal hayatından uzak bir noktada, son derece izole bir yaşam süren bekçinin, onlarca insanın yaşadığı bir kasabanın yerle yeksan olmasına bizzat şâhit olması benim nezdimde çok vurucuydu. Kimseyi doğru düzgün tanımasa da, kasabayla pek işi olmasa da, bir yerleşim yerinin ve onca insanın önce hastalıkla, sonra da topların salvolarıyla yok edilmesi, bekçi açısından kaldırılması epey zor bir gerçeklik. Fakat bunu rüya ile anlatmaya çalışmanın ötesinde, daha da açabilirdim, bunun farkına vardım. Yani biçimsel olarak bunu pek yansıtamadığımı gördüm. Gelen eleştirilerle birlikte eksiğin gediğin farkına varıyoruz çok şükür.
Tekrardan belirtmekte fayda var, fikir alışverişi bu, yoksa eleştirilerinize “cevap” değil. Sonsuz teşekkürler, görüşmek üzere ^^
Merhabalar.
Öykü hakkında söylenmesi gerekenler söylenmiş, çoğu da haklı; katıldım; o sebepten tekrar etmeyeceğim. Kendi düşüncelerime gelirsem, kaleminizi gayet beğendiğimi söylemeliyim. Geçen ayki öykünüzü de okumuştum, o öykünüzü de beğenmiştim ama bu öykünüz çok daha hoşuma gitti. Geçen ay temanın vermesi gerekenleri taşımadığı düşüncesinde olduğum içindi sadece öyküyü yeterli derece bulmamam. Tabii bu sizin kaleminiz için geçerli. Hani sizden beklenebilecek düzey açısından. Gördüğüm kadarıyla yazmayı biliyorsunuz, öykünün taşıması gereken şeylerin farkındasınız. Metinlerde göze çarpan bariz kusurlar da yok. Okuyucu öykünün içine çekiliyor. Akıcılık, merak uyandırma, çerçeve; her şey yerli yerinde. Final nasıl olmalıydı? Açıkçası ben finali yeterli buldum. Son cümle gayet vurucu, güzel bir final sağlamış. Daha koyu bir final karaktere ters düşerdi sanki.
Gerçekçi öyküler yazıyorsunuz, fantastik bir toplulukta farklı renkler görmek güzel. O sebepten bu açıdan da sorun yok benim gözümde.
Ellerinize kaleminize sağlık. Gelecek seçkilerde de görüşebilmeyi umarak tebrik ediyorum. Bu seçkide en çok sevdiklerim arasına sizin öykünüz de girdi.
Merhabalar,
Vaktinizi ayırıp okuduğunuz için çok teşekkür ederim, sizin gibi birinden böyle cümleleri duymak inanın çok hoş. Tahmin edeceğiniz üzere ben de sizin öykülerinizi takip etmekteyim (hatta gelen tavsiye üzerine bu ayın seçkisinde ilk sizin öykünüzü okumuştum), her ne kadar türe yabancı olup içerik açısından değerlendirme yapmasam da, sanıyorum ki az çok mesafeli olduğum fantastik dünyaya siz ve sizin gibi yazarlarla ısınacağım.
Edebiyatta çeşitlilik her zaman güzeldir bana kalırsa, aynı fikirde olmamız güzel.
Dediğiniz gibi, gelecek seçkilerde görüşebiliriz umarım, bir dahaki ayın temasında sizden beklentim epey yüksek.
Esen kalın ^^
Sıradan bir okuyucu olarak yorumum başarılı. aradığım tek şey tüylerimin diken diken olmasıdır öyküde filmde vs de. ve bunu başardı.
Teşekkürler Sayın Rommel, beğendiyseniz ne mutlu bana.
Atmosfer çok güzel. Bekçi ruh halini iyi anlatmış. Günümüzün gürültülü ve tehlikelerle dolu metropollerinden biz okurlari karli steplere atıp hep özlediğimiz ama aslinda gerçekleşmesi de pratikte olanaksiz issiz bir dünyaya atıyor. Bu güzel çok güzel. Sahsen orada bu yaşta kabul etseler bekçilik yaparim diyecek kadar etkiletici. Ancak bu tür yaklasim uzun hikaye için novella deniyor sanirim iyi, roman için iyi ama hikaye diyelim öykü diyelim örgüde bir fazlalik ilmeklerde bir sarkma yaratiyor. Iki kez okudum. Yorumu da okuyarak yaziyorum. Hikayenin giriş bolümunde bekçinin babasiyla olan ilişkisi meslek seçimi babinda o kadar uzun ki acaba yazar kendini mi anlatiyor diye düşündürmesi konsantrasyon bozucu. Pişmanlik üzerinde çok durulunca çehov’un tüfeği gibi sonuçta bir yerde pişmanlikla ilgili bir olay patlayacak diye bekledim. Var diyebilir miyiz? Kaba olarak düşündüğu subayin nezaketi bu sorumuzu karşilamiyor. . Bu durumda o bölümun bitaz kisalmasi ya da öyküye pişmanlikla ilgili bir mesel yspisi 🙂 kazandirmak iyi olabilir miydi diye düşündüm. Gelelim ulakla olan karşilaşmasina. Orada bir çatişma bekledim ki merakimizi kişkirtsin. Yok. . O sessiz bozkirda güzel betimlemelerin içinde veba filan da başlamasin ve hep o istasyonda kalalim oldum bi an. Bir şey olmadı meraklandiran. Adam komutan gibi tekmil verdi çekti gitti. Oradaki bekletim de şu oldu. Ulak bekçiden yalan söyledigini düşünüp şuphelenecek. Kendimi ulak ya da bekçi yerine koyunca yani gerçek hayatta öylesi bir tehlikeli durumda o kadar da rahatlikla beyanlara inanmaz kişiler. Sonrasinda bekçiyi pişman edecek bir şey de yok. Sadece şaşırdi. Kaba saba diye sevmediği subay milletinin nazik de olacağini gözleriyle görmuş oldu ama ayni nazik adam muhtemelen şehrin bombalanmasiyla ilgili araç gereç vs yi de getirendi.
Bir de Aĺah bizi salgin hastaliklara bekçi gibi bakanlardan korusun diyeceğim. Iyi ki dr olmamış. Bekçi o katliami onayladı vicdanen. Tabii burasi gerçekçi aslinda. Grcek hayatlarda da bir sürü fikirsiz insan çeşitli bahanelerle kırımları onayliyor. O tip saf ve antisosyal bir kişilik için uygun tavir ve gerçekçi.
Burada fazla müdahaleci olduğumu farkindayım. Güzel yaziyor dili iyi kullaniyorsunuz. Belki yorumlarim bir işe yarar diye yazdim. Alinmak darilmak olmaz degil mi? Bir ikinci nokta Tula ile Hansa yerlesimleri arasindaki uzakliğin verildigi cumle ve civarı biraz karışik. Bekçi Handa ya 1 saatlik yuruyus mesafesinde. Burasi biraz karişik. Dogru mu anladim diye haritaya baktim ama Hansa olarak moscow un kuzeyinde beyaz esya dukkani cikiyor. Neyse. Tedbirler alindiktan sonra sivil tren gecmiyor. Da iş için tula ya giden trene b8niliyor mesrlesi de biraz belirsiz geldi. Anlasilan siz bolgeyi iyi biliyorsunuz. Bir d3 zamani bilerek mi belirsiz seçtiniz.
Bunun disinda pek çok yoruma da katiliyorum. Hasebiyle kulak tirmaladi. Kufurler filan en bastan olunca delişmen kufurbaz bir bekçi bekledim o da karaktere uymamiş. Ve son bölüm çok kısa olmuş. Ulak’in oldugunu duyup pişman olacak niye bekci oldum diye filan beklemefim d3ğil. Iyi roman yazacaginizi düşünüyorum ama romanda dahi onceden akiş diyagramini kabaca yapmazsak karakterler bizi alir olmadik yerlere götürür diye düşünüyorum. Sürçu l8san ettiysek affola..
Yazim hatalari için okurlardan özür dilerim. Minicik bir cep telden yaziyorum ve ne ciktigina pek bakmadan yaziyorum.. Ulak ın vebadan ölmüş olabileceğini umdum demek istemiştim. Ö ler o olarak yazılmış.
Merhabalar Ezgi Hanım,
Vaktinizi ayırdığınız ve böylesine detaylı bir yorum yaptığınız için teşekkür ederim öncelikle. Darılmaca gücenmece yok elbette, istediğinizi yazmakta özgürsünüz ^^ Ve eleştirileriniz işe yaramakta, çünkü daha önce dikkat etmediğim noktalara değinmişsiniz. Müsadenizle kafanıza takılan yerleri kendimce cevaplayayım:
1) Hansa İstasyonu’nun sadık bekçisinin babasıyla yaşadığı meslek mevzusunu ben yaşamadım babamla açıkçası fakat o satırları yazarken şöyle resmettim kafamda olayı; altmışlı yaşlara gelmiş eski bir istasyon bekçisi, emekli de diyebilirsiniz, hâlâ yalnız, evlenip çoluk çocuğa karışmamış, hayatını gözden geçiriyor oturduğu masanın başında sigarasını içerken. Genç yaşına rağmen geçmişe anlatılması zor bir özlem duyan ben, belki bir şekilde böyle bir insanı somutlaştırabilirim diye düşündüm. Hansa İstasyonu’nun sadık bekçisi hiçbir şekilde hiçbir şeyden pişmanlık duymuyor. Yaşadıklarından, yaptıklarından, yalnızlığından, tatminkâr bir adam, lâkin Hansa aklından çıkmıyor, çünkü Hansa artık yok, yıllar önce bir daha geri gelmeyecek şekilde yerle yeksan edildi, tıpkı zamanın yerle yeksan ettiği geçmişimiz ve bize kalan anılar gibi.
2) Bekçi hem korkak, hem tembel, fakat bunları iyi-kötü ekseninde ele almadım öyküde. Bir insan pekâlâ tembel de olabilir, korkak da olabilir. Bu yüzden subaylık, doktorluk vs. gibi cesaret, emek, çalışkanlık isteyen mesleklerden uzak durarak bekçiliği seçiyor. Karakter ve karakterin geçmişte yaptığı seçimler (aktarabildim veya aktaramadım, onu okuyucu bilir) öyküye hâkim olan genel durgunluğun bir parçası. Yazarken hiç aklıma böyle gelmemişti ama şöyle düşünün; tek kamera ile küçük bir odada çekilen bir film, başlangıç, gelişme, her şey orada oluyor. Evet, çoğu izleyici için sıkıcı olabilir, ama benim bir yazar olarak orada vurgulamak istediğim zaman olgusunun bizzat kendisi. Andrey, bekçinin Hansa dahilinde iletişim kurduğu belki de tek insan. Dediğiniz gibi iniş ve çıkışları koysam hikâyenin tamamına yaymak istediğim durgunluğu bozmuş olacaktım. Yanlış anlamayın, size “cevap” niteliğinde değil bu yazdığım, lâkin genel olarak kafamda tasarladığım ağırlığı ve durgunluğuyla insanların üzerine Rus kışı gibi çöken bir atmosferdi.
3) Bekçinin onayı veya protestosu pek fark etmiyor esasında, emir Moskova’dan geliyor çünkü. Tarih boyunca yaşanan salgınlarda genel olarak buna yakın bir politika uygulanıyor, ölülerin yakılması bir yanadursun, hasta olanlar da mümkünse karantinaya alınıyor, karantina için imkan yoksa yok ediliyor. Başta içi acıyor bekçinin ama elinden gelen bir şey yok, hastalık yayıldı ve Hansa için yapılabilecek bir şey yok. Bekçiden Andrey’e, çavuştan Yüzbaşı Pasha’ya kadar önceden dediğim gibi herkes emir kulu, hâlihazırda uzun yıllardır dönen bir çarkın dişlisi.
4) Tula, Moskova’nın güneyinde bulunan bir yerleşim yeri. Aynı şekilde Pochinki de Rusya’nın iç kısımlarında bir yer. Hansa ise 1358 yılında Avrupa’nın kuzeyinde kurulmuş bir ticarî birliğin adı, fonetik olarak sevdiğim bir sözcük ve başka bir öykümde de geçiyordu. Zaten önceki yorumlarda bahsettiğim üzere öyküdeki temel gedikler bu sebepten kaynaklı.
Hansa İstasyonu ile Hansa arasında bir saatlik yürüyüş mesafesi var, Rusya’nın özellikle iç kesimlerinde hâlâ elektriğin dahi olmadığı, son derece ilkel şartlarda yaşayan köyler mevcut. Üzerine sert kışı ve sık bitki örtüsünü de eklerseniz böyle uzun bir sürenin çıkması doğal. Belki bir saat uzun olmuş olabilir, sizin güzel hatrınız için kırk beş dakika olsun 😛
Hansa’nın sivil ulaşıma kapatılması vebanın öncesine dayanıyor ve evet, belirli durumlarda lojistik amaçlı kullanılan trenlere binilebiliyor. Sağlık, Tula’da hâlledilmesi gereken işler vs. gibi aciliyet gerektiren durumlarda. Yoksa Hansa son derece kapalı bir topluluk, pek gelen gideni de yok zaten. Öyküde verememiş olabilirim bunu ama, haklısınız.
Eğer atladığım noktalar varsa affınıza sığınıyorum. Tekrardan çok teşekkür ederim böylesine detaylı bir yorumda bulunup eleştirdiğiniz için. Yinelemekte fayda var, darılmaca gücenmece yok, yorumunuzdaki yazım hataları da hiç sorun değil benim için ^^
Görüşmek üzere.