Keçileri otlatmaya çıktığı sıradan günlerden biriydi. Otlatma demişken, keçiler zaten hep oradaydı. Oysaki tek yaptığı, orada olduğu sürece havaya bakmak; keçiler otlarken Uçan Gorghy’lerin saldırılarından -sezinleyebildiği olursa- ses/gürültü çıkararak, keçilerin korunmasını sağlamaktı. Bunun için de gün ağarırken yanlarına gider, hava karardıktan sonra da evine dönerdi.
Uçan Gorghy’ler çok akıllı değillerdi ve geceleri saldırmazlardı ama bulutların üstünden uçtukları için harekete geçene kadar nereden saldıracakları bilinmezdi, havanın çok açık olduğu günler hariç. Harekete geçmeleri demek de, bulutun ardında görünmeden hemen önce gelen bir çığlık ve bulutun ardından çıktıktan sonraki birkaç saniye ile sınırlıydı. Öncelikle çok hızlılardı, tamam akıllı değillerdi, manevra kabiliyetleri pek yoktu ama güçlü ve hızlı olmaları çok dikkatli değilsen engel olamayacağın bir ölüm ikilisi oluşturuyordu. Bu kısa süre içinde saldırdıkları yerden keçileri kaçırmak için yapabileceği tek şey bağırmak, ses çıkarmak ve fırsatını bulursa taş atmaktı. Gorghy’lere bir şey yapamayacağı için asıl hedefi keçi oluyordu tabii ki. Çok değil birkaç adım yana gitmeleri dalışları savuşturmaya yetiyordu çünkü diklemesine yapardı hamlesini.
İşin kötü tarafı, konunun Keçi ile çözülmek zorunda olmasıydı. Dikine ya da geriye attığı bir iki adımın hiç yararı yoktu. Bir de dik yamaçlara çıkanlar için yapılacak bir şey yoktu; aşağı inmedikleri sürece sorun yoktu, kayalıklardan yiyecek toplayamıyordu Gorghy’ler. Aşağı inene kadar sağamıyorlardı o ayrı.
Büyük olasılıkla çığlıklarını hayatı boyunca unutmayacaktı. Gece rüyasında duyup yataktan fırladığı zamanlar bile oluyordu. Daha önceleri öldürmeye de çalışmışlardı ama şu tüylerini bir türlü aşamamışlardı. Ne fırlattılarsa çarpıp geri düşüyordu. Hatta Büyük Savaş’tan kalan bir gergedan boynuzu getirmişti Rahmoor -ki peltek olduğu için herkes ona Yağmur derdi; peltekliğinden kendine Yağmur derdi zaten-. Bu boynuzun her şeyi delip geçeceğini söylemişti, gözleriyle görmüştü hepsini yoksa niye desin ki? Fakat o boynuzdan yapılmış ok, mızrak dahi zarar vermemişti.
Asıl kızdığı keçiler değildi tabii. Yetiştirecek başka hayvan yok muydu da keçiyi seçmişti ailesi. Onları bir yerde toplaması çok zordu hem olur olmadık yerlere çıkmaları ve bunu her gün yapmaları işinin asıl zorluğunu oluşturuyordu. Neymiş?
-Keçi sütü iyiymiş…-
-Öldükten sonra ne yararı var?..-
Yiyeceği sırtına asılı, hava aydınlanmaya başlarken çıkmıştı yola. Yemek dediği kurumuş ekmeğe sarılı sert keçi peyniri ve tabii ki keçi sütünden yoğurt. Çok susarsa, yakaladığı bir keçinin sütü, ne olacak başka; keçi suyu, yediği ekmekte bile alıyordu tadını. Keçileri kaçırmaya ramak kalmıştı.
Şu önündeki tepeyi aşınca görecekti onları. Daha hava ağarmadığı için bir tehlike olmamalıydı ama gene de gel anlat, şu pır pır atan kalbine. Bugünün diğerlerinden bir farkı yoktu, her güne bu çarpıntıyla başlardı Amad.
Amad gençliğe doğru evrilen çocuk sayılırdı. Masmavi gözleri, sapsarı saçları vardı. Olmasına vardı da sevmezdi saçını, birkaç gün arayla kazıtırdı evdekilere. Öyle boş dolaşayım hevesleri yoktu; verilen işi yapar, gece yatar, hülyalara dalmazdı. Sürekli tetikte olmanın verdiği yorgunluktan olsa gerek eve geldiği an yatar uyurdu, belki de uykuyu seviyordu, bilmiyordu. Kendisiyle bilinçli olarak boş kaldığı tek vakit sabah gün ağarırken yaylaya gidiş, akşam gün batınca da dönüşüydü. Akşam bir şey göremediği kesindi çünkü hava tam kararmadan dönemezdi yayladan fakat sabah günün aydınlanmasına şahit olur ve belki de en çok bunu severdi. Zayıf olmasa da kilolu değildi, bunun nedeni sağlıklı keçi sütünden/etinden mi, bıktığından dolayı az yemesinden mi hiç bilemeyecekti.
“En iyi ne yapardı?” diye sorsanız; şüphesiz hiçbir şey derdi, neyde iyi olacağını bulacak kadar kendi başına kalmamıştı Amad.
Doğup büyüdüğü yerdi bu çevre; bu dağ tepeden, akan sudan, yediği ottan başkasını görmemişti. Köylerinden giden gelmezdi. Sadece savaşlardan dönerken geçenlerden çok az şey duyabilmişti Dhamir’in geri kalanıyla ilgili.
Uçan ya da Yüzen, Sürünen Gorghy’lerin olmadığı/görülmediği yerler olduğunu duymuştu. Nasıl olabilirdi ki bu? Uçan bir Gorghy’nin gidemeyeceği yer olabilir miydi, tüm Dhamir’i dolaşabilirlerdi uçarak. Tamam buralarda pek büyük su yoktu ama duymuştu olduğunu. Fahrad vardı mesela; öyle suyunun dingin göründüğüne bakıp aldanma, alıp götürürdü. Onun yüzlerce/binlerce kat büyüğü olduğunu duymuştu. Anladığı kadarıyla tek kara burada olmalıydı, Fahrad’ın yüzlerce/binlerce katı su olan yerler varsa tek karada kendileri yaşıyordu; bu bilgi bile buradan ayrılmamak için yeterliydi.
Küçük tepeyi aşmadan gözü karanlığa çok tan alışmıştı. Ne kadar şanslı olduklarını düşündü ya onlar da Uçan Gorghy’ler gibi karanlıkta hiç göremeselerdi? O zaman hep bir mağarada yaşamaları gerekecekti; varsın uçmasın, çok hızlı olmasın ve vücuduna ok/mızrak girmesin. Her ırkın kendine has avantajları vardı. Tepeyi aştığında çok net olamasa da hareket eden beyazlıklar olarak keçileri görmekteydi. Elini cebine atarak dibinden olsun zorlayarak bir avuç tuz çıkardı. Çoğu beyaz olsa da araya kum/toprak/taş karışmış bir tuzdu bu. Zaten Amad’ın ayak sesine bile yaklaşan keçiler yedikleri bu tuz sayesinde her gün, gün doğmadan önce aldıkları alışılagelmiş bir ziyafet haline gelmişti. Bu kadar tüflense de arası iyiydi keçileriyle, elinden geldiği kadar iyi bakardı onlara. Elinden yiyen keçileri saydı, iki tane eksikti, büyük olasılık tırmanıyor olmalılardı; sabah tuzuna gelmemeleri gidişin kolay, dönüşün zor olduğu klasik ayrılıklara benziyordu.
Çok geçmeden gün ağarmaya başladı. Amad, en iyi seyir yeri olan çukur alanın uç kısmındaki kayanın üstündeki çıkıntıda yerini aldı. Baharları diyebileceğimiz zamanlarda genelde burada dururdu, aslında daha çok yatardı; göğe sürekli bakmak için. Yazın güneşten yukarı çok bakamazdı ama asıl gölge takip ederdi; hava açık ve güneç çokça olduğu için yeterli olurdu. En büyük sıkıntı kıştı; soğuk, bulut, görememek daha ne olmasın?..
Gün ağarıp da güneş kendini hissettirinceye kadar yattığı yerden doğrulmadı. Işık ile birlikte kayalıklardaki keçileri de görüyordu, tahmin ettiği yerdelerdi. Güneş iyice tepeye çıktığı öğle vakti doğrularak azığındakileri yemeye başladı. Pek bulut olmadığından herhangi bir gölge için tetikteydi.
Yemeğine başladığında bir gölge geçtiğini hissetti ama emin değildi. Hemen başını kaldırıp yukarı baktı ama hiçbir şey göremedi. Tekrar yemeğine döndüğünde daha büyük bir gölge geçti, sanki bir Gorghy değil de on Gorghy büyüklüğünde bir şey geçmişti üstlerinden. Tekrar başını kaldırdı, bu kadar büyüklükte bir şey o kadar çabuk kaybolamıyor olmalıydı ama gene bir şey yoktu.
Ne olur ne olmaz, yanında her zaman tuttuğu zulası taş yığınından birkaç tanesini alıp ceplerine doldurdu. Uzanamayacağı yerler içindi bu taşlar. Kafası yukarda iken indi taştan, hazırlıklı olmalıydı;
“Vir, vir, vir” diye bir eliyle dizine vurarak bağırmaktaydı. Normal konuşması gibi değildi, daha genizden çıkan bir sesti bu. Keçiler, ne dediğini anlıyor gibi yavaşça seğirttiler Amad’ın yanına. Kendi etrafında da yavaşça dönmekteydi, malum her tarafı tam göremiyordu. Gölgenin üstünden geçiş yolunu düşününce taşa yüzünü dönmeliydi, öyle de yaptı. Fakat bu kez de ardından bir çığlık duydu. Evet çığlık aynen böyleydi, karanlıkta yürüdüğünden bile daha fazla tüylerini diken diken etmekteydi bu ses.
Ardına döndüğünde ise hemen yanından geçen rüzgarı hissetmesi bir oldu, bir keçiyi almıştı Gorghy. Yanlış yaptığını anlaması geç oldu, kayanın olduğu yerden bir Gorghy gelmiş ve bir keçiyi götürmüştü. Belki arkasını dönmeseydi, kurtaracaktı onu. Bu yüzden tekrar döndü kayaya doğru, emindi, tekrar oradan gelecekti. Fakat döndüğü an döneceğine pişman olması bir oldu. Az önce gördüğü büyük gölge şimdi anlam kazanıyordu.
Dev gibi bir Gorghy değildi kendine doğru yaklaşan, gelen bir Gorghy sürüsüydü. Tek tek saldıran Gorghy’ler nasıl oldu da sürü olarak saldırıyordu ki? Yapacağını yapmalıydı gene de, olduğu yere doğru boylu boyunca yatıp;
“Derveee!” diye bağırmaya başladı ve üstündeki rüzgar da geçtikten sonra zıplayarak kalktı ayağa. İlk kez bu kadar çok rüzgar hissetmişti üstünde. Gittikleri tarafa baktı ama tabii ki bir şey görmedi. Çevresine baktığındaysa sadece tırmanmış iki keçi dışında başka keçi olmadığını gördü; demek ki on sekiz keçiyi aynı anda götürmüşlerdi. İlk kez oluyordu bu; evdeki yüzleri düşündü, yarın ki işsizliğini, nerede hata yaptığını…
Gittikleri yöne doğru tekrar baktı, bakakaldı. Keşke onu da götürselerdi, böylece bir açıklama yapmak zorunda da kalmazdı, hayal kırıklığı dolu yüzleri de görmezdi.
Yapabileceği hiçbir şey yoktu, onların yiyeceğinden kendi yemeği geldi aklına; başı önde kayasına döndü. Bırakıp gidemezdi, en azından o iki keçiden olmaması gerekiyordu. Ellerini iki yana açıp bağırmaya başladı, bir şekilde ilgilerini çekmeye çalışıyordu ama o kadar vakti olmadı. Başını kaldırdığı anda iki omuzunda iki pençe hissetti.
Yemeğine bakıyordu hala; yemeği gittikçe küçülünce anladı, düşmeyip aynı keçiler gibi götürüldüğünü.
Yüzünü/Yanaklarını kımıldatan rüzgarı hissetmiyordu, ölüydü o artık. İlk kez kendi büyüklüğünde biri götürülüyordu, bunu da hiç duymamıştı. Az sonra sert gagasıyla kafatasını kırıp ya parça parça edilip yutulacak ya da gene parça parça edilerek yavrularına yedirilecekti, bu yüzden hiç direnmedi, boşuna bir çaba olacaktı. Her halükarda parçalanacaktı da, kim yiyecekti değişkendi.
Belki, kımıldasa saldırıp delecekti başını, buna yordu daha çok. En geç yuvasına gidene kadar yaşamak vardı işin ucunda. Sanki ne yapacaktı ki bu sürede, ot gibi kolları sarkık ölü taklidi yapacaktı. Bu mu yaşamaktı?
Ama yaşamaktı işte.
Hiçbir şey yapmasa da/yapamasa da yaşamaktı; umut vardı ucunda.
Mantık mıydı bu?
Hayır.
Sadece umuttu.
Çok hızlı gittiklerini bildiğinden gözünü açmıyordu. Bir kez denemeye karar verdi, nerede olduğunu görmek istiyordu. Köylerinin üstündeler miydi? Yoksa büyük suların olduğu yerde mi? Ne kadar hızlıydılar? Pençeleri nasıldı?
Kımıldamamaya çalışarak, gözünü korka korka açtı. Öncelikle hiç de hızlı değillerdi hatta havada süzülüyor olmalılardı fakat tekti Gorghy, diğerlerini göremedi. Kafasını çevirmeden, gözünün ucuyla bakıyordu bakmasına ama başka göremedi.
Altlarında upuzun bulut pamuk tarlasının üstünde uçuyor hissi uyandırıyordu, bulutların üstünde olmalıydılar. Bulutun üstünde kapkara gölgesi kendisini takip ediyor gibiydi. Bir süre sonra parçalanıp yenmeyecek olsa, zevk aldığını söyleyebilirdi. Pençelerine baktı, pek pençeye benzemiyordu, daha çok kocaman tavukayağı gibilerdi. Bol kıvrımlı iki ayağıyla öyle güzel kavramıştı ki Amad’ı, bu ayakların bunun için yapıldığını düşündürtüyordu. Acaba şu bulutların altı nasıl görünüyor diye geçirdi içinden? Buluttan geçerken sürtünme hissedecek miydi? Hoş, bulutları geçi yükselirken hissetmemişti böyle bir şey ama bir kez de gözüyle görüp, teniyle hissedebilseydi keşke. Hem belki yükselirken belki de bulut yoktu orada.
Hem sevindiği hem de korktuğu şey başına geliyordu; Gorghy alçalmaya başladı. Tamam, bulutun içini ve altını görecekti kabul ama belki de yuvasına gelmişlerdi. Ölüm zamanı yaklaşıyor olmalıydı.
Bulutların içinden geçerken bir şey hissetmedi pek. Belki biraz daha yoğun bir hava o kadar ama buluttan çıktıkları an korktu işte. O kadar yüksek geldi ki, yerden bakınca bulutlar bu kadar yüksek durmuyordu. Gayri ihtiyari hareket edip, ayaklarına sarıldı.
Bunun karşılığında öleceğine emin olsa da düşme korkusu ağır basmıştı.
Çığlığı bu kadar yakından duyduğunda ise ölmeye artık hazırdı. Tek hamle ile olması için dua ediyordu. Saniyeler geçti, dakika geçti, ölmedi Amad. Nedenini bilmiyordu ama öldürülmemişti.
Korkusunu biraz yenip de çevreyi incelemeye başladığında, aşağının tanımadığı bir yer olduğuna karar verdi. Bu ırmak, göl, ağaçlar kendi çevresinde gördüğü yerler değildi. Hatta bitki örtüsünün bile ilk kez gördüğü, farklı bir çeşit olduğunu düşündürttü. Acaba yukardan bakınca mı farklı görünüyordu, bunu hiçbir zaman öğrenemeyeceğini düşündü. Çok geçmeden de uçsuz bucaksız gibi görünen büyük suyun üstünden ilerlemeye devam ettiler. Bu kadar su görmek, daha önce duyduklarını hatırlattı.
Tam sonu gelmeyecek gibi görünen düşünce sararken içini, suyun bittiği yeri gözünün ucuyla dahi olsa seçmeye başladı. Su biterdi bitmesine, bitecekti muhakkak ama suyun bittiği yerde gördüklerini ne görmüş ne de duymuştu.
Tamam deniz kenarında kayıklar vardı, bunu anlayabiliyordu ama bildiği kayıkların yanında kocaman, kocamandan bile kocaman kayıklar vardı; üç/dört değil, on/onbeş değil, yüz kişiyi bile rahatlıkla taşıyacak kayıklardı bunlar. Üstlerinde uzuuun bez parçaları dalgalanıyor, kayıklar kadar büyük iskeleye yanaşmış, denizin dalgasıyla hafif hafif sallanıyor, kendine doğru çeken gizemli bir büyü yapar gibi çağırıyordu Amad’ı. Hele arkada duran uzuuunca yapı neydi öyle. Elli adam boyunda vardı. Daha iki adam boyunda yapı görmemişti, nasıl yapmışlardı ki bunu? Diğer binalar bile gerek iki gerek beş adam boyundalardı, devler ülkesi miydi yoksa burası?
Korktu Amad.
Yakalandığından bile çok korktu, gene de keçileri kaybettiği kadar korkmamıştı ama oldukça korkmuştu. Gorghy pençelerinde olsa da oraya gitmek istemedi Amad. Kötü bir şey vardı orada, farklı bir şey daha önce hiç karşılaşmadığı kimsenin de karşılaşmayacağını sandığı bir şey vardı. Bu kulenin, bir şekilde önemi vardı, bilmiyordu ama hissediyordu.
Kapattı gözünü, dönmek istedi, en azından görmemek istiyordu, dönüp gitmek buralardan hatta ölümü düşünmeden vücudunu dahi döndürmeye çalışmıştı; o kadar istemiyordu. Rüzgarın yüzünde değiştirdiği haline bakılırsa yön değiştirmiş olmalılardı. Gözünü açtığında tekrar koca suyla karşılaştı; gerçekten dönmüşlerdi. Kara neresinde kaldı diye çevresine bakındı, sağının ardındaydı. Biraz daha detay görmek için bakınca da Gorghy’nin tekrar Karaya döndüğünü gördü.
Yok canım, daha neler…
Kendisi mi yön veriyordu yoksa?
Öğrenmesi kolaydı. Tekrar sola baktı, Gorghy kımıldamadı, hala karaya doğru gidiyordu. Vücudunu terse doğru çevirmeye başlayınca Gorghy’de döndü. Gerçekten yön veriyordu demek ki.
Eğlence şimdi başlıyordu.
Öncelikle karadan uzaklaştı, karanın daha sakin olduğu diğer taraflara doğru gitti. Kimsenin olmadığı yeşil bir alana doğru alçalttı. Peki, nasıl inecekti?
Yere yaklaşınca Gorghy’nin bacaklarından tuttu, hazırlıklı değildi tabii ki buna, sıkı tutmasa kötü bir iniş olacaktı. Bacağını tutmayı bırakınca tekrar sıktı pençeler omuzlarını. Şimdilik inmek çok mantıklı gelmedi, hava da kararıyordu.
Gorghy’ler gece uçmazdı, en azından öyle biliyordu, konacaktı muhakkak o sırada atlayabilirdi belki. Tabii bilgilerin ne kadarı doğruysa, bugün olanları düşününce, geri kalan hayatında daha önce bildiklerinin hiçbir zaman doğru olmayacağı belliydi.
Hava iyice karardıktan sonra, uzun yapıya bakmaya karar verdi. Tabii Gorghy karar verecekti buna; inmek isterse kaldıramayacağını biliyordu, sağa/sola dönmekten farklı bir şeydi inmek/kalkmak…
Gorghy hiç inmeye çalışmadı, öyle ki, hiç konmayacakmış gibiydi. Bazen hiç kanat çırpmadan dakikalarca uçtuğu oluyordu, rüzgarın kanatlarından geçerken yaptığı/yapmadığı bir şeylerin işine yaradığını düşündü, ne kadar da bilgisiz ve cahil hissediyordu şuan. Gene de çevresine baktı, uçuyordu işte, bu avunması için yeter de artardı bile.
Hava karardığında o iskeleye geri döndü, yukardan bakınca hareketlilik görünmüyordu, karanlık olduğu için o aşağıdakileri görmüyorsa onlar da kendisini görmeyeceğine güveniyordu.
Önce çok yukardan kulenin çevresinde dönmeye başladı, yavaş yavaş da yaklaşıyordu. Şimdi aklına geldi, keçi çobanıyken Gorghy’lerin hızlı dalışlarını, şimdi hiç öyle değildi, hiç o kadar hızlanmamıştı. Etrafta kimse yoktu ama evlerin arasında direklerde ateş yakmışlardı. Çok garip geldi ona, bunun niçin yaptıklarına anlam veremedi. Herkes evindeyken niye aydınlatıyorlardı ki sokakları. Yoksa burada da başka bir Gorghy mi vardı, geceleri karanlıkken saldıran, bu yüzden mi hep aydınlık tutuyorlardı?
Kuleye iyice yaklaştırdı kendini, tam üstünde, neredeyse olduğu yerde duruyordu Gorghy. En fazla birkaç karış kalmışken kulenin tepesiyle arasında, bacaklarından tutarak aşağı sarktı ve üstündeki çubuğa tutunarak bıraktı kendini. Bıraktığı an tiz çığlığı kulaklarında duymasıyla Gorghy’nin kaybolması bir oldu. Acaba “Uçan Gorghy’ler hızlı değil de başka bir şey mi var?” diye geçirdi aklından ama sonra asıl kuleye ve kuledeki biri/birileri varsa buna konsantre olmak için sonraya attı.
Kulenin tepesi koni şeklinde eğimli bir çatıydı. Tutunabildiği yerlere tutunup yavaşça kenarına geldi ve kenardan alta baktı. Burası bir gözetleme alanı gibi yürüyecek alan olan bir yerdi. Ses yapmamaya özen göstererek buraya indi, camdan içeri baktı, kimse görünmüyordu. Kapıyı bulunca açmaya çalıştı ama açılmıyordu. Camları denedi, bir tanesini yukarı kaldırmayı başardı ve sessizce içeri de girdi. İçerde pek bir şey yoktu, yuvarlak bir odaydı sadece. Birkaç sandalye, bir masa, üstünde dağınık birkaç kağıt. Okuması yoktu Amad’ın, gene de ayın ışığında olsun evirdi çevirdi, bir şeylere benzetmeye çalıştı ama bir türlü anlayamadı yazılanları.
Sadece çalakalem çizilmiş bir resim dikkatini çekti. Kocaman bir kuş çizilmişti, bu Gorghy’ye benziyordu. Ortak nokta bulması yakınlaşmasını sağlasa da içinden “kimsin sen?” dedi. Tekrar içinden geçirmese de tekrar duydu aynı soruyu;
“Kimsin sen?” içinden gelmiyordu bu ses, arkasını yavaşça döndü. Odanın diğer ucundaki açık kapıyı ve kendisine bakan biri olduğunu gördü. Çok karanlık olduğu için kim olduğunu göremiyordu, tek bildiği ses tonuna bakılırsa erkek olduğuydu.
Kendini parmağıyla gösterirken “Amad, ben” dedi ama bir yandan da açıp çıktığı camı yavaşça kaldırmaya çalışıyordu. Başardığında da aklına gelen binlerce sorudan hiç birini sormayarak kendini camı dışındaki kenara hızlıca attı ve olabildiğince çabuk çatıya tırmandı. Çatıya vardığında tabii ki ne yapacağını hiç bilmiyordu.
Gorghy gelecek miydi? Neden gelecekti ki? Tek bildiği şeyi yaptı, kapılıp götürülmeden önce yaptığı gibi kollarını iki yana açıp bağırmaya başladı.
Çığlığı duyduğunda bir rahatlama geldi. Omuzlarından kapılıp götürüldüğünde çaktırmadan göğsüne koyduğu çizimi daha sonra incelemek için elinin içiyle dıştan yokladı hala orada olduğundan emin oldu. Yükselirken kuleden kendisiyle konuşana baktı, yüzünü sorsan hatırlamıyordu ama nedense tanıdık biri gibi hissetmişti.
Açık bir arazi bulmaya çalıştı, gecenin karanlığından gördüğü kadarıyla. Yere iyice yaklaşınca tekrar tuttu bacaklarını ve kendini sallandırıp bıraktı, tabii ki hiç kolay olmadı. Yuvarlanarak indi yere, kulenin tepesindeki acemi şansı bu kez tutmamıştı. Kalkınca üstünü kontrol etti, bir yarası/kırığı yoktu.
Gorghy ise az öteye doğru ilerleyip kıvrıldı ve kafasını kıvrımının ortasına gömerek uyumaya başladı. Yanına giderek minnetini sunmak istiyordu ama korkuyordu tabii ki. Ürkek bir şekilde yaklaştı yanına, en ufak harekette geri çekilmeye hazır şekilde ilerliyordu. İçinden de, “korkmana gerek yok, ne istersen, ne zaman istersen yaptı, hem öldürmek istese zaten öldürürdü” diyordu, küçük adımlarla yaklaşıp titreyen elini uzatırken bile. Tüyüne dokunduğunda kaldırdı başını Gorghy, o an neredeyse ruhunu teslim ediyordu, taaa ki tekrar kafasını kıvrıma gömene kadar.
Tüyleri bile neredeyse yarı boyu kadar vardı ve hem yumuşaktı tüyleri hem de çok sertti. Ok ve Mızrağın işlememesini bir nebze kabul eder oldu. Sonra çok uzağına gitmeden oturdu yere. Bir yandan da koynundaki kağıdı tekrar kontrol etti, gündüz gözüyle incelese fena olmazdı. Yorgundu, kendinden geçmeye yaklaştığını anlayınca başını gayri ihtiyari Gorghy’ye dayadı hala düşünüyordu.
Yakınlarda ev ya da ağaç olmayan geniş bir yeşillik seçmişti, kimseyle uğraşmak istemiyordu; başka bir diyarda olduğu kesindi ama neredeydi? Bazı soruları kendi kendine çözmeden ortaya çıkmamaya çalışacaktı. Yapılan binaları düşündü, kendilerinden çok daha uzmanlaşmış olmalılardı. Kendi bilgileri tezekten, belki de kerpiçten yapılara olanak veriyordu. Kule kayalardan yapılmış gibiydi, diğer binalar ise daha farklıydı, sıra sıra tahtalar vardı örneğin; tahtayı bu şekilde kullanmak hiç aklına gelmemişti.
Fakat o kuleyi nasıl yapmışlardı ki? O kadar kayayı üst üste koyup nasıl yıkılmamıştı; çok da sağlam görünüyordu diye düşünürken uyuyakaldı.
Sabah uyandığında Gorghy çoktan gitmiş olmalıydı, yoktu ortalıkta. Sabah daha iyi hissediyordu, ilk iş kağıdı incelemeye başladı. Yazıları tabii ki anlamıyordu ama çizimi evirdi çevirdi kendini buraya getiren Gorghy olduğundan emin olmasından başka bir şey bulamadı; kağıdı bile neden aldığını bile bilmiyordu ki. Tekrar koynundaki yere sokuşturarak “çevrede sorularına cevap alabileceği birileri var mı?” diye bakmak için dolanmaya başladı.
Bir süre yürüdü, tahminine göre iskeleye doğru yürüyor olmalıydı. Şu birkaç kanat çırpışı yolu kendi başına yürümek ne kadar çok zaman alıyordu. Yavaş yavaş evlerin olduğu bölgelere geldi, gerçekten çok farklıydı buralar. Çevreye bakınmaktan sorularını/amacını unuttu, gördüklerini incelemeye başladı.
Yerleşimin başladığı yerlerde derme/çatma olan evler kendininkilere benziyordu ama ilerledikçe, evler güzelleşmeye, yükselmeye başladı. Yollar patikadan taşlardan örülmeye, tarlalar azalmaya başladı. Hele ki yaşayanlar, nasıl bir köydü burası, hiç yoksa yüz kadar ahali geçmişti yanından, kuleye ise daha çokça yol vardı.
Duvarın birine dayanmış soluklanan bir yaşlı görünce, durdu yanında. İki soluklanıp başladı konuşmayı açmaya;
“Buralardan mısın?”
“He ya, üst mahalleden”
“Mahalleden?” diyecekti demedi, anlamış gibi salladı başını. “Ben yeni geldim, dolaşıyorum çevreyi”
“Dolaş ya, gençsin. Ben iki sokak öteden geldim yoruldum. Nereden geldin?”
Konuşma hiç de istediği şekilde ilerlemiyordu, lafı çevirmesi gerekiyordu, “kuleye gidiyordum, doğru yolda mıyım?”
“Kule?”
“Ne kulesi?” gibi sormamıştı, onaylatmak içindi besbelli. Aynı şekilde yanıt vermek istedi, “He ya, kule”
“Doooru git ama gene de irelde tekrar sor, biraz okarda o. Ne yapacaksın yangın kulesinde?”
“Yangın kulesinde?” tekrar onun gibi sormuştu, yapabilirdi bunu, pek yabancı gibi görünmeyecekti demek ki, “hiiç, meraktan” diye geçiştirdi. Demek yangın içindi o kule; nası yapıldığı bir muamma olsa da bu kadar ahşap evin olduğu yerde çok mantıklı geldi yangın kulesi olması. Gene de “koskoca suları var önlerinde, ne yangını yaw” diyerek te kendi zekasına övgü verdi.
Daha sonra kimseye sormadı kuleyi, nerede olduğunu bulmaya çalıştı. Bulundukları yer Iypxsa idi. Iypxsa bir şehirdi. Şehir köylerin birleşmesi gibiydi ama öyle on/yirmi değil yüzlerce köyden oluşuyordu. Kendi köyünün ismini söylese de kimse duymamıştı. Öğle güneşi gidip de öğlden sonraya gelirken kuleye vardı. Yerden bakınca daha da uzun duruyordu. Çevresinde türlü satıcıların olduğu bir meydandaydı kule. Kapısına doğru çekiliyordu hala ama kapıda duran biri vardı. Düşüncesini belli etmemeye çalışıyordu, pazardaki mallara bakıyor gibi yapıyordu. Arkasını döndüğü vakit görevliyi hemen ardında bulması bir oldu. Görevli;
“Erkencisin”
“Beeen?” Şaşırmıştı, korkmuştu, kızarmıştı ve belli etmemeye çalışıyordu. “Yok yaaa”
“Neyse, çık istersen. Erkenden gitti herkes, boş yukarısı”
Bu denilenlerden anladığı, yukarda kimse yok, çıkabilirsindi. Tamam birine benzetmişti, kabul ama işine yaramıştı işte, “tamam, çıkıyorum”.
Önce yavaş yavaş çıkmaya başladı dar merdivenlerden, arkasından gelen olmayınca hızlandı, kimse gelmeden en üste çıksa iyi olacaktı. Zorda kalırsa en azından Gorghy kurtarabilirdi. Yıllarca düşman bellediği kuş şimdi kurtarıcısı olmuştu.
En üste çıkınca gerçekten yorulmuştu, hayatında neredeyse toplamda bu kadar basamak çıkmadığını düşünüyordu. Gündüz gözüyle çevreyi incelemeye başladı, yanına aldığı gibi başka kağıtlar da olduğunu gördü, kuş aynı kuştu ama değişik hareketli çizimleri vardı. Çizimlerden birinde kanatı açık bazısında kapalı, bazısında konmuş bazısında uçuyordu. Birinde ise Gorghy’ye ip bağlanmıştı ve ipin ucunda da biri vardı. Bir diğerinde iple bağlı adam Gorghy’nin üstüne çıkmıştı. Ne demek oluyordu tüm bunlar? Dün gece Gorghy’nin onu götürdüğünü görmemiş olması gerekiyordu. Bunlar planlar olmalıydı ve kapıdaki görevli “erkencisin?” derken burada olan kişinin akşamları geldiğini anlıyordu ve bir şekilde de kendisine benziyor olmalıydı. Tam göremese de, tanıdık gelmesini de buna bağlaması çok sürmedi. Kağıtlara bir bir detaylı bakarken ardında tekrar o tanıdık sesi duydu;
“Kimsin sen?”
Bu kez hava daha aydınlıktı, yukarı çıktığını duymamış olmalıydı; belki de aşağıdaki görevli ona yukarda biri olduğunu -muhtemelen de- kendisine benzeyen biri olduğunu söylemiş ve bu nedenle daha sessiz yaklaştığını düşünüyordu.
Döndüğünde ise gözlerine inanamıyordu. Kendisinin aynısı kapıdan konuşuyordu. O da bu benzerliğe şaşırarak kalakalmıştı. Kaçsa mıydı? Konuşsa mıydı? Bilemedi!..
Sesi çıkmadı ama “Amad” diyecek oldu, onun yerine ağzından “Sen” çıktı. Cama ve oradan çatıya çıkmak için hareketlendi ama arkasındaki ses, peşinden koşma sesi değildi;
“Kuş” dedi durdu, kendisi için çok önemli bir soru olduğu belliydi, “sen kuş musun?”
Bunu beklemiyordu Amad, durdu bu yüzden camın dışında, hiç bu şekilde düşünmemişti. Tekrar içeri baktı, odada kimse yoktu.
Korkmadı bu kez. Aslında neler olduğunu çok iyi bildiğini anladı. Sonra daha bir emin şekilde çıktı çatıya, güneş tepeden gitse de hala aydınlık olmasını umursamadan, kollarını iki yana açtı ve bağırarak bıraktı kendini kulenin çatısından aşağı.
Bu bağırtıya bakmayan bile daha sonraki meydanın içinde yankılanan tiz çığlıkla başını kaldırıp kulenin tepesine baktı.
Sonrası çoğu ahali tarafından farklı şekillerde anlatılır;
Çok kısa bir süre de olsa “Kuleden atlayan birinin havada süzüldüğünü” gördüğüne yemin edenler oldu.
“Birinin kuleden düştüğünü” diyenler oldu.
“Bir şeyin uçup sırra kadem bastığını” birden görünmez olduğunu diyenler oldu.
Sadece “Kuştu, uçtu” diyenler oldu.
Sevgili @MaNGeL
Kompleks cumle yapilarini kullanmayi sevdigini goruyorum. Bu yapilar guzel duzenlenmisse oykuye derinlik katar ve yarattiklari olay/zaman/ruh hali/kurgu siralamasi yaratilan isin kalitesini belirleyebilir. Veyahut, ayni yapinin insasinda neden sonuc iliskisi/olay orgusu/betimleme gibi konularda; uzerinde biraz daha kalem oynatmak gereken husular acik kaldiysa o zaman “yazari anlayamamis okuyucu” degil “kendini anlatamamis yazar” bulabiliriz.
Cunku okuyucu ben anlamadim, degil yazar anlatamamis, der:) Hikayenin cumlelerini “parlatmak” icin biraz cimri davranmis olabilir misin, belki bir de bu gozle bakmak istersin.
Ayrica; karakteriyle beraber hikayenin keyfini cikarirken, ayni zamanda kalemini zincirlemeyen yazma tarzinin cok guzel bir sekilde gelisecegine eminim:Kecileri kacirmakla ilgili espirin/karakterin ruh halinin 3-5 kelimeyle anlatilmasi gibi.
Asagidaki cumleyi ilk okudugumda; kullanilan ifadeden dolayi karakterin hikayenin ilerleyen yerlerinde basina “olum"gibi bir olay gelecegi hissiyatini edindim. Bunun yerine " hic bir fikri yoktu” mu demek istiyorsun,diye dusundum
Biraz daha ifadelerin icin nacizane yorum yapmak isterim; yukaridaki “kimin yiyecegi ise degiskendi”. Ufak bir not: baglac olarak kullanilan “da” ekinden sonra virgul konmadigini biliyorum eger bunun gibi bir yazimsal ihtiyac hissediyorsan o zaman olumsuz baglaclari tercih etmen daha uygun olabilir(ama gibi).
Ve son kez; mesela karakterin profili buluttan gecerken surtunme olacagini mi dusunur yoksa pamuk gibi gorunen bulutlari tutup tunamayacagini mi?
Hikayenin gidisi sona kadar gayet guzeldi. Merak uyandirici ve sonucu okumayi heveslendiriyordu. Ancak sonunu nasil bagladigini, ucan yaratiklar bulut ulkesi (Istanbul sanirim) cocugun hersey cozmesi (o ana kadar anlattiklarindan hangi parcalari birlestirip cocugun anladigini anlamam gerektigini cozmek konusu)… biraz kayboldugumu itiraf etmeliyim.
Yukarida yazdiklarim gordugun gibi biraz teknik hakkindaki dusuncelerim oldu. Cunku gelistigini gormek isterim
Eline ve dus gucune saglik
Sevgiler
Dipsiz
Değerli görüşlerin için çok teşekkür ederim.
Genelde romanımla uğraşırken, öykülerle hayal gücümü kullanmak keyif veriyor. Öykü seçkisiyle başlayan yazılarım farklı bir soluk oluşturmakta benim için. Romanda çok tecrübeli olmasam da öyküde daha da yeniyim.
Şimdi yazsam, yarısından sonrayı değiştirirdim mesela (: Fakat bir ay sonra onu da değiştirirdim (:
Evet, ölüm gibi de görünüyormuş. Burada amacım hiç bir zaman bu konuda emin olamayacağıydı.
Sonunu biraz okuyucuya bırakmayı tercih ettiğim bir öyküydü; net olmamasını kendi açımdan doğru bulsam da yanlış anlaşılmış olabilirim.
Bana kalırsa, devamı gelecekmiş gibi bir öykü olmuş.