Kulübün ışıkları titreyerek yanıyordu; turkuaz ve kırmızı ve Paris yeşili ve uranyum oksit. Güvelerin dönüp dolaşıp yine ona çarptığı büyük ışık tüpleri. Gecenin karanlığında, yağan yağmurun altında sessiz parıltılarla yanan neon yakamoz. İç içe geçmiş, kavisli ve parlak, kaligrafik harfler.
SAĞIR SULTAN
Yerdeki yansıması, sokağın karşısından Kutlu’ya ters görünüyordu ve bu durumu komik bulmuştu. Ters yüz edilmiş çünkü. Çünkü komikti. Çünkü burada düz birini bulamazdınız. Narkotik şubenin illet dostu ve genç kızların kötü niyetli arkadaşı. Mahallenin esmer orospusu. Neon tabelasının üstünden sarkan Mısır cariyesinin çilli memeleri ve pembe peçesi bunu anlatıyordu. Tekinsiz bir yer burası. Zaten Kutlu, Tunç’la burada tanıştı. İşletmenin çıkıntılı ve krom parmak kemikleri, kas gücü. Teoman Abi ve Efrayim’le burada tanıştı. Sağır Sultan’ın pezevengi ve onun sorunlu kardeşi. Yağmur’la burada tanıştı. Yağmur…
Yağmur, Yağmur’du…
Buraya ancak onuncu gelişinde içeri alındı ve iki gram ot için parasını alıp onu eşek sudan gelinceye kadar dövdüler. Siktiri çektiler. Kutlu pes etmedi. Zor birkaç ayın ardından Sultan’ın tadına baktı. Onun için tadı pas, beyaz ve hayal kırıklığıydı.
Sonra bir gün Sağır Sultan’ın kapısında Yağmur’u gördü.
Güneşli bir Nisan günü. Çıplak, süt rengi bacakları ve kızarmış diz kapakları. Körpe göğüslerinin üstü, ona bol gelen pamuklu bir gömlek ile kapanmış. Ağzındaki sakızı şişiriyor. Sakızın balonu patladığında bir cam kırılıyor. Biri bağırarak küfrediyor. Arka sokakta biri ölüyor. Kız, dizini kırıp tek ayağının altını Sağır Sultan’ın duvarına dayamış, bir elini belinden dolaştırıp öbür kolundan yakalamış. Ellerini çözüp sigarasından bir nefes çekiyor, gözlerini kapatıyor, yüzünü güneşe dönüp ufak çenesini kaldırıyor. Pembe dudakları normal duruyorken bile aralık. Yüzü zayıf ve çok düzgün. Güneş yüzünde akarken bahar rüzgârı, kestane rengi perçemlerini havalandırıyor. Kutlu, dalgalanan gömleğin altından, kasıklarında siyah mürekkeple işlenmiş Origami menekşesini görüyor. Ve C’est la vie yazısı. Kızın sigarasının ince ve salık dumanı. Kutlu’yu görüyor.
Gülümsüyor.
Tunç’un Timberland botu şapırtıyla suya indi ve neon yakamoz çarpılarak bozuldu. Kutlu, gerçeğe geri döndü.
Kutlu’nun yanına gelince “Hadi,” dedi Tunç. “Deneyeceksek deneyelim.”
“Yağmur var.”
“Ne alaka?”
“Yağmur yağıyor yani.”
“Ne alaka?”
Kutlu sessiz kaldı. Burnuna Tunç’un Zippo’sundan yayılan bütan kokusu geldi. Kesif kokuyu yağmur bile bastıramıyordu. Klik! Klak! Koca adam, ufak çakmağı elinde çevirip duruyordu. Yan yana, Sağır Sultan’ın karşısındaki Pet Shop’un kalın camına sırtlarını dayadılar. Yağmur camı döverken aynalı armatürlerin içindeki parlak LED’ler, akvaryumları aydınlatıyordu.
“Yağmurda onları çıkaramam.”
“Ama sistemi deneriz.”
“Bekleyelim.”
“Bence en sağlamı kartı kopyalamaktı.”
“Öyle olmuyor. Kriptografik yazılım her seferinde şifreyi değiştiriyor. Arabalardaki gibi.”
Beklediler. Kulüpten çıkıp arka sokağa dönen ve elini yeşil bir çöp konteynerına dayayıp yanındaki mazgala kusan birini izlediler. Sarı bir Jetta ara sokağa dönerken kusan adam binmek istediğini söyledi. “Dur,” dedi. Taksici gaza yüklendi, adam taksicinin arkasından anasına sövdü. Sırtlarını dayadıkları binanın tepesindeki terastan bir RedBull tenekesi sokağın ortasına düştü, belki de az önce mazgala kusan adamı hedeflemişti. Yağmurun içine sarı, şekerli özünü bıraktı ve gümüş-lacivert boyalı teneke bir gemi gibi akan suda yüzdü. Tunç deri ceketinin kollarını katladı, sağ dirseğindeki örümcek ağı dövmesi cılız sokak lambası altında bir gölge gibi görünüyordu.
“Çıkacak şimdi. Şuna bas.”
Kutlu kapüşonlusunun cebindeki kâğıt sigara paketinin kaygan plastiğini okşadı. “Şartlar uygun olmazsa bir anlamı olmaz. Yağmur’un nasıl etki ettiğini bilmiyoruz.”
“Taşak var mı sende taşak?” Tunç, kotunun önünü avuçladı. “Böyle söylenecen mi gardaş?”
Kutlu kafasını yukarı kaldırdı. Birkaç ince yağmur damlası suratına düştü. Tunç’un, Sağır Sultan’ın üst katındaki odasının ışıkları sönüktü. Üstünde, binanın tepesindeki koyu renk su tankı, bulutların ardına saklanmış ayın sönük ışıltısını kapatıyordu. Yüz kiloluk endüstriyel demir ve polietilen plastik, yağmurun altında, büyük ve korkunç bir gargoyle gibi bekliyordu. Geceyi gözlüyordu. Kutlu, ona Kovan diyordu. Üstüne spiral şeklinde mavi bir grafiti çizilmişti.
Tunç, onu omzundan yakalayıp sarstı. “Bas şuna amına koyim,” dedi. “Bas.”
Kutlu, sigara paketini eline aldı, kâğıt kapağını sıyırıp içindeki siyah alete dokundu. Mat plastik, köşeli ve pürüzsüzdü. Ağırdı. Aletin yanındaki çentikli kıskacı ittirdi. Sağır Sultan’ın önüne park etmiş koyu renk BMW’nin BI-XENON farları yanıp söndü. Aracın içindeki ışıklar yandı. Kutlu kıskacı geri ittirdi. Aracın ışıkları on saniye sonra söndü.
“Oluyor,” dedi Tunç. “Oluyor kuzen. Çalışıyor. Helal olsun kardeşim. Çalışıyor. Oluyor işte. İşe yarıyor. Ben gelince yapacağız bu işi. Ben gelince başlayacağız. Yaparız kuzen. Hallederiz. Ben gelince başlayacağız…”
“Yani teknik olarak… teoride yani…”
Kutlu kafasını yukarı kaldırdı. Tunç’un stüdyo dairesinin ışıkları yandı. Yağmur’un yarı saydam silueti, tül perdenin arkasında belirdi. Bir şimşek çaktı ve Kovan’ın üstündeki spirale bir anlığına gün doğdu. Kutlu, cebinden eski bir broşür çıkardı.
Baskısı nemden dağılmış kâğıtta Kıbrıs’ın turkuaz suları.
* * *
Sağır Sultan’ın patlak hoparlörlerinde Gaye Su Akyol çalıyordu; Türk Sanat Müziği ile ‘70’ler Anadolu rock’ın hüzünlü sevişmesi. Softcore sekslerinin asi ve arabesk aşk çocuğu.
Sabah saatleri. Mekân boştu. GSA’nın sesi, yalıtımlı duvarlarda kaybolurken barmen Aiko eski bir paspasla yerleri siliyordu. Sarışın bir kız bir masanın üzerine çıkmış dans ediyordu; elinde boş bir bira şişesi vardı. Kutlu, her zaman oturdukları bölmede hızlıca önündeki dizüstünün tuşlarına basıyordu.
Önce yanına Tunç oturdu. “Çocuğu koyucaz bu sefer kardeşim,” dedi.
Kutlu başını salladı. “Çok dillendirme.”
“Bi’ gidip geleyim…” Tunç, teneke bir meşrubat kutusuyla oynarken açma kapağını kırdı, birinin bacısına sövdü ve cebinden çıkardığı sustalı ile tenekenin ağzını kesti. Karbonatlı içeceğin sızıldaması Kutlu’ya ulaştı.
“Orası neresi?” dedi Tunç. Kutlu’nun dizüstüne arka plan yaptığı deniz manzarasını işaret etti.
“Kıbrıs.”
“Güzelmiş.”
“Sen ne zaman gidiyorsun?”
“Gece çıkarım. Üç dört gibi.”
“Arabayla mı?”
Tunç, başıyla onayladı. İçkiyi fondipledi.
“Teoman Abi’yle görüştün mü?”
“Arabayı o verdi zaten.” Geğirdi.
“Ne dedi?”
“Gidince beni karşılayacaklarmış. İşlerin başında Ali İki diye bir adam varmış. Ufak tefek işler yaptırıyormuş ama malı hâlâ elden dağıtıyorlarmış. Mekânlara ve köşe başlarına adam dikiyormuş. Teoman Abi işini yap dön dedi. Ali İki ile çok temasa geçmememi istedi. Çünkü adamın amına koyarmış, adamları sadık köpekler gibiymiş ve her gün yeni birini işe alıyormuş. İstanbul bura gibi mi amına koyim? Karınca gibi adam var…”
“Seni kim karşılayacakmış?”
“Ali İki’nin adamları. Ama onunla görüşmeyeceğim. Onun bir evine gidip kalacakmışız. Sonra işe gideceğiz.”
“Ona neden Ali İki diyorlarmış?”
“Bilmiyorum. Neden?”
Kutlu sessiz kaldı.
“Onu boş ver de…,” dedi Tunç. Kırmızı tenekeyi avcunda sıkıştırıp masaya koydu. “Bi şey diycem…”
Kutlu ekrandan başını kaldırdı.
“Yağmur’a göz kulak olur musun? Kardeşim, Yağmur’a göz kulak ol. Yağmur sana emanet. Tamam mı? Gidip geleceğim…”
“Onu seviyor musun?”
“Ne?”
“Onu seviyor musun?”
“Heralde oğlum… tabi…”
Sonra Yağmur gelip Tunç’un kucağına oturdu. Kutlu gözlerini kaçırıp ekrana baktı.
Gaye Su Akyol; uzay, zaman ve aşktan bahsediyordu.
“Çok değil,” dedi Tunç. “Bir hafta gidip gelicem. Bir hafta…” Yağmur’un beyaz baldırlarını sıktı. Zippo’sunu çakıp bir sigara yaktı.
“Yani…”
“Gelince büyük iş yapacağız…”
Kutlu dizüstünü kapağını kapattı.
“Kimseyi tanımıyorum,” dedi kız. “Bi de kafam yerine geliyor. Sevmiyorum…”
“Kutlu var, Aiko var, bizim karşıdaki Efrayim var.”
“Diğer daireler niye hep boş.”
“Boş değil. Teoman Abi’nin üretim yerleri onlar… Sağır Sultan’ın koca memeleri… Sağıyorlar… Çıkan sütü satıyorlar.”
“E polis?”
Bu soruya Kutlu bile gülmüştü.
“Efrayim’in olayı ne?” dedi Yağmur.
“Ne gibi?” Tunç burnunu çekti.
“Gazi mi? Asker mi?.. Savaşmış mı?”
“Hee, -burada bir tarih söyledi- gazisiymiş.” Tunç’un göğüs kasları, gülüşüne senkronize bir şekilde zıpladı.
Kutlu “Gazi değil,” dedi. “Hasta. Askermiş ama bacakları sonradan olmuş.”
“Nasıl yani?”
“Vücut bütünlüğüne ilişkin kimlik bozukluğu… Uzun hikâye…” Kutlu, kıza bakınca gözünde LED gözlükler olduğunu gördü. Saçları tepeden bağlanmıştı. Kısa, ekoseli bir etek ve beyaz bir tişört giymişti. Ayakları çıplaktı.
“O ne demek?” dedi Yağmur.
“Kendini kesiyor,” dedi Tunç.
“O kadar basit değil.” Kutlu ceviz ağacı masanın köşesiyle oynadı. “Vücudunun parçalarını yabancı görüyor. Vücudunu kabul etmiyor yani…”
“Anlamadım.”
“Yani… Mesela hiç sürekli yanında olan ama bir parçan gibi hissetmediğin bir şey oldu mu? Ya da sana çok uzak olan ama senin parçanmış gibi hissettiren bir şey… O, bunu vücudunda yaşıyor.”
“Deli amına koyim…” Tunç sigarasını söndürdü. “Bir gün kendini havaya uçuracağını söylüyor… Teoman Abi zamanında bunun avradını bellemiş…” Eliyle havada görünmez bir şeyler ittirdi.
Yağmur’un gözleri dalmıştı.
“O dövme neden?” dedi Yağmur. “Özel bir anlamı var mı?”
Kutlu, elini kaldırıp boynundaki dövmeye dokundu. Vektörel spiralin içindeki, bilgisayar devrelerinden yapılma arı.
“Bizim oğlana arılar saldırmış,” dedi Tunç. Ellerini sallayarak konuştu: “Arı kovanına çomak sokmuş. Arılar da bunun amına gomuşlar. Evlerinin arkasında bir kovan varmış. Annesi, git babana haber ver, kovanı aldırsın, diyor. Artık eve geliyorlar, içeriden çıkıyorlar diyor. Bizim oğlan, babası yerine kendinin halledeceğini düşünüyor. Bir ateş yakıp sapanıyla kovana taş atıyor. Öyle düşmeyeceğini anlayınca da bahçe duvarına tırmanıp demir çubukla kovanı indirmeye çalışıyor. Sonra arılar buna saldırıyor, on yaşındaki Kutlu hastanelik oluyor…”
Kutlu, hikâyenin bu versiyonunun ne kadar masum olduğunu düşündü. Bu anıyı Tunç’la tanıştığı gün anlattı. Çünkü deplasmandaydı, zenci mahallesindeydi ve bir arkadaşa ihtiyacı vardı.
“Fenaymış,” dedi Yağmur. “Sana bir şey öğretti mi?”
“Ne gibi?” dedi Kutlu.
“Bir ders aldın mı yani?”
“Bilmem.” Kutlu önüne döndü.
“Bir daha kovana çomak soktun mu?”
Kutlu tekrar kıza döndü. LED gözlüklerinde yazılar değişip duruyordu. …FUCK… …YOU… …FUCK… …ME… Onları hackleyebileceğinden emindi. Onu hackleyebileceğinden emindi.
Sonra “Hep,” dedi Kutlu. “Her zaman…”
Yağmur kafasını geriye atıp güldü.
Kutlu kızın sivri ve bembeyaz kaninlerini görmüştü. Tunç, üstünde Sağır Sultan kabartması olan ahşap bir tüpten burnuna bir şeyler çekmişti.
Gün uzun.
* * *
Sağır Sultan’da rave gecesi.
İnsanlar, transa girmiş gibi dans ediyorlar; ellerinde yüzlerinde fosforlu boyalar, dillerinde sentetik MDMA ve midelerinde yerli votka. Modern günün tekno-zombileri; zıplıyorlar, ellerini sallıyorlar, göz bebekleri genişlemiş ve sinapsları şişmiş bir şekilde tepiniyorlar. Işıklar cehennemi tasvir eder gibi sarı, kırmızı ve turuncu; Kutlu’nun her baktığı yerde değişik bir fotoğraf karesi gibi farklı bir an’ı resmediyorlar. Sağır Sultan sanal alevlerle yanıyor. Müzik, zemini inletiyor. Bas zangırdayarak yüreğine iniyor.
Yağmur da aralarındaydı. Yüzünde ona büyük gelen bir gaz maskesi vardı. Büyük, yuvarlak ve kapkara göz oyukları, ters yıldızlarla süslenmişti; maskenin ucundan uzanan tırtıklı borunun sonuna bir filtre bağlanmıştı. Yağmur, açık renk filtreyi çıkarıp yere attı; sert teneke, ayaklar altında tekmelendi. Kız, boruya koyu renk bir filtre bağladı. Sonra arkasını döndü. Sırtından inen dümdüz çizgi, straplez bir büstiyer ile kesilip belinde tekrar belirginleşiyordu. Saçlarında yeşil ombre ve neon pembe, kulübün polikrom lazerleri ve ateş rengindeki ışıkları ile renk değiştiriyordu. Kimse umurunda değil. Ve dönüp büyük, kırmızı bir spotun kadrajına girince, Kutlu, onun göğüs uçlarına yapıştırdığı X şeklindeki bantları gördü. Kız, gaz maskesini yüzünden çekip tavana doğru fosforlu, koyu bir duman üfledi; iki parmağını ağzına götürüp dilinin kenarlarına doğru çekerek yaladı ve elini kasıklarına götürdü.
Origami menekşe parlıyordu. Kutlu, dördüncü dublesini fondipledi. Çatıya çıkmak için kulüpten ayrıldı.
Tek elini Kovan’a dayadı ve içindeki titreşimin onu rahatlattığını hissetti. Plastik, sıcak ve tozluydu. Spiral şeklindeki grafitinin üstündeki tozları silkeledi. Kovan’ın yanındaki çanak anten gözünde büyüdü. Altındaki ekipman, poliüretan kaplı bir tenteyle örtülmüştü. Tente ucundan sıyrılmıştı ve geniş klavyenin çürük tuşları görünüyordu. HTC marka bir sanal gerçeklik gözlüğü ve eski bir oyun konsolu kumandası.
Kutlu, demir çubuklara tırmanıp Kovan’ın mavi kapağını çevirdi. Kırmızı neon ışık hüzmesi yüzüne yansıdı. Kablosuz şarj rampaları çalışıyordu. Kavisli, plastik bıçaklar dönüyordu. Rampaların silikatları yarı şeffaf parıltılarla arıları besliyordu. Kutlu’nun kafası da aynı pervaneler gibi dönüyordu. Terastan aşağı, kirli sokağa baktı. Bir an için kendini bırakmayı da düşünmüştü. Önceki günkü RedBull tenekesini düşündü.
Sonra Yağmur “N’apıyorsun orda?” dedi. Çatının teneke kapısının eşiğinde beklerken sallanıyordu. Ayakları çıplaktı. Tek elinden sallanan gaz maskesinin tırtıklı borusu rüzgârda sallanıyordu. “Seni gördüm. Çıktın. N’apıyosun? Tunç gitti. İstanbul’a gitti.”
Kutlu, bir an yanlış bir şey yapıyormuş hissine kapıldı. “Hiç,” dedi. Plastik kapağı çevirerek kapatıp Kovan’ın demir iskeletinden terasa zıpladı. “Niye geldin?”
“Parti bitti.”
Kutlu saatine baktı. Laco marka pilot saatin büyük akrep ve yelkovanı üç üzerinde birleşmişti. “Erken değil mi?” Buradan kulübün sesi duyulmuyordu.
“Benim için bitti,” dedi Yağmur. “Onun içinde ne var?” Kovan’ı işaret etti.
Kutlu sessiz kaldı.
“Bir şey plânlıyorsunuz,” dedi Yağmur. “Bir şey yapacaksınız. Ne yapacaksınız?”
“Tunç anlatmadı mı?”
“İş diyor…”
Kutlu buna şaşırmıştı.
“Ama ben biliyorum,” dedi kız. “Çünkü heyecanlanıyor. Ben bile onu o kadar heyecanlandıramıyorum.” Kız sallanarak yürüdü. Sanki vücudu az önceki rave partisinin devamını arıyordu. “Ne yapacaksınız?” diye tekrarladı.
“Bir kilit açacağız,” dedi Kutlu. Bunu söylemesini kafasının güzel olmasına yormuştu.
Kızın kahkahası boş terasta yankılandı.
“Hem de anahtarını çalmadan.”
“Yaa…”
Kutlu başıyla onayladı. Yağmur, sallanarak çatının kenarına yürüdü, bacaklarını teras demirlerinden içeri sokup aşağı doğru sallandırdı. Sonra geriye doğru yatıp elleriyle görünmeyen bir şeyler kovaladı. Karşı binanın camlarından seken Sağır Sultan neonları, kızın parlak gözlerini aydınlattı. Ve kasıklarındaki Origami menekşesi, Kutlu’ya bir an için dışarı doğru katlanarak açılan bir hologram gibi görünmüştü.
“Nasıl yapacağımızı sormadın,” dedi Kutlu. Kızın yanına geçip dirseklerini demir tırabzanlara dayadı.
“Neyi?”
“Anahtarsız kilidi nasıl açacağımızı…”
“Nasıl?”
“Bununla.” Kutlu cebinden sigara paketini çıkarıp kâğıt kapağını açtı. İçindeki mat plastik kutuyu Yağmur’a uzattı.
“Powerbank’le mi?”
Kutlu güldü. “Hayır. Sinyal artırıcı. Uzaktan kumandalı araçlar için.”
Kız kutuyu elinde çevirdi. Gaz maskesini yüzüne bastırdı ve onun yuvarlak göz oyuklarından baktı.
“Arabanın yanına gelince kilidi açan anahtarlar var. Hatta arabayı çalıştırıp senin için hazırlıyor. Bu alet o sinyali amplifiye ediyor.”
“Ne ediyor?”
“Amplifiye ediyor ya…”
“Hmmmm…”
“Yani uzaktan bir kilidi açacağız. Açık kalmasını sağlayacağız. Ama taşımaya gelince…”
Kız anlamsızca Kutlu’nun suratına baktı. Maskeyi fırlatıp attı. Saçlarıyla oynadı. İnce, kestane rengi bukleleri gözlerinin önüne düşürdü.
“Yani sinyalin de taşınması gerekiyor.”
“Çok fazla bilgi veriyorsun,” dedi Yağmur. “Kafam almıyor… kafam…” Başını tuttu ve gözlerini kapattı. Bacaklarını karnına doğru çekti.
“Gel,” dedi Kutlu. Kızın elinden tuttu. Yumuşak ve buz gibi. Bir hamle ile kızı kaldırdı. Yağmur sallanarak terasın ortasına yürüdü. “Bekle.” Kutlu, tırmanıp Kovan’ın plastik kapağını açtı. Sonra konsolun başına geçti. Kafasına HTC kabartmalı sanal gerçeklik gözlüğünü geçirdi. Eline eski oyun konsolu kumandasını aldı.
Sonra Kovan’ın içi gerçek bir kovan gibi gürüldemeye başladı. Tünelin içinde süren motorcular. Birbiri ile iletişim halindeki robotlar. Plastik boyunluğun ağzından bir avuç toz gökyüzüne fırladı. Yağmur transta gibi Kovan’ın üstüne çizilmiş spirale bakıyordu. Gerçek arılar gibi. Kovanın içindeki eşek arıları gibi. Ve birbirleri ile tam bir uyum içindeler. Otonomlar. Kolektif bir zihnin ürünüler ve emir bekliyorlar.
Kutlu, kumandanın lastik çubuklarını itince Kovan’ın ağzındaki sürü hışımla dışarı boşaldı. Yumruk büyüklüğündeki yirmi kadar dört pervaneli dron hızlı bir manevra ile kızın etrafını sardı. Kutlu, Yağmur’u yirmi farklı açıdan gördü. Bir kaleydoskoptan bakmak gibi. Kız ise bir çığlık atıp iki büklüm oldu. Yere çömeldi. Sonra bağdaş kurup etrafına baktı.
“Kovanım,” dedi Kutlu. “Sürüm. Sinyali benim için taşıyacaklar. Kovanım… Benim sürüm…”
Dronlar keskin hareketler ile dönüp bir spiral oluşturdular. Kırmızı ve yeşil işaretçileri yanıp sönerken bir girdap gibi dönmeye başladılar. Ufak kanat hareketleri ile etraflarında dönerlerken Meksika dalgası gibi bir devinim yaratıyorlardı. Ve olduklarından büyük, çok daha büyük bir şey gibi görünüp, ileri doğru fırlayan bir hortuma benziyorlardı. Sonra Kutlu hepsini kamerasını sabitleyip Yağmur’a çevirdi.
Kız çıplaktı.
Ve dronlar Kovan’a geri dönerken gece ısınmaya başlamıştı. Kutlu, siyah bantları çekerken kızın yuvarlak ve küçük memelerinin kızardığını görmüştü. Yağmur, bir şarkı söylüyordu. Sandalağacı ve portakal kokuyordu. Göğüs uçları koyu renkti.
Başkentin eflatun ve kavuniçi gün doğumu onlar içindi.
* * *
Gökyüzü açıktı ve bu iyiye işaretti.
Hava durumundan bakmıştı zaten. Yıldız yok. Yağmur yok. Toz gibi, pas rengi bir sis şehrin üzerine çökmüş. Suni renkler dışında karanlık yine Ankara. Ve neonların, sokak lambalarının, binaların parlak ışıklarının altında yatan kasvetli ruhu, alevli bir çatışmaya gebe.
Tunç geleli iki gün olmuştu. İstanbul’da her şeyin yolunda gittiğini söylemişti. Ve hazırdı. Köpek gibi hazırdı. Ve her şey eski haline dönmüştü. Çatıda hiçbir şey yaşanmadı ve Yağmur’la o günden beri hiç göz göze gelmediler.
Plân günü geldi çattı ve Sağır Sultan, her zamankinden daha büyük bir orospu gibi görünüyordu. Onları bekliyordu.
Tunç, heyecandan Zippo’su ile oynayıp duruyordu. Eskitme pirinç yüzeyinden seken sokak lambasının ışığı, bir gözcü dronun kamerasına doldu. Kutlu yirmi farklı dörde üç ekranı, büyük bir monitörden izliyordu. Net değildi ama idare ederdi. Kafasında bir kulaklık vardı. Yağmur, arkasında eski model bir şipşak fotoğraf makinesi ile oynuyordu.
“Duyuyor musun?” dedi Kutlu. “Duyuyor musun? Tunç. Duyuyor musun?”
<Be amına godumun evladı! Karşıya geçsene!> Tunç yine birilerine sövüyordu.
Kutlu, sesi kıstı. Arkasını dönüp Yağmur’a baktı. Gözüne ince ve kırmızı bir kedi gözlüğü takmış, parmaklarını V şeklinde ağzına dayamış şekilde bir fotoğraf çektiğini gördü.
“On dakikamız var,” dedi Kutlu. Önünü döndü. “Duydun mu? Sürü havada on dakika kalacak. Şarjları o kadar yetiyor. On dakika…” Metal kasalı klavyede bir tuşa dokununca ufak görüntüler hareketlendi.
Tunç, cebinden Sağır Sultan kabartmalı ahşap tüpünü çıkardı. Kısa tüpün kapağını çevirerek açtı, parmaklarıyla kavrayıp burnuna götürdü. Derince bir nefes çekip yumruklarını sıktı. Kutlu, onun baştan aşağı titrediğini görmüştü.
Sağır Sultan’ın göğüs uçlarından akan pirüpak beyaz.
Sürü, sekiz katlı binanın çatısındaki Kovan’dan, en aşağıdaki Sağır Sultan’ın tabelasına kadar dizilmişti.
Kutlu, Sağır Sultan’ı görüyordu. Tunç’un sabah koyduğu dronlar kulübün tavanına yapışık halde bir çizgi gibi sıraya geçmişlerdi. Diğer ekranlar binanın arkasını ve çatıyı gösteriyordu. Teoman Abi’nin sekizinci kattaki demirli penceresi kapalı ve perdesi çekikti.
“Niye bütün dronları çalıştırdın?” dedi Yağmur.
“Ne?”
“Niye hepsini çalıştırdın? Şarjları bitecek.”
“Yağmur. İçeride bekler misin? Yağmur, hadi git içeride bekle.”
“Niye hepsini aynı anda çalıştırdın? Bazılarını uçurmasaydın.”
“Birbirine bağlılar. Öyle ayrılmıyorlar. Kodu sürekli yenileyemem. Ve mekânı izlememiz gerekiyor. Sen içeri git.”
“Ama ortadaki çalışmıyor.”
Kutlu Kovan’ın içinde bekleyen drona baktı. Kamerası plastik boyunluğu gösteriyordu. Kraliçe arı.
“İçeri git.”
Yağmur homurdanarak kalkıp kapıyı çekti. Bol bir kapüşonlunun içine giydiği Ege mavisi yaz elbisesinin etekleri dalgalandı. Tunç, binanın girişinde oturan adamlara selam verip içeri girdi.
Birileri sürekli dronların ufak kadrajlarına girip çıkıyordu. Birileri yürüyordu. Birileri içki içiyordu. Birileri eğleniyordu, kavga ediyordu, öpüşüyordu, dans ediyordu, dayak yiyordu. Birileri etrafı gözlüyordu. Sağır Sultan’ın her zamanki kadın müşteri profili. Hepsini ortak özelliği güzel ve salak olmaları. Aiko, gotik makyajının altında duvar gibi yüzü ile bir şeyler servis ediyordu. Mekânın iri kıyım güvenlikleri her zamanki bölmelerinde bira içiyorlardı. Kutlu bütün mekâna son bir kez göz gezdirdi. Yok. Yoktu. Teoman Abi ortada yoktu.
“Nerdesin?” diye sordu Kutlu. “Yoksun.”
<Merdiven…> Tunç’un statik sesi merdiven boşluğunda yankılandı. Birkaç kez hızlıca burnunu çekti. <Taşınıyor mu sinyal?>
“Şimdilik bilmiyorum. Öğrenemiyoruz öyle. Girmen lazım.”
<Teoman Abi nerde?>
“En son Sultan’a girdi. Arka odaya geçti. Orada görüş yok. Toplantıdalar.”
<Nerede duracağım?>
“Efrayim’e gir.”
<Ne diycem?”>
“Ne bileyim… uydur bir şey. Hastalığını sor.”
<Adam beni deli ediyor.>
“Yavaş.”
<Bunun kaç parmağı vardı?> diye sordu Tunç. Bir kapı kapanma sesi duyuldu.
“Bilmem… Altı.”
<Biri daha gitmiş. Şimdi yanından çıktım. Kablonet bozuk dedi.>
“Çünkü çanağı konsola bağladım. Çok uzağız…” Kutlu pencereden dışarı baktı. Sağır Sultan’ın tepesindeki Kovan’ı ve çanak anteni bu kadar uzaktan az çok seçebiliyordu.
<Giriyorum.>
“Teoman Abi’nin adamları on dakika yok. On dakika…”
<Niye hâlâ abi diyon adama?>
“Çabuk ol.”
<Gelen giden var mı?>
“Yok. Kimse yok. Kapıdaki korumalar Teoman Abi’nin yanına girdi. Toplantıdalar. Bir adam var o da dairenin kapısında. Onu indireceksin. İndirebilecek misin?”
Kutlu ahşap tüpün kapağının tekrar açıldığını duydu. Tunç, burnunu çekerken Kutlu’nun kulaklığındaki statik cızırtı parazitlenerek arttı.
Bir dakika sadece boğuşma sesleri dinlemişti.
Sonra Tunç, gözleri kan çanağı halde, Teoman Abi’nin demir parmaklıklı camını açmıştı. Kutlu dronu içeri soktu. “İyi misin?” diye sordu.
Tunç güldü. Ağzının kenarları demir gibi sert ve kıvrık. Gülüyor ve Sağır Sultan’ın mısır cariyesini resmeden bir tabloyu indiriyor. Parmak boğumları mor ve beyaz.
Tablonun ardındaki çelik kasanın üstüne işli ekranın ışıkları yandı. Tunç, cebinden çıkardığı vantuzlu cihazı polikrom ekranın yanına yapıştırdı. Kutlu sesi kapattı ve Tunç, masis kilidi dinleyerek çevirmeye başladı.
Yağmur, elinde iki porselen kupa ile odaya girdi.
“Masis kilidi açacak,” dedi Kutlu. “Dinliyor. Sesi kapattım.”
“Onu açınca ne olacak?”
“Teoman’ın kartını okutacak. Yani sinyal taşınıyorsa… Sonra…” Burnuna filtre kahvenin ekşi kokusu geldi.
Cümlesini bitirmeden Yağmur “Kahve,” dedi.
“Kahve var mıymış burda?”
Kız omuzlarını silkti. Kupayı uzattı. “Onu çalıştırmışsın,” dedi. Ekranın ortasındaki kamera görüntüsünü işaret etti.
Kutlu, kahveyi yudumladı. Acı ve pas kokuyor. “Kraliçe Arı. O ganimeti getirecek.”
“Ganimet ne?”
Kutlu güldü. Cevaplamadı. Ekrana döndü. Tunç, kulağında beyaz AirPod’lar ile büyük, çelik kasayı açmaya çalışıyordu. Sonra yüzünü Kraliçe Arı’nın kamerasına döndü. Bir şeyler söyledi. Kutlu sesi açtı.
“Tamam mı? Oldu mu?”
<Kaçar mı amına koyim…>
Tunç, cebinden koyu renk sinyal artırıcıyı çıkardı. İnce aralığına plastik bir kart soktu. Kasanın kolunu tutup aleti kasaya işli polikrom ekrana yaklaştırdı. Kasa, kısır bir çınlama ile açıldı. İçindeki elmaslar sessiz parıltılarla ufak kamera lensine göründü.
“Sağır Sultan’ın mücevherleri,” dedi Kutlu. Kahveyi yarısına kadar içti. “Bizim…”
Yağmur’un yüzü ciddileşti. Sonra “Seninle Kıbrıs’a gelirim,” dedi.
Kutlu, elini masaya vurup klavyenin altında sıkışmış Kıbrıs broşürünü çekti. Kıza baktı.
“Seninle oraya gelirim.”
“Nası yani?”
“Gelirim işte.”
“Nası gelirsin?” Kutlu boynundan yukarı bir sıcaklığın yürüdüğünü hissetti.
“Beni sevdiğini biliyorum. Kadınlar anlar böyle şeyleri…”
“Yok…” Kutlu başını iki yana salladı. Ekrana döndü. “Ama…”
“Ona zaten bir kere ihanet ettin. Çatıda…”
“Kafamız güzeldi.”
“Sen iyiydin.” Yağmur omuzlarını silkti. “İstersen gelirim. Beraber gideriz.” Gözleri parlak ve ciddiydi.
“Peşimize düşer,” dedi Kutlu. Ekrana döndü. “Düşerler…”
Tunç, cebinden ahşap tüpü çıkardı. Kadife bir yatakta yatan elmasları tüpe doldurdu. Tüpü yanı başında uçan Kraliçe Arı’nın plastik kıskaçlarına tutturdu. Kutlu, adamın göz bebeklerinin ne kadar büyük olduğunu gördü.
“Git orayı yak,” dedi Yağmur. Kutlu’nun sırtı buz gibi oldu. “Kovan’ı yak. Bir kere denemiştin.”
“Bir sürü insan var. Saçmalama…”
Kraliçe Arı, Teoman Abi’nin penceresinden çıkarken bütün ekranlar teker teker uzaklaşmaya başladı. Plan işe yaradı. İşe yaradı. Yağmur da yağmadı. Bi bok olmadı. Tunç gülerek girdiği odanın kapısını çekti.
“Mutfağın gaz borularını sök. Diğer dairelerin ocaklarını aç. Sağır Sultan’ın sütünü besleyen tüplerin ağzını aç. Havaya uçsunlar. Arkada bir şey kalmasın.”
Ekranda Tunç binadan çıkıyordu. Girişte Teoman Abi’nin adamları ile konuştu. Sağır Sultan’a girerken <İki dakika içerdeyim,> dedi. Kutlu kanının hızlandığını hissetti. Yağmur, elini Kutlu’nun elinin üstüne koydu. Yumuşak ve buz gibi. Ahşap tüpü taşıyan Kraliçe Arı, pencerenin pervazına konup pervanelerini durdurdu. Kutlu’nun vücudu tarif edemediği bir hisle doldu.
Sonra koşuyordu.
* * *
Sağır Sultan’ın neon tabelasının renkleri sönük.
Plastik tüpler, büyük damlalar halinde asfalta damlıyordu. Eriyik plastik leş gibi kokuyordu. Kutlu’nun elleri titriyordu. Gözleri bulanıktı. Hiç ölmeyecekmiş gibi hissediyordu. Sıcak rüzgâr yüzünü yaladı. Gökyüzüne baktı. Gri duman büyük dalgalar halinde karanlığa karışıyordu. O dumanın içinde yüzdüğünü düşünüyordu. Damarlarında bal akıyor, bütan soluyordu.
Köşeyi dönüp sırtını karşı binanın duvarına dayadı. Başındaki kapüşonu açtı, Kıbrıs’ın mavi sularını düşündü. Kafasını köşeden uzatıp binaya baktı. Alev. Alevler. Cayır cayır ve parlak. Kafasını kaldırıp Kovan’a baktı. Plastik göçmüş, grafiti yok olmuş. Çanak anten yan yatmış. Bacaklarındaki enerjiyi daha fazla tutamıyor.
Koşarak karşıya geçti. Ara sokağa dalıp yokuş yukarı koşmaya başladı. Alevler hâlâ önünü aydınlatıyordu ve çıplak molozun kükreyerek yanışını duyuyordu. Nefes nefese, yeşil bir çöp konteynerının arkasına saklandı. Ellerini dizlerine dayadı. Karnı kasıldı, iki büklüm olup çöpün dibindeki mazgala on dakika önce içtiği kahveyi kustu. Gülüyordu. Yağmur’a sarılmak istiyordu. Orayı havaya uçurdu. Kovan’ı yaktı. Kovan’ı yaktı. Kaderiydi bu. Annesi on beş yıl önce ona adam olup olmadığını sorduğunda bir cevap verememişti. Yağmur’un güneşte parlayan yüzünü düşündü. Birkaç gün önce çatıdan düşüp akan yağmurda yüzen RedBull tenekesini düşündü.
Sonra biri onu karnından yakalayıp yere çarptı. Kutlu, bağırmakla ağlamak arasında bir çığlık attı ve yerde tavuk gibi çırpındı. Pervazdaki arı, sırt üstü kanat çırptı. Gözleri açıldı.
Tunç. Yüzü tebeşirle kaplanmış gibi. Plastiğe pürmüz tutmuş gibi. Yok. Hayır. Derisi sıyrılarak kavrulmuş, saçları ve sakalları yanmış, göz akları sarı ve göz bebekleri hâlâ geniş. Sağ dirseğindeki örümcek ağı dövmesi yanıktan kabarmış ve akkor gibi parlıyor. Kutlu’yu yakasından tutup duvara vuruyor. Sonra suratına bir yumruk çıkarıyor. Kutlu, parlak sustalının Tunç’un elinde çınlayarak açıldığını, paslanmaz çeliğin yağ sızması renkte soğuduğunu görüyor. Kaçmak için bir hamle yapıp yana doğru fırlıyor. Tunç, sustalıyı Kutlu’nun karnına saplıyor. Sonra iki farklı yerden daha. Biri kasıklarının az üstüne, biri sağ baldırına.
Birlikte yere düştüler. Kutlu karnını tutarak kalktı ve birkaç adım attı. Sonra kan ve kusmukla sırılsıklam olmuş zeminde kayıp diz çöktü. Tunç’a baktı. Tunç’un boğazı, her nefes çektiğinde ahşabı kesmeye çalışan testere gibi hışırdıyordu. Burnundan pembe ve yarı şeffaf bir köpük halinde kan boşalıyordu. Kutlu, sokağın başına kadar yürüyemeyeceğini düşündü. Merdivenleri tırmanıp Yağmur’un yanına gidemeyeceğini düşündü. Plan işe yaramıştı. Her şey alt üst oldu. Ters yüz oldu. Yaktığı yangın artık ısıtmıyordu. Damarlarında kanın yanında başka bir şey akıyordu. Karnına baktı. Beyaz gömleğini sıyırdı. Parlak, siyah ve kopkoyu bir kan akıyor. Bal akıyor. Derisinin altındaki altıgen petekleri görüyor. Sonra sokağın başına bakıyor ve Yağmur’un bir taksiye bindiğini görüyor.
Yağmur. Yağmur taksiye bindi. Yağmur’un Ege mavisi yaz elbisesi rüzgârda savruldu. Yağmurun yağacağından korkuyordu. Yağmur ona Sağır Sultan’ın sütünü içirdi. Ona uyuşturucu verdi. Yağmaması gerekiyordu. Bütün planları bozdu. Yağmur elmasları alıp toz oldu. Yağmur Kıbrıs’a uçtu. Onları birbirine düşürdü. Ona yalan söyledi. Yağmur kovanın amına koydu. Yağmur’un gözleri daldı. Yağmur onun hayatını sikti. Yağmur…
Yağmur Yağmur’du.
Güz yağmuru kadar tahripkâr, kovanın ölümü kadar yakıcı. Kulağında arıların vızıltısı ve annesinin ona bağırması. Sağır Sultan’ın kapısında ona gülümseyen, dudakları yaz yağmuru gibi kız. Zippo’nun jet yakıtı, yanan etin kesif kokusu. Yağmur’un koyu renk göğüs uçları ve cehennem ateşi gibi sıcak kadınlığı. Kutlu’nun son düşünceleri…
Ve huzursuz rüyasında ölü bir arı görüyordu. Bir şeyler kazınıyordu. Bir şeyler inliyordu. Tavanın köşesini kazıyarak içeri bir arı düştü. Önce kafası çıkmıştı, sonra bacakları, şeffaf kâğıt gibi kanatları, hareketli bir diken gibi iğnesi. Bağ evinin tahta pencerelerinin pervazına düşüp öldü. Annesi ona bağırdı. Kovanı yakmasını söyledi. Onun adamlığını sorguladı. Sonra üstünden bir mevsim geçti ve mavi boyalı pencere tahtasının üstünü mantar gibi bir toz kapladı.
Ve arı, gün doğduğunda o tozun içinde çırpınmıştı. Deniz dalgası gibi bir toz kütlesi kanatlarının rüzgârı ile havalanmıştı. Arı, sırtının üstünde pervane gibi döndü.
Sonra uçup gitti.
- Dünyayı Öldüren Adam - 1 Temmuz 2020
- Kozmos’un Gölgeleri - 1 Mayıs 2020
- Aşkın Tahripkâr - 1 Ocak 2020
- Cesedimi Uzaya Gömün - 1 Aralık 2019
- Antarktika Burada Başlıyor - 1 Kasım 2019
Tek kelimeyle mükemmel…
Teşekkür ederim Murat. Müsait bir zamanında daha çok şey duymak isterim. Özel mesajla ya da buradan. Görüşürüz.
Seçkiyi ne zamandır takip etmiyordum, ismini görünce, Sağır Sultan temasıyla neler yapacağını merak ederek açtım. Beklentim yüksekti. Okudum bitirdim. Beklentilerimi kat kat karşılayan, iyi bir hikaye olmuş.
Kelimeleri kullanışında bir Chuck Palaniuk havası hissediyorum. Hikayenin doğasına boyanıyorlar gibi. Şekil görünmek için yazmadım bunu gerçekten böyle açıklayabiliyorum ancak.
Tek sıkıntım marka isimleri, mesela düşen Redbull şişesinin artık Redbull şişesi olduğunu biliyor okuyucu, bunu düşen şişe olarak ansan da aklımızda o şişe hep Redbull şişesi olacak. Eğer başka bir şişe ise özellikle belirtmen daha az yorar.
Yine çok iyi bir öykü olmuş. Eline, fikrine sağlık.
Ben çok kısa ve vurucu olsun istedim ama bu öykü bir analizi de hak ediyor haklısın.
Bir kere her sanatçının bir stili ya da meselesi vardır ve bunu nasıl temsil ettiği başarısında büyük rol oynar. Sen senin söylediğin şekliyle polikrom öyküler yazıyorsun ve tüm öykülerinde insan o mor kırmızı dumanlı ve su üzerinde parlayan renkleri görüyor, sanki okumuyor da izliyor. Ki ben cyberpunk seven birisi olarak büyük bir keyifle izliyorum.
Bir kere tasarım çok başarılı. Bir diyaloğu bir tasviri başarılı kılan nedir? Bence karakter ve mekanların yazarın beyninde baştan beri yaşıyor olmasıdır. Eğer karakterlerin stereotip değillerse ve yazarın kafasında birbirinden net çizgilerle ayrılmış, derinliği, tarihçeleri olan karakterlerse diyaloglar kaçınılmaz olarak başarılı olacaktır. Eğer yazıyorken mekanı gözlerin görüyorsa tasvirlerin güzel olacaktır. Eğer sen tüm derinliği duygusal çözümlerle ve diyaloglarla veriyorsan, olayların geçtiği ortamı sadece “okur merak eder” diye veriyorsan o zaman tasvirler eğreti durur. Tabi olay örgüsü de önemli denilebilir ama ben öyküde olay örgüsünün roman kadar önemli olmadığını düşünüyorum.
Şimdi senin durumunda genelde yazarların bir tarafa meylettiği düşünülürse en başat özellik her ikisini de aynı ölçüde başarıyla kotarıyor olman ve bence alameti farikan da hareket tasvirleri. Bütün bunların sonucunda öyķülerin nefes alıyor.
Bunları yapabildiğini zaten biliyoruz. Açıkçası bunun Allah vergisi bir yetenek olduğunu düşünüyorum ben. Ama nereden hem övebilir hem yerebilirim? Belki biraz fazla gösteriş var diyebilir(d)im. Sade, mütevazi ve kalbe işleyen bir naiflik de ekleyebilirs(d)in. İşte buradan öyküye dair mükemmel tanımlamama geliyorum. Bu öyküdeki kovan tarihçesi bu naif derinliği vermiş.
Tekrar tebrik ediyorum…
Bir yazarın kendi sesini keşfetmesi ve onu yönetmesi büyük bir haz olmalı. Seçkilerde karşılaştığım çoğu öykü aslında aynı sesin değişik yankılarından ibaret. Arada, nadir de olsa böyle farklı dokularla da karşılaşmak keyif verici. Çok hızlı, baş döndüren bir öyküydü. Kendimi Kutlu karakteri ile özdeşleştirdim. Bir müddet, eğer yerde öylece atılı duran bir RedBull şişesi görürsem, bu hikaye aklıma gelecek.