“Tanrı, inin dedi, bir kısmınız, bir kısmınıza düşman olacak ve yeryüzünde muayyen bir vakte dek kalmanız mukadder.”
A’raf Suresi – 24. Ayet
21 Haziran 2014. Haziran için fazlaca kapalı bir hava, hele ki öğlen saatleri için. Evden çıktığından bu yana yürüyor. Gerginlik anılarıyla hatırında kalın çizgiler çizmiş sokaklar, gri bulutları üstüne örtmesine rağmen neşeli bir müzikle çınlıyor sanki. Bu şehirde binalar öyle sıkıştırılmış ki süreç başladığında tazecik birer fidan olan ağaçlar aralarda gizlenmeyi başarmış. Onları istemeseler de artık kurtulmak için çok geç. Ama bir parkta, bir yeşillik alanda olsalardı her şeye düşmanlaşmış insanlar gözlerini dikiverirlerdi. Katliam olurdu. Ormanlara göre daha şanslı yalnız şehir ağaçları. İnsanlar için de öyle belki. Son fırtınada kardeşliğin tozlarının bile kalmadığı şu günlerde tek ve hür olabilme çabası. Yalnız şehir insanları daha güvendedir belki.
Ne zaman sıkılsa, kendine ait ne varsa, iyi ya da kötü, halının altına itelemekle çare bulur ve kendi gibilerin yanında bir takım kavramlarda varlığını arardı. Kaybetmek, sıkıntı, çaresizlik, haksızlık… Bu gün de tam ihtiyacı olan şey buydu. Kendinden uzaklaşmak. Cumartesi günü erkenden düşer aynı kavramların var ettiği insanlar, şekere üşüşen karıncalar gibi. Kimse birbirini aramaz, şekerin kokusuna talip olurlar, ne papatyadan ne gülden zerre beklentisi olanlar.
Sokağın başında kalabalığın sesine katıldı. İçinde bir şarkı çalıyor ne olduğunu bir türlü hatırlayamıyordu. Binanın önüne geldiğinde yedi kat göğe uzanan merdivenler, uykuya düştüğünde kanepeden güzelim yatağına uzanan yol gibi serilmiş bekliyordu. Bu merdivenlerde kimlere âşık oldu, kimlerden ayrıldı,ne haltlar yedi. Yedi kat insan hayatında ne önemlidir çıkan bilir. İnen de hemen unutuverir. Her katta kırdığı bir kalbin tırabzanından tutunup kendini yeni bir kırıklığa çekti. Halen elinde telafi çabalarından kalma yara bantları olmasına rağmen. Geride yedi kat insan kalbi bıraktı üstüne basa basa. Herkes terk etti onu, hayatına giren kadınlar, pek çok kere arkadaşları, ne zaman gittiler o zaman sevdi onları. Kırdığı kalpleri ancak çatırdama sesleri yüksekse fark edebildi. Tam hatalarını anlayabilecekken son kata vardı. İşte yedi katın böyledir insan hayatındaki yeri. Her zaman oturdukları masaya yöneldi, hal hatır sormalardan sonra. Daha otururken elini cebine attı sigara yakmak için ve işte hazin başlangıç. İnsan sigarasız nasıl baş eder yalnızlığıyla. Neyse ki bizimkiler unutmamıştır vefakâr dostlarını, diye düşündü. Onlar gelene kadar mekân sahibinin tütününe talim. Elleri de bir türlü dönmez şunu sarmaya.
“Yok abi çorba içmeyim sen bana bira ver.”
Kanepede oturan köpeğe bakıyor, tek gözüne ay doğmuş. Ne gamsız hayat, herkes de sever ha bunu akıllıdır bir de. Sanırsın buraların sahibi o. Aslında kasıntı bir hayvan değil ama o kadar yakışıyor ki buraya, sahipliği ondan. Yani onun bir iddiası yok da işte görsen sen de boş bırakmazsın, onunda bir kimliği olsun istersin, rahat vermezsin. Göğe yerden daha yakın bu yer, küçücük metrekaresine rağmen her köşesini birilerine vermiş, kanunları böyle. Yan masasında bir bara göre erken saatlerde gelip çay içenler var. Geceye kalmaz kurtarırlar kafalarını, eve gidip kitap okur belki sevdicekleriyle film izlerler, belki birileri dinlesin diye grup kurmuşlardır, prova yaparlar. Burada şirketten çayları höpürdetip artiz yerlerde cinfiz içerler. Hayattan çok beklentisi olan hatta sadece hayattan beklentisi olan elemanlarsa, çorbalarını dışarıda içer. Cilaları işkembedendir. Bol sigara, bol bira, bol sarımsak. Bu menüyle kim öpüşür. Evde bıraktığı kadın. Aklına çöken hüznü hemen tütünün dumanıyla fonlar.İçinden geçirirken bile tamamlayamadığı cümleler geveler.
İki kardeş var barın arkasında, ya gerginler ya neşeli. Hep fıldır fıldır gözleri. Kadın olanı gözümden anlamıştır yine beni diye düşünür ve gerginlikten gözlerini kaçırır. Bardaki kadın tepeden bakar insana, öyle kibirden değil, sana da bana da tepeden bakar, yüksek dağların dumanıdır o. Zihninden konuşmaya başlar, yardım dilercesine. “Ben diğer erkekler gibi değilim, okumuş etmiş insanım, anlat bana feminizme aykırı hareketleri, anlat bana bir kadın nasıl sevilmeli, anlatsan anlarım ben, kesin.” Neyse ki kafasındaki zırvalar, oksijenle buluşamazlar.
Uzaktan gelen patırtı sesleri, inceden boğaz yanması. Her gün aynı saatte ve bazı günler farklı saatlerde buralara kadar yükselir, sokaktan gelen isyanın taze dumanı. Apartman boşluğunda yankılanan öksürüğe karışmış gülme sesleri, kadrolulardan birinin daha merdivenleri tamamlamak üzere olduğunu işaret ediyor ve kâh kapıyı vurarak kâh zili çalarak herkese kendisini göstermeyi başarıyor. Gülmesi tükürüklü, ağlaması öfkeli muhlis bir arkadaş. Sırtında ok çantası, rütbelerini girişte bırakmaya hazırlanıyor. Ok çantası dediysem birilerine zarar verir diye sadece yayı var, rütbe dediysem hangi siyasi örgüt yakaladıysa yapıştırmış yakasına rozetini. Girmeden hepsini bırakır bu bir anlaşmadır. Sonra attığı tahminen on, on beş şekeri eritene kadar karıştırıp, o sürede buz gibi olan çayı dikiverir kafasına. Heybesinde iki buçuk litre kola. Evet, yay ile aynı yerde.
Arkadaşlarının gelmesini beklerken boş gözlerini kapıya yöneltmiş, delinin rütbe terki törenini izlemektedir.
Hoop. Kapı tekrar açılır ve içeri kapının dörtte biri kadar, sattığı peçeteleri üst üste dizsen yedi paketin tamamlayacağı boydaki çocuk girer. Koca gözleriyle selamlar herkesi, eğer canı oyun istiyorsa bar taburesine tırmanır, yok öyle sıradan bir günündeyse köpeğin yanındaki, o yokken yaşlıların oturduğu kanepeye yerleşiverir. Çorbasını içer, masayı silip tasını tarağını mutfağa bırakır. Abisi gelir peşi sıra, o bazen kola içer. Bu gün de sıradan bir gündü, aynen böyle oldu. Yedi mendil boyundaki çocuk, arkasından abisi ve onların ardından beklenen ekip girdi içeri. Saatler saatleri, biralar biraları devirdi. Yan masalarında üniversite boyunca burada takılmış ve artık vedalaşma vakitleri gelen bebelerle Ahmet Kaya söylemeye de başladıklarına göre gecenin sonu görünmekteydi. Ki genelde bebek adımları ritmiyle yankılanan mekân, ağdalı başı belaya sokan cinsten sesleri de yadırgamaz, kabul eder.
Giriş sıralarının tersinden çıkışlar başladı. Önce bizim elemanın arkadaşları türlü sebeplerle, sonra mendilci çocuğun abisi ve çocuk, saatin geç olduğunun hatırlatılmasıyla ve vedalaşan üniversite mezunu bebeler minnetleriyle çıktılar kapıdan. Akşam eve gitmem,diye bütün gün hiç düşünmemişti, düşünsem bulabilirdim, diye sayıkladı. Ne yaparsa iyilik hanesine, ne yaparsa kötülük hanesine yazılacaktı. Sonuçta kalbin kırılması, kırdığı düşünülen kişiden bağımsız bir mevhumdur. Yani söylediklerine kırılmayacak pek çok kişi vardır pekâlâ. Bu fikri sevdi, bir ara üzerine düşünüp kitabında kullanmak üzere zihninde uygun bir yer aramaya koyuldu. Aradığında asla bulamayacağı bir yere yerleştirmek üzereyken kibarca dükkânı kapatıp yola çıkacaklarını söyleyen sesle toparlanıverdi.
“Hemen abi, kalkayım ben.”
Kardeşlerden kadın olanı seslendi, “Kavanoza koyayım da çorbanı evde iç.” Halen ılık çorbaya sarıldı, yol boyunca düşünürüm dedi, cevabı bulacağından emindi. Boşa aldı, yedi katı iniverdi. Hiç de düşmedi ya şu merdivenlerden, başarı saydı bunu. Çıkarken değil de insan, inerken daha teşne oluyor düşmeye. Paldır küldür. Binanın tepesine baktı indiğinde, nedense el sallayacaktı bakan varsa camdan. Kimse yoktu. Gelirken “Hayat: 5 – Balık: 0”* yazdığından emin olduğu tabelada şimdi dükkânın adı patlak lambalarla yarım yamalak aydınlanıyordu:
Ar.fT.faRay
Gözü yukarıda kalınca başı döner gibi oldu. Çorba kavanozuna tekrar sarıldı. Ya medet. Sen bir kavanoza nasıl sığdırdın arafı?
*: Murat Uyurkulak’ın “TOL” romanından.
- Araftafaray - 1 Ağustos 2020
Merhaba @guleyni
Öykünüz çok kısa olmasına rağmen yorucu ve şiirsel bir anlatıma sahip. Ben okurken pek bir şey anlamadığımı itiraf etmeliyim. Diğer öyküleri okuduktan sonra ikinci kez okumam gerek.
Kaleminize sağlık.
Selam @SJack,
Yorumun için teşekkür ederim. Tekrar görüşmek üzere.