Muhsin dedeyi ilk defa her okul çıkışı oynadığımız parkta gördük. Yerlere uzanan eskimiş gri paltosu, soluk lacivert pantolonu, çamur lekeli siyah botlarıyla kambur bir silüet halinde ilerliyordu. Elinde sanki dünyayı taşıyormuş gibi kocaman, ağır mı ağır dört torba vardı. Hali tavrı merakımızı uyandırdığından uzun süre gözlerimizi ondan alamadık. Elimizde olmadan ona yaklaşıp daha yakından seyretmeye başladık. Sonunda yaklaştığımızı duymuş olacak ki, ensesinde tel tel uzanan yana taranmış koyu gri saçlı başını çevirip baktı. Kocaman ela gözlerini fal taşı gibi açmış, “Ne istiyorsunuz,” der gibi şüpheci gözlerini üzerimize dikince hem korktuk hem de donakaldık. Kemerli kocaman burnu, hafif kalkık kocaman kaşları ve ince yüzüyle onu Gargamel’e benzettik. Başımızı sallayıp oradan sıvışmaya hazırlanıyorduk ki, gür sesiyle bize bağırdı.
“Çocuklar saatlerdir ne yaptığıma bakıyorsunuz, hiç birinizin aklından geçmez mi burada yaşlı bir amca var, kilolarca torbayı taşıyor, gidip bir yardım edelim, diye. Haydi yardım etsenize bana!”
Hemen yanına koştuk, torbaları onunla parkın havuzuna kadar taşıdık. Torbadan çıkan yemlerle kuşları besledik. Bu arada konuşup birbirimizi tanıma fırsatı bulduk. Adı Muhsin’miş, mahallemize yeni taşınmış. Adımızın Ahmet, Engin ve Oktay olduğunu, bu mahallede oturup burada bir ilkokulda okuduğumuzu, ailemizin ne iş yaptığını filan öğrendikten sonra, “Aferin size! Akıllı, yardımsever çocuklarsınız. İster misiniz yardımlarınızın ödülü olarak size bir masal anlatayım?”
“Masal mı anlatacaksınız?” diye sordu Ahmet tereddütlü bir sesle.
Muhsin dede gür kaşlarını kaldırarak,
“Anlatmayayım mı?”
“Anlatın tabii. Neden olmasın?”
Muhsin dede anlatmaya başladı:
Evvel zaman içinde kalbur saman içinde develer tellal iken, pireler berber ilen, ben ninemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, çok uzak diyarlardan birinde bıyıkları yeni terlemiş gencecik bir delikanlı varmış. Gürbüz kuvvetli bir geçmiş, vurduğunu yere devirirmiş. Anasıyla köyünde tek göz odalı evinde mutlu mesut yaşar gidermiş. Bir gün tarlada çalışmak için evinden çıkmış giderken yolda bir grup çocuğa rast gelmiş. Çocuklar bir kazı yakalamış, tüylerini yolmaya çalışıyormuş, kaz da ciyak ciyak bağırıyormuş. Delikanlı hemen koşmuş, çocukları tepeleyip kovalamış, kazı da kurtarmış. Kaz oracıkta dile gelmiş, “Sen çok yardımsever, iyi kalpli birine benziyorsun. Dile benden ne dilersen,” demiş.
Delikanlı şöyle bir düşünmüş, “Şöyle kocaman, uzun tüylü beyaz bir atım olsa ne güzel olurdu. Tarlaya yürüyerek gitmezdim, atın üstünde otura otura hızlıca giderdim.”
Dileği hemen olmuş, önünde kocaman, uzun tüylü bembeyaz bir at belirmiş. Delikanlı sevinçle üstüne atlamış, atlamasıyla yere düşmesi bir olmuş. Kaz ona demiş ki,
“Sahip olduklarının kıymetini bil, hor kullanma, sadece kendin için değil insanlığın yararı için de kullan. O zaman aldıkların sana hayırlı olur,” diyerek gözden kaybolmuş. Delikanlı atın yelelerini okşayarak nazikçe üstüne atlamış, bu sefer at uysal davranıp, hafifçe koşturarak delikanlıyı tarlasına götürmüş.”
Muhsin dede sözlerini tamamlayınca “Masalı beğendiniz değil mi?”
“Beğendik,” dedik.
“Haydi size iyi günler,” diyerek torbalarını alıp hızla uzaklaştı.
“Garip bir adam bu,” dedi Ahmet.
Ondan sonra üç gün Muhsin dedeyi görmedik. Ama bu arada üçümüzün de başına çok garip şeyler geldi. Ahmet okuldan dönerken evinin orada bir köpeği taşlayan çocuklar görmüş, iri yarı olduğu için hepsini dövüp kaçırmış. Köpeğin tasmasında “Bütün dilekleriniz sizin olsun!” yazılıymış. Ahmet hemen ‘bisiklet’ dilemiş. Engin odasının penceresinin önünde kanadı kırılmış yatan bir güvercin görmüş. Hemen onu komşusu veterinere götürmüş, veteriner kanadı yerine takmış, kuşu da pencereden uçurmuş. O sırada gökyüzünde yıldız kaymış ve veteriner Engin’e “Haydi bir dilek tut,” demiş. Engin evinin bahçesine salıncak kurulmasını istiyormuş, ama babası hep erteliyormuş, ‘salıncak’ dilemiş. Ben de yolda giderken bir kedinin kuyruğuna teneke bağlamaya çalışan üç çocuk gördüm. Kediyi kurtarmak için onları taşla kovaladım, yoldan geçen bir kadının yardımıyla kediyi kurtardım. Kadın bana “Sen hayvanları çok seven iyi bir çocuksun, al şu nazar boncuğunu, gönlümden koptu. Hadi tut bir dilek, hemen oluversin dileğin,” diyerek elime bir çengelli iğne ile nazar boncuğu tutuşturup gitti. Göğe bakıp “100 lira diliyorum,” dedim. Sonra aklıma masaldaki kazın “elindekileri insanlığın yararına kullan” sözü gelince, dileğimin gerçekleşmesi garanti olsun diye yine göğe bakarak “böylece bu parayla fakirlere yardım edebilirim,” diye ekledim.
Ahmet’e ertesi gün babası bisiklet aldı. Ahmet sevinçle bisiklete atladığı anda bisiklet yana devrildi, Ahmet‘in bacağı incindi. Engin’e babası salıncak kurdu. Engin de salıncağa biner binmez düştü. Bana babam 100 lira verdi, sevinçle kırtasiyeye giderken, yolda bir dilenciye rastladım. Nasıl olsa 100 liram var diyerek cebimdeki bir 10 liralık banknotu ona vereyim dedim. Yanlışlıkla 100 liralık banknotu vermişim. Durumu anlayınca hemen geri döndüm ama dilenciyi eski yerinde bulamadım, bütün mahalleyi aradım, adam kaybolmuş.
“Onun çok garip bir adam olduğunu söylemiştim,” dedi Ahmet, “Yaşadığımız olaylar nasıl da anlattığı masala benzedi.”
“Hemen bulalım onu, bunun sebebini öğrenmeliyiz,” dedim.
Uzun aramalarımızdan sonra onu parkın yanındaki çeşmenin önünde oturmuş dinlenirken gördük. Durumu anlattık.
“Tesadüftür,” dedi.
“Nasıl tesadüf? Üçümüzün de başına aynı şey geldi, üstelik neredeyse aynen masaldaki gibi!”
“Siz de dilek dilemeyi ve dileğinizin olmasını istemişsiniz, Allah da dileğinizi kabul etmiş. Onu bırakın da masalın devamında delikanlının başına neler geliyor ona bakın!”
“Masalın devamı da mı var?”
“Tabii ya ne sandınız, hemen anlatayım.”
Hemen başladı.
“Delikanlı nihayet atına alışmış, onunla gece gündüz dere tepe ova dağ geziyormuş. Günün birinde bir kayısı ağacı görmüş, susamış, “Bir kayısı yiyeyim de susuzluğum geçsin,” demiş. Bakmış ağacın dibinde bir kız oturur. Zümrüt gözlü, ceylan bakışlı. Kiraz dudaklı, al yanaklı. Yüzü ay parçası, saçları kömür karası. Hemen oracıkta aşık olmuş. Almış sazı eline,
Ey güzel kız ey güzel kız,
Sen misin gökteki yıldız,
Kimsin kimlerdensin ay kız,
Güneş gibi parlarsın kız
Kız demiş,
Ben ne ayım ne güneşim
Dünyada bulunmaz eşim
Üç şeyi arar dururum
Elmas, yakut ve de yeşim
Delikanlı kıza hemen evlenme teklif etmiş. Kız da ona padişahın kızı olduğunu ve bir şartla ona varacağını söylemiş. Ailesine dedelerinden çok değerli üç taş kalmış. Taşların biri elmas, biri yakut, biri de yeşimmiş. Sahiplerine biri mutluluk, biri bolluk, biri de kutluk getirirmiş. Ne var ki bir gece kocaman bir ejderha ağzından alevler püskürterek gelmiş, üç değerli taşı da alıp götürmüş. O zamandan beri ülkede müthiş bir kuraklık yaşanmış ve halk üzüntüden hasta olmuş. Kız da ancak o taşları ejderhanın elinden alıp kendisine getirecek bir yiğitle evlenmeye ant içmiş. Delikanlı bunu hemen yapacağını söylemiş. Kız,
“Aman dikkat et, senin gibi nice genç, kuvvetli, cesur yiğit denedi hiç biri başaramadı. Onu yenmenin tek bir yolu var, ayağına çelme takıp düşürmek, ama bu sandığından daha zordur.”
Delikanlı derhal atına atlayıp gitmiş, ejderhayı bulmuş. “Ey ejderha cesaretin varsa çık ortaya. Seni yenip taşları almaya geldim!”
O anda müthiş bir alev dört bir yanı sarmış. Ejderha alevlerin arasından ortaya çıkmış. “Sen misin bana kafa tutan? Şimdi ederim seni toz duman,” diyerek delikanlının üstüne atılmış. Delikanlı kılıcını çekmiş ve ejderhayla savaşa tutuşmuş. Tam yedi gün yedi gece savaşmışlar ama bir türlü yenişememişler. Sonunda iyice yorulmaya başlamışlar. Alevlerden kaçtığı bir sırada delikanlı ejderhanın ayağının tökezlediğini görmüş. Hemen atılıp tökezleyen ayağa bir çelme takmış, ejderha kafasını bir taşa çarpıp yere serilmiş. Delikanlı hemen üç değerli taşı alıp kıza getirmiş.”
Muhsin dede bunları anlattıktan sonra ayağa fırladı.
Engin “Ee sonra ne oldu?” diye sordu.
“Ne olacak, akşam oldu, devamını da sonra anlatırım.”
Bir köşeyi döndüğü gibi kayboldu.
Bu masaldan sonra da benzer garip tecrübeyi yaşadık. Misketlerimin bazıları kanalizasyon deliğinden aşağı düşünce yeni misket almak için kırtasiyeye girdim. Orada tezgahta duran çok güzel bir kız vardı. Ona misket alacağımı söyledikten sonra, “Sen de benimle misket oynar mısın?” diye sordum. Kız en yüksek raflardan birini gösterdi, “Şu tepedeki misketleri görüyor musun? Ben onlardan başkasıyla oynamam. Çıkıp onları almayı başarırsan seninle oynarım,” dedi. Oraya tırmanmak zordu, ayağımla raflara basarak var gücümle çabaladım, misketlere tam uzanmıştım ki daha elime alamadan hepsi yere düştü. O sırada kızın babası kırtasiyeci adam geldi, beni tişörtümden tuttuğu gibi aşağı indirdi, çektiği kulağımı ondan zor kurtardım, dükkanın içinde koşmaya başladım. Adam beni kovalarken ayağı tökezledi, ben de ayağına çelme taktım ve dükkandan güç bela kaçmayı başardım.
Ahmet de bir arkadaşının doğum gününe gitmiş, orada çok güzel bir kız görmüş. Milyoner oynuyorlarmış, kıza “Gel sen de oyna,” demiş. Kız mutfakta dolapta saklı çilekli pastadan bir dilim getirmesi şartıyla kabul etmiş. Ahmet gizlice mutfağa sızmış, tam pastayı alıp kıza getirecekken, doğum günü olan arkadaşının annesi Gülseren teyze onu görmüş, “Ne yapıyorsun sen,” diye onun kalçasına şaplak atmış, “Şimdi annene söyleyeceğim,” diyerek kolundan tutup sürüklemeye başlamış. O da Gülseren teyzenin ayağına çelme takarak mutfaktan kaçmış.
Engin de bir ağacın dibinde çok güzel bir kız görmüş, kız ondan ağaca çıkmış ve aşağı inemeyen bir kediyi alıp getirmesini rica etmiş, Engin kediyi alıp inerken ayağı sürçmüş ve ağaçtan aşağı kaymış. O sırada yoldan geçen kocaman bir köpeğin üstüne düşmüş. Köpek öfkelenip ona saldırmış, Engin paçasını ondan zor kurtarmış, uzun bir süre o önde köpek arkada koşturmuşlar, sonunda köpek onu tişörtünden yakalamış ama bu sırada ayağı tökezlemiş, Engin de ona çelme takmış ve kaçıp kurtulmuş.
“Ne anlatırsa çıkıyor olacak iş değil, iyi ki korkulu gulyabanili bir şeyler anlatmadı.”
“Artık tesadüf deyip geçiştiremez, işin aslını bize mutlaka anlatmalı.”
Muhsin dedeyi bu sefer üç değil, beş gün görmedik. Artık hiç göremeyeceğimizi düşünüyorduk ki, yine parkın havuzunun kenarında karşımıza çıktı. Bu sefer kedilere yemek veriyordu.
Herşeyi anlattık.
“Tesadüf olabileceğini düşünmelisiniz.”
“Nasıl tesadüf olabilir Muhsin dede, sen ne anlatırsan benzerini yaşıyoruz, hem de hepimiz.”
“Demek masalı o kadar sevdiniz ki masaldaki delikanlı olmak istediniz, böylece onun maceralarına benzer maceralar başınızdan geçti. O halde masalın devamı daha da hoşunuza gidecek.”
“Nasıl yani devamı? Bitmemiş miydi masal?”
“Tabii ki bitmedi. Bakın sonra neler oldu.”
Hemen başladı anlatmaya.
“Delikanlının taşları ejderhadan kurtardığı haberi ülkede hızla yayılmış, halk sevinçten düğün bayram etmeye başlamış. Kuraklık bitmiş, yeniden tarlalarda ürünler yeşermiş, dört bir yanda bolluk bereket kol gezmiş. Kızın babası padişah delikanlıyı derhal huzuruna çağırmış.
“Demek sensin üç değerli taşımızı getirip ülkemizi kurtaran kahraman,” demiş. “Uzun süredir senin gibi bir genç bulmayı ümit ediyordum. Ben artık yaşlandım, elim ayağım tutmaz oldu, işleri devredecek yeni bir padişah arıyorum. Senin ne kadar yiğit bir savaşçı olduğunu gördüm. Padişahlık yapacak zekaya da sahip misin anlamam lazım. Bunun için sana bir bilmece soracağım. Doğru cevabı verirsen, hem tacımı tahtımı sana devredeceğim, hem de kızımla evleneceksin. Üç cevap hakkın var. Bilemezsen kellen gider ona göre.”
Delikanlı heyecanla “Haydi sorun,” demiş. Padişah sormuş,
“Elle tutulmaz gözle görülmez, ağırlığı yoktur ama dünya onsuz dönmez. Bil bakalım nedir bu?”
Delikanlı sevinçle “Hava!” diye cevaplamış.
“Bilemedin evlat. İki hakkın kaldı.”
Delikanlı biraz daha düşünmüş,
“Elle tutulup gözle görülemeyeceğine göre maddi bir şey olmasa gerek. Hava değil, o halde hissi bir şey olmalı. Mutluluk. Mutluluk olmadan dünya dönmez.”
“Yine bilemedin evlat.”
Delikanlı biraz daha düşünmüş. O sırada gözüne padişahın kızı ilişmiş. Onu ne kadar sevdiğini ve evlenmek istediğini düşünmüş. Hemen aklına bilmecenin cevabı gelmiş.
“Evet sevgidir,” demiş. “Elle tutulmaz gözle görülmez, ağırlığı yok ama dünya sevgisiz döner mi hiç?”
“Bildin evlat. Dünya sevgisiz dönmez. Sevgidir insanları birleştiren, ağaçları yeşerten, çiçekleri açtıran. İnsanlar birbirini sevdikçe güzelleşir dünya, padişah halkını severse ülkesine eder hizmet, getirir bolluk bereket. Tacım da tahtım da senindir evlat, artık yeni padişah sensin!”
Delikanlı ülkenin yeni padişahı olmuş, padişahın kızıyla evlenip bir ömür mutlu yaşamışlar.
Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine, gökten üç elma düşmüş, biri size biri bana biri cümle aleme. Haydi size iyi günler.”
Muhsin dede hızla parktan çıkıp kayboldu.
Ondan sonra onu üç değil beş değil yedi gün görmedik. “Herhalde artık görmeyiz, masal da bitti,” diyorduk. Üstelik masala benzer bir olay da başımıza gelmiyordu.
Nihayet herşeyi unutup normal hayatımıza döndüğümüz bir zamandı, okulda Aynur öğretmenimiz tahtanın karşısına geçti ve bize aynen şunları söyledi.
“Çocuklar, sınıfımıza bir sınıf başkanı seçmemiz gerekiyor. Eminim birçoğunuz sınıf başkanı olmak isterseniz, başkanı seçmek için en iyi yol size bir bilmece sormak. Doğru cevabı veren ilk kişi başkan olacak. Hazır mısınız?”
Engin ve Ahmet ile birbirimize şaşkınlıkla baktık. O sırada bütün sınıf “Hazırız,” diye sevinçle bağırıyordu. Aynur öğretmen bilmeceyi sordu.
“Bazen tüyden hafif, bazen kayadan ağırdır. Hayatımızın pınarıdır.”
Hemen “Tabii ki sevgi,” diye atıldım. Hocamız, “Bilemedin Oktay,” diyerek beni oturttu. Öğrencilerin her biri bir şey söylüyor ama doğru cevabı bilemiyordu. Engin, “Hava olmasın? Bazen hafif, bazen özellikle sıcaklarda ağır hissediyoruz,” dedi.
“Hayır, değil Engin.”
Cevabı bulma ümitlerimiz tükeniyordu. Sonunda Ahmet,
“Bence kalp. Sevinçliyken insan tüy gibi hafif hissediyor, üzüntülüyken de kalbime bir ağırlık çöktü diyor.”
“Evet Ahmet arkadaşınız bildi. Doğru cevap kalp. Yaşamımızın pınarıdır dedim çünkü kalp sevgiyi temsil eder. Sevgisiz hiç dünya döner mi? Sınıf başkanı Ahmet oldu.”
Ahmet sevinçle havalara fırlarken artık Muhsin dedeyi bulmaya ve yeni bir masal anlatıp kaybolmasına fırsat vermeden neden böyle olduğunu öğrenmeye kesin kararlıydık.
Onu uzun aramalardan sonra nihayet parkın havuzunun başında gördük. Bu kez kuğuları besliyordu.
“Artık işin aslını anlatacaksın Muhsin dede. Masalın devamının olmadığını biliyoruz. Evlenince masallar biter çünkü. Anlattığın her şeyi neden gerçek hayatta da yaşıyoruz?”
Muhsin dede havuzun kenarına oturdu.
“Tamam artık sırası geldi, anlatacağım,” dedi. “Biz bir deney yapıyoruz.”
“Ne deneyi? Biz dediğin kim?”
“Bir sosyal deney yapıyoruz. İnsanların belli olaylara vereceği tepkileri ölçerek psikolojilerini değerlendirmeye alıyoruz. Oldukça geniş çaplı bir kurumuz, ben kurumumuzun Tezahürat grubuna bağlıyım. Bu grup içinde Türkiye çapında toplam 15 masalcıyız. Masalları anlatıyor ve dinleyenlerin bu masalları günümüze uyarlanmış birtakım versiyonlarla deneyimlemelerini bir takım okült yöntemler kullanarak sağlıyoruz. Böylece insanların bizzat yaşamayıp sadece dinledikleri olaylardan ders çıkarıp çıkarmadıklarını ölçüyoruz. Buna göre toplum mühendisliği projeleri geliştiriyoruz. Siz iyi iş çıkardınız, sevgiyle ilgili hoş dersler aldınız. Sanırım daha olumlu ve yapıcı, yardımsever bir toplumu inşa edebiliriz.”
“Bu ne kurumu? Tam olarak ayrıntılı bilgi verebilir misin?”
“Fazla bile anlattım. Daha bir şey sormayın. Sadece şunu bilin, sevgisiz dünya dönmez.”
Yine parktan hızla çıkıp kayboldu. Onu bir daha görmedik. Üç gün sonra da görmedik, beş gün sonra da, yedi gün sonra da. Gerçekleşeceğinden korkarak uzun süre masal okuyamadık. Hele korku içerikli, öcülü, gulyabanili masallardan böcek gibi kaçtık. Ama Muhsin dedeyi aramaya devam ettik. Artık üçümüz de büyüdük, kocaman adamlar olduk. Ama hâlâ ne zaman parkta güvercin besleyen bir yaşlı dede görsek heyecanla “Acaba o mu?” diye koşuyoruz. İnternette dört bir yanda izini sürüyoruz. Arama motorlarında “Tezahürat grubu” ya da “dinledikleri masalları aynen yaşayanlar” diye çok aradık ama hiçbir şey bulamadık. Yine de bir gün Muhsin dedeyi bulacağımıza ve sırrını çözeceğimize bütün kalbimizle inanıyoruz.
Merhabalar.
Yorumu okuyup okumayacağınızdan emin değilim ama yine de yazayım. Dilinizi beğendim. Hikayenizin baş kısmını da beğendim ama olay bir anda bilim-kurguya dönüştü o kısım biraz oturmadı kafamda. Daha fantastik, daha masalsı, önceki kısımlarınızın tarzında bitirebilirdiniz gibi geldi.
Bu bir görüş tabi ben bunu yazdım demek de sizin hakkınız.
Elinize sağlık.