Kunter ortak salona girdiğinde, bir handa bulunmayacak kadar nadir olan sessizlikle karşılaştı. Sıralar boştu. Köylü halkı, tüccarlar ve yolcuların kaba seslerinin yokluğu hemen fark ediliyordu. Bir yanında ucuz bira ve üzüm şarap fıçıları, diğer tarafında olan ortak salon, uzun ve esintiliydi. Dışarıdan gelen yağmurun çatıyı döven sesi, şöminede yanan kuru odunların çıtırtısı ve bir masayı dolduran dört köylünün fısıldamalarından başka bir ses duyulmuyordu.
Dün gece gökyüzünü kirleten bulutların altında, uzun bir yoldan sonra köyde bulunan tek handa durmuştu. Kunter’i karşılayan hanın sahibi yaşlı ve kıllı biriydi. Ağzında tüttürdüğü piposundan yayılan ucuz tütün kokusundan rahatsız olmuştu, ancak hancıların alışık oldukları korkutucu gülümsemeyle değil, gelişi güzel bir bakışla, ilgisizce karşılamıştı onu.
Daracık merdivenin sondaki tavan arasında sıkışmış tozlu odayı tutmuştu. Kunter kirli kıyafetleriyle pencerenin karşısında geçmiş, daha yeni yağmaya başlayan yağmurun pencereyi dövmesini izlemişti. Kendisini yatağa attığında, bedenini yakan acı silik bir anıya dönüşmeye başlamıştı. At üzerinde geçirdiği uzun bir süreden sonra ağrılarını hâlâ hissedebiliyordu ama tuhaf bir tatlılık, gevşeyen kaslarındaki acıyı unutmasını sağlamıştı. Ancak kulağında uğuldayan ses başını çatlatmaya devam etmişti. Günler geçtikçe daha da kötüleşmişti. Onu kuzeye, okyanusun tuzlu sularına çağıran, dişlerini sıkmasına neden olan acı hep oradaydı.
Kunter elma ve armutlu tart, az sulandırılmış kuzu eti ve un çorbasıyla bira sipariş etti. Uzun süre yollarda yediği tuzlanmış et ve çavdar ekmeğinden sonra İğrenç tartın tadını pek umursamadı ancak cebini hafifleten kuzu eti beklediğinden daha iyi çıkmıştı. Yemeğini yedikten sonra ateşe biraz daha yaklaşıp ihtiyar bacaklarını ısıtırken uzun kılıcını yanına koyup bir bardak bira daha söyledi. Hancı birasını getirirken dünkü umursamaz tavrından eser yoktu. Kunter hancının kıllı elinde tuttuğu maşrapanın titrediğini, gözlerini kendisinden kaçırdığını fark etti. İğrenç kokan ağzı birayı bardağa doldururken hiç olmadığı kadar hızlı nefes veriyordu ve Kunter’in kulakları adamın kalbinin hızla attığını duyabiliyor, damarlarındaki kanın sıcaklığını hissedebiliyordu.
“İşler pekiyi değil herhalde,” dedi Kunter, etrafındaki boş masalara bakarak.
Hancı maşrapayı masaya koyduktan sonra ellerini temiz önlüğünde birleştirip şaşkınlıkla Kunter’e baktı. Şişman yanaklarından süzülen terleri şöminenin ateşinde parlıyordu. “Evet, beyim,” dedi hancı, soru karşısında rahatsız olduğunu gizlemeye çalışarak. “Yolların çamurlu, haydutların cüretkâr oldukları kış mevsiminde, vadimize pek tüccar ve yolcu uğramaz beyim.”
Kunter bunun doğru olmadığını biliyordu. Diyarda üretilen elma ve armutların çoğu Sisli Vadi’de yetiştiriliyordu. Kunter yol boyunca elma ve armut çiftliklerinin yanından geçmiş, işçilerin çiseleyen yağmur altında hasatlarını topladıklarını görmüş ve tüccarlarla pazarlık eden köylülerin tartıştıklarına şahit olmuştu. Yaz mevsiminde bile sert ve soğuk olan bu topraklarda tahıl üretmek imkânsıza yakın bir şeydi. Köylüler geçimini hayvancılıktan ve tüccarlara sattıkları meyvelerden kazandığını bilmesi için dahi olmak zorunda değildi. Ancak köyde bulunan tek handa, neden hiçbir tüccara rastlamadığını hancıya sormadı.
Hancı, Kunter’den izin isteyerek kendisine seslenen dört köylünün yanına adeta koşarak gitti. Aralarında iri olan köylü, siparişini verirken tuhaf bir şekilde kısık sesle konuşmuştu, hancı bir an irkilip doğrulduktan sonra mutfağa doğru gitti. Kunter kısık sesle söylenen cümleler karşısında kalın bıyıklarının altında gizlenen dudakları keyifle gülümsedi ve eli masanın yanında duran kılıcına gitti.
Kunter kılıcı tuttuğunda bir an boşluğa düşüyormuş gibi hisseti. Kulağında yankılanan ses yüksek ve tizdi. Kunter nereden geldiğini anlayabilmek için etrafına baktı. Zifiri karanlıkta elinin uzanamayacağı bir mesafede, büyük mavi bir balık parlayarak onunla birlikte süzülüyordu. Çok eskilerde kalmış anıları gün ışığına çıktı ve kendisine bakan balığın buz mavisi gözlerini hatırladı. Ses gittikçe cüretkârlaşıp kafasını içerisinde gümüş bir sise dönüşüp yok oldu.
Acıdan yana gözlerini açtı, yanaklarını ıslatan gözyaşlarını hissettiğinde şaşırdı. Kulaklarında yankılanmaya devam eden, perde hışırtısı gibi çıkan sesin kendisinden ne istediğini gayet iyi biliyordu.
Hancının tekrar salona girdiğini gören Kunter, yanında dikilen dört adamın kendisine baktığını fark etti. Kunter deri üzerine geçirilmiş örgü zırhlara, savaş eldivenlerine, miğfere ve göğüslere islenmiş kükreyen aslanlara göz attı. Yağmurda ıslanmış kalın pelerinleri sırtlarından sarkıyor, ellerinde uzun kılıçları ve çelik kalkanlarıyla yan yana dizilip önünde dikiliyorlardı. Köylülerin masalarından kalktıklarını duydu. Köylü kıyafetlerinin ardında gizledikleri örgü zırhların seslerini, masanın altından çıkardıkları uzun kılıçları ve bir yayın kirişine takılmış okun kendisine doğru çevrildiğini gördü.
Bir adım öne çıkan liderlerinin kim olduğunu çok iyi biliyordu Kunter. Şiirlere konuk olmuş, Kırık Kılıç Savaş’ında yüzden fazla adam öldürdüğü söylenen Vizggartlı Polax’la mazisi daha eskilere dayanıyordu.
“Tekrar karşılaşacağımızı söylemiştim,” dedi Polax. Kunter adamın ifadesiz durmaya çalışan yüzündeki bir iki kasın istemsizce hareket ettiğini görebiliyordu. “Ama bu sefer merhamet dileyen taraf sen olacaksın,” diye ekledi Polax.
“Büyümüşsün,” dedi Kunter, ilgisizce birasını yudumlarken. “En son gördüğümde annenin cesedi yanı başında ağlayan bir çocuktun.”
“O zaman neden burada olduğumu biliyorsun.”
Kunter biliyordu. Akçay Köyü’nde yanan evlerin kokusunu, kılıcında can veren kadınların çocuklarını bağışlaması için yalvaran bakışları hatırladı. Ölüm, ona yaşadığını hissettiren tek şeydi, kulaklarında çınlayan o lanet sessi bastırıp acısını dindiren tek hediyeydi… Hatırladı, annesinin cesedinin yanına yığılmış, kirli suratında aşağıya akan gözlerini silmeden yaşına göre zengin küfürler sayan o çocuğu. Köyde nefes alan tek canlı olan çocuğun bakışları onu eğlendirmişti. İntikam lanetleri okuyan çocuğun yanına çömelip “gelişini bekliyor olacağım” deyip, arkasında cesetlerin üstüne daire çizen kargaları bırakarak neşeyle yoluna devam etmişti.
“Beni öldüreceğine gerçekten inanıyor musun?” dedi Kunter, oturduğu masadan Polax’ı süzerek. Saçları geniş omzuna kadar uzamış, sert gergin suratının sol tarafından kılıçla yarılmış taze bir yara vardı. Sultanın seçkin muhafız zırhın içinde gerçek bir kahraman gibi dikiliyordu.
Polax sinirle öne cıktı. “Buraya seni gebertmeye geldim. Konuşmaya değil… Bana kılıcını göster iblis,” diyerek kükredi. “Gerekirse senin masumları öldürdüğün gibi kılıçsız bir şekilde doğrarım ama elinde kılıcınla ölmeni tercih ederim.” Sert bakışlarını kapının yanında korkuyla olacakları seyreden hancıyla cevirdi. “Hancı, sizin yerinizde olsam temiz giysime kan bulaşmaması için buradan uzaklaşırdım.”
Hancı son kez Kunter ve askerle baktıktan sonra Polax’ın fırlattığı demir sikkeleri havada kaparak koşar adımlara hanı terk etti.
Kunter ayağa kalktığında bacakları sızladı, belinden omzuna doğru çıkan acı karşısında gülümsemekle yetindi. Yaşlanmıştı. Artık genç olmadığının farkındaydı ancak ölmeyeceğini de biliyordu. Bu gün değil. Kemikli ihtiyar eliyle tuttuğu kılıcını kınından çıkardı.
Kunter, ok’un kirişinden serbest kalmadan önce adamın saldığı nefesini işitti. Kılıcını gözle takip edilmeyecek kadar hızlı bir şekilde rüzgârı yaran ok’a savurdu, ikiye ayrılan ok ayakları dibine düşerken ilgisizce yaşlı gözleri etrafını sarmaya çalışan askerlere kaydı. Askerlerin gözlerindeki korkuyu görüyor, rutubetli salona yaydıkları hızlı nefeslerin ve kılıçların kabzasını sıkan ellerin gerginliğini hissedebiliyordu.
“Saldırın!” Diye bağırdı Polax, kılıcını Kunter’e doğru sallarken.
Kunter kolaylıkla darbeden kurtuldu. Bu arada arkasında duran iki askerden biri kılıcını sıkıp havaya kaldırdı. Kunterhızla yana çekilip askerin darbesinden sıyrılarak sendelemesine neden oldu. Kılıç, ıslık sesiyle havayı yardı ardında bir çığlık duyuldu. Askerin kılıcı yere düşerken miğferi parçalanmıştı ve kan yüzünden aşağıya akıyordu. Kılıçlar çarpıştı, tabak bardak ve çanaklar, boğuk şıngırtılar çıkararak yere yuvarlandı. Adamlardan üçü yere serilmişti: biri hiç kımıldamıyor, diğeri yayılan kan gölünün içinde karnından çıkan bağırsaklarını tutarak çığlık atıp seğiriyordu.
Kunter sırtını bara yasladı. Sakin ve tetikteydi. Uzun kılıcını iki eliyle tutmuş cesaretini yitirmiş askerleri süzüyordu. Polax sinirden kasılan surattı gerilmişti, ustaca tuttuğu kılcını yere yakın tutmuş daha dikkatli davranıyordu. Geriye kalan dört asker yaşadıkları korku yüzlerine yansımıştı. Aralarından biri yerde yatan arkadaşının çarpılmış suratını yaran kılıç darbesine baktığında ürperdi, nefesini tuttu ve kusmaya başladı.
Polax, yanındaki adamıyla birlikte aynı anda saldırdı. Kunter askerin kılıcına cevap vererek etrafından döndü ve kılıcı Polax’la buluştu. Polax sinirden çarpılmış suratı seğiriyor, kılıcını savururken ağzından salyalar akıyordu. Ancak yavaştı hepsi çok yavaştı. Kunter kılıcını kurtarıp Polax’ın karnına saplayıp etrafında dönerek sol diz kapağını deşti ve kemiği kıran metalin ağırlığını elinde hissetti. Liderlerinin yaralandığını gören askerler hep bir ağızdan “hayır!” diye bağırdılar… Kılıcından kırmızı bir sel gibi akmaya başladı, kılıcı kan kokusunda ağırlaşmış havayı yararak adamları uzuvlarını biçiyor, ayakları yıpranmış ahşap zeminde dans ediyor, kahkahası havada çarpışan kılıçların ve kalkanların çıkardığı seslere eşlik ediyordu. Geriye kalan son kişi korkuyla diz kapağını tutmuş liderine ve kanlar içerisinde yerde yatan cesetler baktıktan sonra kılcını bırakarak kapıya doğru koştu. Elleri kapıya ulaşamadan Kunter uzun kılıcını fırlattı, kılıç adamın sırtında girip ahşap kapıya saplanarak sallandı.
Kunter, kılıcını kapıda asılı cesetten kurtardığında ceset yere yığıldı. Kılıcını adamın peleriniyle sildi ve cesette baktı: koyu yeşil pantolonundan yayılan sidik ve bok kokusunu içine çekti ve görüntü karşısında zevkle titredi.
“Beni hayal kırıklığına uğrattın evlat,” dedi Kunter, sesindeki neşeyi gizleme zahmetine girmeden. “Sekiz asker… Bunu hakaret olarak alıyorum.”
Polax’ın ayağa kalkmaya çalışmasını izledi, ağzından çıkan sesin tizleştiğini ve yere düşerken kırık bacağındaki kemiklerin sesini duydu. Yerde acıyla inleyen adam etrafında cansız yatan askerlerine baktıktan sonra acı dolu suratını Kunter’e doğru nefretle çevirdi. “Nesin sen, bir iblis mi?” diye haykırdı.
Bu soruKunter’e çok tanıdık gelmişti. Bir an kılıcıyla ayakta dikili kaldı.Bir tekne görüntüsü anımsadı. Erkek olmak isteyen bir çocuğun gururlu suratı beliriyordu zihninde. Çok eskilerden kalmış bir adam sesleniyordu çocuğun arkasından ama suratını göremiyordu. “Yakaladın onu evlat!” diye bağırıyordu boğuk ses. “Yakaladın!” Çocuk, zıpkının ipini çekerken balığın gücünü kollarında hissetmişti. Sevinçliydi ve artık bir erkek sayılırdı, ancak dengesini yitirip suya, bedenini yakan soğukluğa doğru sürüklendi çığlığı boğazında düğümlendi. Balığı göremiyordu çocuk, sadece elleri kendisini suyun derinliklerine sürükleyen ipi sıkıca tutmuş avının kaçmasına izin vermiyordu. Ve birden ip hafiflemiş, balık kaçmıştı. Çocuk suyun derinliklerinde çaresizce süzülürken hüsrana uğramış bir şekilde denize karşı haykırarak etrafında köpükler oluşturdu. Nefessiz kalan ciğeri canını yakana kadar suda öylece karanlığa doğru baktı ve ardında nerede olduğunu hatırlayarak yukarıya, karanlığı yaran ışığa doğru yüzmeye başladı. Çocuk ışığa yaklaştıkça bir görüntü büyüyüp belirginleşti; kocaman bir mavi balık gördü, köylülerin ağzında eksik olmayan Tanrıça Balık kadar büyük olduğunu düşündü. Çocuk büyülenmiş bir şekilde soğuk suda yavaşça hareket eden parlak mavi balığa baka kaldı. Soğuk suyu yaran ışığa toplanmış diğer deniz yaratıkları etrafında dans ederken, bir an balığın buz mavisi gözünü üstünde hissetti. Kulaklarından yükselen anlayamadığı tuhaf bir sesin tüm bedenini sarmalayıp hareketsiz kalmasını sağladı. Çocuğun göğüs kafesinde bir kuş gibi çırpınan kalbi durdu, gözlerine inen bir beyazlığın ardından kör olduğu düşüncesiyle dehşete düştü. Ancak elleri yüzüne gittiğinde, gözlerini yakan sıcaklığın nedenini anladı; parmaklarında leke gibi duran kanın kırmızı tonu, tuzlu suya karışıp karanlığa doğru süzülüyordu. Çocuk çırpınarak haykırdı. Sonra her şey bulanıklaştı ve mavi balığın tuhaf sesiyle birlikte karanlığa karıştı. Bir ses ve ardından omzunu tutan bir el hissetti.
Kunter aklından gecen görüntüleri dizginleyip daha net görmeye başladı. Çocuğun biraz daha büyümüş yüzü, bir zamanlar genç olan kendi suratına dönüştü… “Nesi sen, bir iblis mi?” bu soruyu soran sesin sahibini tanıyordu. Kız kardeşi boğazına saplanmış bıçakla yerde yatan babasının üstüne titrerken ağlamaklı gözlerini Kunter’e çevirmişti. “O senin baban, nasıl yaparsın bunu?” Babasının yemek yerken şapırdatmasına sinirlendiğini hatırladı ve peynir bıçağını alarak adamın boğazına soktuğunu. Hiçbir şey hissetmemişti sakince yemeğini yerken babası kanlar içerisinde sandalyeden düşmüş, kız kardeşi çığlık atınca başını kaldırıp babasına bakmıştı. Sadece ölü bir adam diye düşünmüştü, kız kardeşinin neden bu kadar tepki gösterdiğini anlayamamıştı o zamanlar.
“Bunun bedelini ödeyeceksin orospu çocuğu!” dedi Polax, Kunter’i düşüncelerinden bölerek. “Nereye kaçarsan kaç Sultan seni bulacak ve çarmıha dikip etini haşlayacak!”
“Koyun sürüleri bir kurdu öldüremez. Avlar avcılarından ancak kaçabilir” diye cevap verdi Kunter.
Polax konuşurken kısık nefesler alıyordu. “Er ya da geç yaptıklarının bedelini ödeyeceksin… Tanrı senin gibi canavarları cezasız bırakmaz!” dedi. Karnındaki yaradan akan koyu kan Polax’ın etrafında küçük bir gölcük oluşturmuş, adamın suratındaki yaşam yavaşça soluklaşıp kaybolmaya başlamıştı.
“Öyle mi?” dedi Kunter. “Savaşta köyleri yıkıp kadınlara tecavüz edenleri, tarlaları yakıp binlerce insanın açlıktan ölmesini, kaderlerine terk edilmesini seyrettim. Senin deyişinle bu iblislerin kendi vatanlarında kahramanlar gibi ağırlandığını, başkalarının annelerine tecavüz edenlerin kendi anneleri tarafından sevgi dolu sözleriyle karşılandığını da gördüm. Ancak tanrınızın hiçbir zaman sizin deyişinizle masum insanlar için iblisleri cezalandırdığına şahit olmadım… O sizi unuttu evlat.”
“Kapa şu siktiğimin çeneni!” dedi Polax. “Sakın kendini bizimle bir tutma. Ellerinde kılıç olmayan insanları, kadın çocuk, yaşlı demeden öldürdün sen. Şimdi karşıma çıkıp bizimi suçluyorsun!” Sesi sinirden çatlamış, ardında gizlediği hayal kırıklığı içerisinde boğazından zorlukla çıkıyordu. “Annemi öldürdün sen! Kimseye zararı olmayan birini…” Kunter adamın gözlerinden süzülen gözyaşlarının ince dudaklarına birleştiğini ve dudaklarının aralanıp “afet anne, başarısız oldum,” demesini işitti.
“Çok küçükken sineklerin kanatlarını koparmaktan hoşlanırdım. Acaba ne hissediyor, acıdan ağlıyor mu, yoksa bir daha hiç uçamayacağı için bana sövüyorlar mıdır diye? Hiçbir zaman cevabımı alamadım.” dedi Kunter, sessiz bir şekilde. “Sizler, sinekler gibisiniz benim için. Ne ağladığınız zaman, nede öldüğünüz an hiçbir şey hissetmiyorum. Nedensiz yere çocukları öldürdüm, kadınları, askerleri, köpekleri, geyikleri ve yaşlı olan canlıları. Zevk için, varoluşumun arayışı için ya da sıkıldığım için öldürdüm…”
“Seni daha fazla dinlemeyeceğim,” dedi Polax.
“Nasıl istersen,” dedi Kunter, kestirip atarak. Kılıcını omzuna dayadı, yerde kanlar içerisinde ölümünü bekleyen ve dik durmak için çabalayan adamın yanına doğru ilerledi. Kunter, Polax’ın yanına geldiğinde çeliğin kumaştan sıyrılan sesini duydu ve göğüs kafesini parçalayan bıçağın soğukluğunu teninde hissetti. Polax bıçağı saplarken tüm gücünü kullanmıştı: suratı acıyla kıvrandı, Kunter’nin göğsüne sapladığı bıçağa baktı ve solgun gözleri sevinçle parladı.
“İyi denemeydi evlat,” dedi Kunter, bıçağı göğsünden çıkarıp yere atarken. Ardından vücudunu yayılan sesin bedeninde özgürce dolaşmasına izin verdi. Kulaklarında yoğunlaşan ses, anlayamadığı kelimelere bürünüp fısıldaşmalara dönüştü. Kunter uzun süre sonra tekrar kendini tamamlanmış hissediyordu ve zevkten bedeni titriyordu. Yerde yatan Polax’a parmaklarını uzattı. Adamın şaşkın surat birden acıyla çarpılıp ağzında köpükler çıkardığını gördü ve başı geriye doğru giderken gözlerinden akan kanın metal kokusunu içine çekti. Polax öldüğünde Kunter’ın yaşlı bedeni tazelikle canlandı, göğüs kafesinden süzülen kanlar durdu, atmayan kalbindeki yara kapanırken, hafif bir kaşınma hissetti.
Ardından Polax’ın etrafında yayılan kan gölcüğünde yansıyan suratına takıldı gözleri: Ak saçları ve sakalı birbirine girmiş ince dudağını örten bıyığı gür ve siyahtı. Gözleri yorgunluktan hafif kapalı, siyah kaşlarının gölgesinde kahverenginin solmuş tonunu taşıyordu. Yaşlanmıştı. Kaç yaz geçirdiğini saymayı bırakalı çok olmasına rağmen altı yüz yaz gördüğünü düşünüyordu, krallıkların doğuşuna ve batışına şahit olmuştu. İlk defa ölümcül yara aldığı zamanı hatırladı aniden. Etrafını saran haydutların yayından serbest kalan ok’un Boğazını parçalamış, şaşkınlıkla bakakalmıştı. Boğazından akan koyu kanın kulaklarında çınlayan sesin coşmasını, tuhaf bir şekilde iyi hissetmesini sağlamıştı. Haydutları nasıl öldürdüğünü hatırlamıyordu, ancak cesetlerinin yanından geçerken, neşeli bir şarkının ezgisinin bölük pörçük ritmi hatırasındaydı.
Dar merdivenlerden tırmanarak odasına girip toparlanması sandığından daha kısa sürmüştü. Büyük salondan yürürken cesetlerin üstünden geçerek ıslık çalıp handan çıktı.
Güneşin ışınlarını suratında hissettiğinde gözlerini kaçırdı Kunter. Yanlış kokular burun deliklerini doldururken, kulaklarında süzülen ses yükselmeye başladı ve istemsizce elleri gırtlağına bir el kadar uzaklıktaki ok’a uzandı. Koşan ayak sesleri, yerden yükselen tozun ıslak kokusu ve damarlarda akan kanın uğultusunu duydu. Kılıcını kınından çıkarıp savurdu. Gözlerini açtı ve yerde yatan iki köylünün kanlar içerisinde ayaklarının dibinde can vermesini izledi. Aptallar diye düşündü; kaçmak varken ölümle oyun oynayan aptallar. İnsanları hiçbir zaman anlayamayacağının farkındaydı ama yinede bu düşünce acı veriyordu.
Kunter kafasını cesetlerden kaldırıp köylülere baktı. Ellerinde sopa, meşâle, tırpan, yay ve sapan taşıyan köylülerin nefret dolu suratlarında yayılmaya başlayan korkuyu hissedebiliyordu. Kadınlar bir adım geri çekilirken meraklı çocukları eteklerinin ardına saklamaya çalışıyor, evlerin penceresinde izleyen ihtiyarlar merakla olacakları bekliyorlardı.
Köylülerden iri olan biri, öne doğru bir adım atarken Kunter kulaklarında uğuldayan sesi serbest bıraktı. Adam ikinci adımında çığlık atarak yere kapandı, ardında meşâle tutan, sopalarıyla saldırmak için fırsat kollayan köylüler, çamurlu sokağa yığılarak arkadaşlarına katıldılar. Kadınlardan biri korkuyla evine doğru koşarken elinden tutuğu kız çocuğu yere düştü. Kızın, tombul yanaklarından süzülen kan, köpük saçan dudaklarına karışarak çamura akıyordu. Diğer yandan yere yığılan çocuğun bedenine sarılmış yaşlı bir kadın, Kunter’e doğru haykırıyor, titreyen elleri çocuğunun yüzündeki kanları silerken inleyerek dua ediyordu.
Sonunda herkes öldüğünde Kunterellerine baktı; çorak topraklara bezenmiş parmakları tekrar eski pürüzsüzlüğüne kavuştuğunu gördüğünde sevinçle gülümsedi. Ardından sesin yokluğunu fark etti. Heyecanın tüm vücudunu terk ettiğinde tuhaf bir hüzün yerleşti kalbine. Bir an kendisini tamamlanmış hissetmişti; insanların acı çekerken atıkları çığlıklar ve gözlerden akan yaşlar, çocuğunu kaybeden bir annenin haykırışı, Kunter bunun için yaşıyordu. Hayatta gerçekten zevk aldığı, körlenen ateş gibi yükseldiği bu nadir zamanlarda kendi mutlu hissediyordu. Bu benim lanetim.
Cesetlerin arasından ahıra doğru ilerledi. Pelerinin iç cebinden çıkardığı elmayı atına uzattı ve elmayı yemekte olan ata binip son kez çamurlara bulanmış cesetlere tepeden baktı; Suratları çarpılmış cesetlerin donuk yüzlerdeki umutsuzluğu ve solmakta olan korkuyu görebiliyordu. İnsanların tepkilerini ve davranışlarını Kunter çok iyi biliyordu. Ama onları anlayamıyordu. Tıpkı bir avcının avının ne düşündüğünü ve ne isteğini bilmesine rağmen onları avlaması gibiydi. Ancak Kunter çoğu kez zevk için değil acısını bastırmak için kan akıtıyordu. Mavi balığı gördüğünden beri kulağında uğuldamaya başlayan ezgiye karşı koyamıyordu. O ses hep orada bir avcı gibi kendisini pusuda bekliyor, zihninin en küçük yerinde yayılarak iradesini fed ediyordu. İsteklere boyun eğmek zorundaydı Kunter, sesin emirlerine uymak zorundaydı. Aralarında bozulmaz bir antlaşma vardı sanki. Sesin coşkusunu dindirmek Kunter’e güçlü ve iyi hissettiriyordu, aynı zamanda itaatsizliğin bedelini acıyla ödüyordu.
Son zamanlarda bunun üstüne çok kafa patlatmıştı. İnsan filozofların kitabını okuyup kendisi hakkında birçok cevap aramıştı, ancak sorular yığınla birikirken cevaplar sessizliğini korumuştu. Başarısız olduğunu ve bu amaçsız hayatında tükettiği yıların ağırlığı omzunda kambura dönüşmüştü. Kendisini hep düşünme gücünü aşan bir şeylerin tutsağı gibi hissetmişti. Buna bir son vermek için defalarca kendisini öldürmeye çalışmış, Başaramadığında ise öfkesini insanlara yöneltmişti. Bunun bir sonu olmalı.
Ancak ilk defa bir hedefi vardı. Atının yönünü kuzeye, karlı dağların ardında kendisini çağıran dalgaların coştuğu denize doğru çevirdi. Düşüncelerini işgal eden mavi gözün sahibi koca balığın sesini işitir gibi oldu; ses ince bir melodi oluşturdu ve düşüncesiyle beraber aynı çizgi içerisinde dalgalanıp huzura dönüşüp soldu. Bekle beni, sana geliyorum. Atını ileri sürdü. Hanın tabelasını savuran rüzgâra eşlik eden yağmur hafiften çiselemeye başlamıştı. Kunter başını kaldırıp gökyüzüne baktığında yüzüne düşen damlaları umursamadan daire çizen kargaları izledi. Bu manzarayı kaz kez görmüştü? Beş mi? yoksa yirmi mi? Hatırlamıyordu, önemi de yoktu. Kukaletini çekerek atını mahmuzladı.
Merhaba, cevremde edebiyatla ilgilenen olmadığı için, yazdığım öykülerimden geri dönüşüm alamıyorum. İyisiyle kötüsüyle yorumlayıp yazarsanız sevinirim.
Merhaba,
Elinize sağlık. Sanırım yazanların karşılaştığı ortak bir sorun da sizin başınızda. Okuyup yorum yapacak çok fazla kişinin olmaması. O zaman da iş başa düşüyor ve metinlerimizi bir değil bin defa okuyoruz. Bu bir kitap olsaydı, ben buna para verip okusaydım, karşılaşmak istediğim cümleler bunlar mı diye soruyoruz kendimize. Bu da böyle bir süreç, sancılı bir gelişim süreci.
Metninizin gelişmeye ihtiyacı var. Cümle yapılarınızın oturması gerekiyor. Bir yazar yazdığınız yazıyı bir süre kapatın, bekletin, uzaklaşın ondan demişti. Siz de bunu yapabilirsiniz.
Birikiminizi yazıya dökmenin en iyi yolu, deli gibi okumaktan geçiyor, elinize ne geçerse, böylece iyiyi kötüyü ayırt edebiliriz. Bunlar benim kendime verdiğim tavsiyeler umarım size de uyar.
Yazmayı seviyorsanız yazmaya devam edin
Kolay gelsin
Bravo ne güzel analiz etmişsiniz
Murat yazıların beni hep eski zamanlara eski hikayelere götürüyo kardeşim … anlatım tarzn çok başarılı fakat önermeli öğretici yazılar yazsan daha süper olur bişeyler katabilirsin insanlığa o ışığı göryrm kardeşim:wink:bide isimleri falan nerden düşünüyosun yabancı diyilde biraz yerli çalışadabilirsin balıkçı osman aga medela:grin:
Merhabalar,
Öncelikli olarak tebrik ediyorum, hem kaleme aldığınız öykü hem de eleştiri talebiniz için.
Öykünüzü okudum. İki eleştirim var. Bence metafor kullandığınız ve betimlemelerin çok olduğu cümleleri peşpeşe kullanmak yerine, araya daha sade cümleler eklerseniz, onların vuruculuğunu çok daha fazla etkin kılabilirsiniz. İkinci eleştirim zaman klipleri ile ilgili. Belki dönüp yeniden bakmanız ve bir okuyucu olarak değerlendirmeniz size yön verecektir.
Bunun dışında iyi olmaya açık bir kaleminiz var. Sonraki seçkilerde görüşmek dileğiyle🤘