Liv sonunda eve vardığında saat 11’i biraz geçiyordu. Elini çantasının içerisine daldırdı ve karışmış eşyalarının arasında anahtarını aradı. Birbirine çarpan metallerin sesinin yardımıyla aradığını buldu ve aceleyle anahtarları çıkardı. Karanlıkta apartman kapısındaki deliğini bulmak zordu. Bir yandan da titreyen elleri durumu zorlaştırıyordu. Anahtarları yere düşürdü. Ardından telaşla uzanıp aldı ve tekrar denedi. İçeri girdiğinde gecenin sessizliğini bozan tek ses ayakkabılarının giriş holünde çıkardığı tıkırtılardı.
İkinci kattaki evinin kapısına vardığı zaman tekrar anahtarlar ve delikleriyle mücadele etmeyeceği için mutluydu. Sessizce kapıyı tıklattı ve kısa bir süre bekledi. Liv’e birkaç dakika gibi gelen birkaç saniyeden sonra kapı yavaşça açıldı. Karşısında kendisinin 30 sene yaşlanmış hali duruyordu. Rahatsızlık veren bir rüyada kendi yansımasına bakıyor gibiydi. Karşısındaki kadının da aynı hareketi yapıp yapmayacağını merak ederek elini kısa kesilmiş sarı saçlarının arasında gezdirdi ve fısıltıyla konuştu: “Merhaba anne. Beklediğin için teşekkür ederim. Alfred uyudu mu?”
Liv’in annesi yorgunluğunu gururla gizlemeye çalışsa da çabaları boşunaydı: “Her zamanki gibi. Seni bekleyeceğini söyleyip inat etti. Sonra televizyon karşısında uyuyakaldı. Bu işe bir çare bulmamız gerekiyor.” Kadın yorgunca gülümsedi. “Gitgide büyüyor ve onu yatağına taşımak her geçen gün zorlaşıyor.”
“Sanırım sonunda televizyonu onun odasına taşımam gerekecek.”
“İşten daha erken dönmeyi de deneyebilirsin.”
Annesinin mesajı yerine ulaşmıştı.
“Anne, keyfimden kalmadığımı biliyorsun.”
Annesi birkaç saniye duraksadı. “Haklısın. Peki sen kendini nasıl hissediyorsun?”
“İyi.”
“Hayır demek istediğim, genel olarak tüm olanlardan sonra. Anlarsın ya, Stella falan?”
“İyi hissediyorum.”
“Peki. O halde yarın görüşürüz. Kendine dikkat et.”
“Teşekkür ederim anne. Görüşürüz.”
Annesi evden çıkar çıkmaz Liv odasına gitti; paltosunu yatağının üzerine bıraktı. Çantasından kullandığı ilaçları aldı ve tuvalete girdi. Hapları ağzına attı. Musluktan akan suyu avucuna doldurup hapları içti. Ardından yüzünü yıkadı ve aynada çökmüş suratına baktı. Bu sefer gördüğü kendisiydi, bundan emindi. Ellerini saçlarının arasında gezdirdi. Gözlerini ilk kaçıranın kaybedeği bir oyun oynuyormuş gibi dik dik karşısındakinin gözlerinin içine baktı; sonunda kaybetti.
Sessizce oğlunun odasına girdiğinde Alfred kabus görüyordu. Huzursuzca çattığı minik kaşlarının arasından usulca oğlunu öptü ve saçlarını okşadı. Annesi haklıydı; ne kadar da çabuk büyüyorlardı. O an, ufacık yatağa, çocuğun yanına kıvrılıp oracıkta uyumak istedi. Sanki orada uyusa tüm problemler yok olacaktı. Ama yapamadı. Kalkıp salona gitti. Sesi sonuna kadar kısılmıştı ancak televizyon hala açıktı. Kanepeye oturup ekrana boş gözlerle baktı. Başını ellerinin arasına aldı ve bir anda ağlamaya başladı. Gözyaşları hiç durmayacak gibiydi. Aslında içten içe ağlaması hiç durmadı. Ama gözyaşları tükenmişti. Bir sigara yaktı ve başını yukarı çevirip dumanı tavana doğru üfledi.
İnsanlar İsveç’in Östersund şehrinin biraz dışında yaşam ne kadar farklı olabilir diye düşünebilirdi. Ya da merkezden bu kadar uzakta insanların ne yaptığını. Ancak Liv’e göre Dünya’nın merkezi burasıydı. Burada doğmuş, burada okula gitmiş, burada büyümüş, burada aşık olmuştu. Yedi sene bir adamla evli kalmıştı. Bir çocukları olmuştu; Alfred. Yaptığı hiçbir şeyden pişman değildi çünkü adamı gerçekten sevmişti. Daha doğrusu sevdiğine inanmıştı. Çünkü kocasının eve gelmediği gecelerin sayısı arttıkça kendisini içinde bulduğu ve hayatı sorguladığı o dönemde en çok kendi benliğiyle çatışmıştı. Dibini göremediği karanlık boşluktan Liv’i çekip çıkartan Stella’yla tanışması olmuştu.
Stella’yı ilk gördüğü gün aşık olmuştu. Kadın için de durum farklı değildi. İkisinin de yaraları vardı. Tek ihtiyaçları doğru zamanda doğru yerde yaralarını saracak bir kişiydi. Stella Liv gibi değildi. Kaçtığı bir kocası veya hayatı yoktu; kendisinden veya tercihlerinden de kaçmıyordu. Onun problemi tamamen kaçıp uzaklaşan hayatıydı. Liv bu acı gerçeği Stella’nın bir arkadaşından öğrenmişti. Elbette daha sonra Stella’nın da uzun bir açıklama yapması gerekmişti. “Ben ölüyorum Liv.” Demişti. “İnsanın ölüme bu kadar yakınken aşkı bulması ne kadar trajik? Yukarıdaki birine durması gerektiğini çünkü bunun haksızlık olduğunu haykırmak istiyorum.” Liv, gerçeği çok geç öğrenmesine rağmen kadına neredeyse hiç kırgın kalamamıştı. Nasıl kalabilirdi ki? Birlikte sayısı belli olmayan ancak biteceği kesin olduğu için bir nefes tutumu kadar kısa gelen günleri dolu dolu geçirmişlerdi. Stella’yı son kez gördüğünde de yanındaydı; ambulansta elini sımsıkı tutuyor ve gözyaşları yüzünden bulanık gördüğü aşkına iyi olacağını fısıldıyordu. Tüm o karmaşanın ortasında ölümle burun buruna olan kadının bakışları sanki çok uzaklara dikilmişti. Zorlukla alıp verdiği hırıltılı nefesiyle güçlükle konuşmuştu. “Bak.” Liv, ambulans camından dışarı baktığında gökyüzünün soluk yeşil bir renge büründüğünü görmüştü. “Aurora” demişti daha sonra Stella. Bir daha da konuşmamıştı.
Salonun ortasında bulunan sehpanın üzerinde duran kül tablası; onlarca cesedin üst üste yığıldığı bir mezarı andırıyordu. Liv bitmek üzere olan sigarasını özensizce diğerlerinin tepesine söndürdü. Aylardır ölmeyi düşünüyordu ama başaramıyordu. Bunu engelleyen ne arkadaşları, ne ailesi ne de Alfred’di. Evet, Alfred’i yalnız bırakacak kadar bencildi ve bazen bu gerçeği bilmek Stella’nın gidişi kadar kalbini parçalıyordu. Fakat gerçek buydu ve değişmiyordu. Onu ölüm düşüncesinden alıkoyan tek şey bilinmeyenin korkusuydu.
Liv, tekrar odasına döndü ve çantasını aldı. Alfred’i uyandırmamaya dikkat ederek kapıya yöneldi ve evden çıktı. Arabaya ulaşana kadar sanki etrafındaki hava bile varlığını yitirmişti. Arabasını çalıştırdı ve şehir merkezinin tersine, daha da kuzeye yöneldi. Yaklaşık 10 kilometre sonra sağa, dağ yoluna saptı. Dağ yolunda da birkaç kilometre ilerlemişti ki, aradığı noktaya vardı. Arabayı park edip indi ve ağaçların arasına girdi. Gece vakti yolunu bulması zor olmuyordu çünkü gökyüzü soluk bir yeşile bürünmüştü. “Aurora” diye fısıldadı. Bir anda içini büyük bir suçluluk kapladı. Stella’nın varlığını anımsamaktan çok onun rolünü çalmış gibiydi. Bacakları yorgunluktan ağırlaşsa bile tepeye tırmanmaya devam etti ve sonunda vardı. Kuzeyde gür ormanların simsiyah silueti üzerlerinde dans eden yeşille yer yer aydınlanıyordu. Liv, büyükçe gövdesi olan bir ağacın dibine yerleşti ve gökyüzünü seyretmeye başladı.
Daha önce tam da şuan oturduğu yere Stella’yla birlikte gelmişlerdi. Gündüz vaktiydi. Yanlarında bir radyo ve iki sandviç getirmişlerdi. Müzik dinleyip sandviçlerini yerlerken Liv hiç olmadığı kadar huzurlu hissetmişti. Hayattan konuşmuşlardı. İlk defa öpüşmüşlerdi. Stella, ilk kez aşık olduğunu söylemişti. Liv ise ilk kez “gerçekten” aşık olduğunu. Gerçekteni konuşmuşlardı. Tekrar öpüşmüşlerdi. Ardından radyoda bir şarkı çalmıştı. Liv şarkıyı bilmiyordu. Stella ona ismini söylemişti. Birlikte mırıldanmışlardı. Liv o gün eve döndüğünde şarkının adını unuttuğunu farketmişti. Stella’ya tekrar soracaktı. Unuttu. Unuttuğunu hatırladığında ise bir daha soracak fırsatı kalmamıştı.
Telefonunu çantasından çıkarttı ve kulaklığını taktı. Elbette, şarkının ismini sonradan bulmuştu. Gerçi ismin pek önemi de yoktu ya. O şarkı buraya aitti. Tam olarak şuan oturduğu noktaya ve zamana. Daha önce onlarca kez yaptığı gibi şarkıyı tekrar dinlerken, gökyüzündeki soluk yeşilin ağaçların üzerindeki dans edişini izledi ve düşündü. Sanki görünmez bir orkestra şefi, renkleri ahenkle yönetiyordu. Şarkı bittiğinde kulaklığını çıkarttı ve telefonun ekranında yazan ismini fısıldadı: “Aurora’nın Şarkısı”
Kuzey ışıklarının dans edişini ne kadar süredir izlediğini bilmiyordu ancak bir anda içinde yalnız olmadığına dair bir his oluştu. Etrafına baktı, kimse yoktu. Dikkatle etrafı dinledi. Tek duyabildiği, rüzgarla birbirine sürten yaprakların hışırtısıydı. Yine de içindeki o his gitmedi. Bir süre sonra tekrar etrafına baktığında birkaç metre ötesinde; bir başka ağacın dibine oturmuş birinin siluetini görüp paniğe kapıldı. “Stella?”
Ağacın dibine oturmuş kişi Liv’in varlığından habersiz gibiydi. Kendisine seslenilmesine rağmen ne dönüp bakmış ne de herhangi bir tepki vermişti. Belki de sağırdı. Ya da ışığın eşsiz dansıyla büyülenmişti.
Liv ne diyeceği konusunda emin olamayarak tekrar sordu: “Stella sen misin?” Yine bir cevap alamadı. Ama o Stella’ydı bundan neredeyse emindi. İçini bir huzur kapladı ve konuşmaya başladı.
“Seni özledim Stella. Hem de herşeyden çok. Neden gitmen gerekti hiç anlamıyorum. Neden? Bir daha böyle hissedebilir miyim bilmiyorum. Her şey o kadar zor ki. Sanki bir bataklığın içinde koşmaya çalışıyorum. Ve ne yaparsam yapayım sonunda dibe çökeceğimi biliyorum. Evet. Evet, Alfred de seni özledi. Bazen seni soruyor. Ona belli etmemeye çalışıyorum. İş için gitti diyorum ama gelecek. Belki geldiğinde sana hediye bile getirir. Gözleri parlıyor Stella. Tıpkı senin masmavi gözlerin gibi. Sadece adını duyduğu için parlıyor biliyorum. Neden gittin? Ve ne zaman döneceksin? Ya da dönecek misin? Dönmeyeceksin değil mi? Yanına.. yanına gelebilir miyim? Aynen o gün gibi. Şarkımızı dinleriz.”
Liv yerinden doğruldu ve birkaç metre ötesinde oturan siluete doğru yürüdü. Az önce konuştuğu kişi yaprakların gölgelerinin gözlerine oynadığı bir oyundan başka birşey değildi. Ama bunu farketmemiş gibiydi. Siluetin oturduğunu düşündüğü yerine yanına kıvrıldı. Kulaklığını tekrar taktı ve güneş doğana kadar ağladı.
“Elbette, şarkının ismini sonradan bulmuştu. Gerçi ismin pek önemi de yoktu ya. O şarkı buraya aitti.”
Hikayede hoşuma en çok giden cümle buydu sanırım. Bir şeyin ismine ve resmi kutusuna değil de bir duygulanımla kurgulanmış ana ait olması… Güzel bir düşünce.
Anlatımı rahatlıkla akan hüzünlü bir hikayeydi. Karakterin düşüncelerden ağaçların orada gördüğünü sandığı şeye geçişi biraz sert oldu sanırım. Ben bu tip ani geçişlerde birkaç satır aşağıdan başlıyorum yazmaya, belki o tarz bir şey kullanabilirsin?
Karakterin sonraki sözleri, bir başkasıylak onuşuyormuş gibiydi. En uygun anda ama olamayacak şekilde, kaybettiği sevdiğini gören birisinin yapacağı delice bir seslenme ancak bu şekilde olabilirdi. Yine de, diğer kadını gördüğü zamanki tepkilerini biraz daha fazla betimlemeni tercih ederdim.
Güzel bir hikaye. Sevdim 🙂
Okuyup yorumladığınız için teşekkür ederim. Beğenmenize sevindim 🙂
Bazı yerlerde geçişleri daha yumuşak yapmak için söylediğiniz yöntemi deneyeceğim.
Selamlar. Çok hoş ve duygulu bir yazı olmuş. Bu tür öykülerde en çok neyi seviyorum biliyor musunuz, okuma bittikten sonra aklınızda öykü hakkında eleştirel düşünceden ziyade anlamlandıramadığım çokça güzel bir duygunun kişiyi ele geçirmesi olayını. Kısa ve etkili, tam da olması gerektiği gibi.
Tebrikler, böylesine cana yakın bir öykü için.
Teşekkür ederim. Normalde seçkiye gönderdiklerimden farklı oldu bu öykü. Olaylardan çok, duygu ağırlıklıydı. Açıkçası çok kısa bir sürede yazmak zorunda kaldığım için böyle bir tercih yaptım. Nazik yorumunuzdan anladığım kadarıyla biraz da olsa bunu hissettirebilmiş öykü. Tekrar teşekkür ederim.