Öykü

Ay Işığı Yolcuları

 “Geceyle ölümdür asıl sevgili,

Bu ikiz aynada toplanır yollar.”

– Eşik, Ahmet Hamdi Tanpınar

 

“Karlar etrafı beyaz bir karanlığa gömdü;

Kar değil, gökyüzünden yağan beyaz ölümdü…”

– Han Duvarları, Faruk Nafiz Çamlıbel

* * *

Kuzey Harabelerinde Saklı Bir Kitap

Bundan uzun yıllar önce, henüz karanlık ve aydınlık büyük bir çatışma içerisinde değilken ve kadim Gemini topraklarının ağaçlarının dallarının arasından süzülen Ay ışığı umutsuzca ışıldamazken, Blask adında bir büyücü vardı. Blask, hayatı boyunca birçok büyücü ve sihirbaz, birçok tarihçi ve coğrafyacı ve birçok simyacı yetiştirmişti. Öğrencilerine bu bilgileri öğretirken onlara her daim tekrarladığı bir şey vardı: “Kendi arzularınız ve tutkularınız için değil, toplumların iyiliği için bunları öğrenmelisiniz.”

Blask ihtiyarladığı yıllarda onun güneydeki eğitim divanına gelen yeni ve genç bir öğrenci olan Hektador da bu öğrenclerden biriydi. Hektador, bilgeliğin ve evrenin sırlarının peşinde olan, geleceği parlak bir öğrenciydi Blask’ın gözünde. Hatta Blask içten içe, onun, hayatında gördüğü en başarılı öğrenci olduğunu da düşünmekteydi.

Bir süre sonra, Blask, Hektador’a dair bir şeyler sezmeye başlamıştı: Hektador, bütün derslerde başarılı olmasına karşılık, en çok da ona yapmasını yasakladığı kara büyüler hakkında merak sahibiydi. Hektador bütün öğrenciler çıktıktan sonra botanik ve simya derslerinin yapıldığı yerlere gider, birkaç büyü denerdi. Başlarda Blask, karanlık büyülere karşı savunma kazanmak isteyebileceği ihtimaliyle ona güvense de, zamanla, ondaki birtakım değişiklikleri fark etmeye başladı: Hektador, her zamankinden daha farklı konuşuyor, daha farklı gülüyor, vücudu biraz çarpıklaşıyordu. Bunlar, zihin okuma büyüsünü öğrenen birinin bedenindeki etkilerden başkası değildi.

Hektador, Blask’ın kendisine yasakladığı zihin okuma ve kontrol etme büyüsünü yaptığı için onun eğitim divanından kovuldu. Daha sonra Hektador, inzivaya çekilmek ve Blask’tan uzakta yaşamak adına kuzeyde bir şato yaptırdı. Bu şato öylesine görkemliydi ki gözün alıp görebileceği yere kadar uzanan bir yükseklikteydi. Bahçesi; zambaklar, papatyalar, ortancalar ve kayın ağaçlarıyla doluydu. Her sabah ve günbatımında güneşin uzaklardaki denize olan aksini, şatosundaki büyük pencerelerin ardından seyre dalıyordu.

Bütün bilgeliğinin ve gençliğinin getirdiği büyük ihtiraslarla dolu böylesine yıllarına ayriyeten, aşk ateşine tutulmuştu Hektador. “Güzeller güzelim” diye seslendiği, kadim topraklar Gemini’nin batısında yaşayan Merilapatya’ya âşık olmuş, her daim onunla gelecekte gerçekleştireceği hayallerini düşünerek, geleceğe umutla bakıyordu. Merilapatya da bu aşka karşılık vermiş, o da Hektador’a karşı aynı hisleri taşımıştı. Böylelikle birlikte uzun ve mutlu bir süreç yaşadılar.

Bu uzun ve mutlu sürecin sonucunda, Merilapatya’nın beklenmedik ölümü ile yıkıldı Hektador. Bunun ardından, bir gece Blask’ın divanını bastı ve orada hocasını, bir zamanların bilge yoldaşını buldu. Blask’ın zihnini, ölüleri geri getirecek ve kendisi için de ölümsüzlük sağlayacak bir büyü için kontrol etti, ardından bu arzusunu elde etti.

Aşkı simgeleyen bir parça kırmızı gül, mağrurluğu simgeleyen bir parça nergis çiçeği ve büyüyü yapan kişiye ait değerli bir varlık, bunun için yeterliydi. Hektador, kendi kalbini bu büyü için vermeye hazırdı. Bu büyüyü yapan Hektador, ölülerle iletişime geçmeye başladı. Ölüler Diyarı Nebeskad ile yaptığı bir anlaşma sonucu, kendi kalbini onlara verdi ve onlar da Hektador’a, ölümsüzlüğü sağlayacak ve ölülere hükmetmesini sağlayacak olan Buzul Kristali Hexagon’u verdiler. Her bir yüzünde altıgen şekil bulunan bu kırmızı buzul kristal küp, Hektador’a ölümsüzlük ve ölülere hükmetme yeteneğini veriyordu.

Ölüler, kendi diyarlarında Hektador’un kalbini gördükçe ona bakmaktan kendilerini alıkoyamıyorlar ve böylece yaşama duydukları arzuyu dindiriyorlardı. Hektador ise onları çoktan himayesi altına almıştı. O, kendi şatosunda şevk ve zevk içerisinde yaşadığına inanırken, yalnızca aklı ile yaşıyordu. Böylesi bir eksikliği hissettiğine inanmak istemese de, kalbinin yokluğunu hissediyordu. Kendisi, evrenin sırlarına vakıf olduğuna inanmış, her karşılaştığı kişinin aklını okumaya muktedir, ölüleri kendi himayesinde yöneten bir hükümdar, ölümsüzlüğün sahibi olan büyük bir bilgi sahibiydi. Bunun sonucunda ise hayata ve gerçek mutluluğa dair birçok tutkusunu kaybediyor, hayatı değil, hayatta kalıyor olmanın ve âşık olduğunu düşündüğü kişinin ruhunun, özgür iradesi dışında kendisine âşık olmasının düşüncesini seviyor; Merilapatya’nın Nebeskad’dan geri gelen ruhuna, onu sevdiğine inandırmaya çalışıyordu. Nihayetinde obur bir şekilde yaşamı sömürüyor, ölmeyecekmişçesine yaşıyordu.

Zamanla Hektador, ölülerin ruhlarını mezarlarında bile rahat bırakmamaya başladı. Her bir ruh, onun yaşlanmakta ve buruşmakta olan bedeninin acısını dindirmek için vardı. Hepsinden çok da, âşık olduğuna inandığı Merilapatya’sının, biriciğinin, güzeller güzelinin ruhunun onu tekrar sevmesi için. Hektador, Merilapatya’nın ruhunu şatosundaki bir odaya hapsetti ve Merilapatya uzun yıllar boyunca orada ölü olarak yaşadı.

Karanlığa hükmettiği ve kalpsiz fakat sonsuz bilgi sahibi olarak yaşadığı uzun yıllardan sonra kendi bedeninin yaşlandığını ve oldukça çarpıklaştığını hissetmeye başladığında şaşkınlığa ve büyük bir korkuya kapıldı. Hemen ardından, hocasının divanının kütüphanesinden çaldığı ve kendisine karanlık büyüleri öğrenmesini sağlayan ansiklopediyi bulup karıştırmaya başladı. Tozlu sayfaların arasından, Nebeskad ve Hexagon Buzul Kristali’nin tarihini içeren sayfayı açtığında, birkaç sözcük, sanki daha önce orada hiç yokmuş da o sırada birdenbire var olmuşçasına ışıldadı:

 

“Yalnızca en güçlü iradeler Hexagon’u kullanmaya muktedirdir. Ve hiçbir irade tamamiyle güçlü değildir.”

Okudukları karşısında büyük bir dehşete kapıldı Hektador. Ardından Hexagon’u, şatosunun gizli, çok gizli bir odasına hapsetti. Ölümsüzlüğü ve böylesine büyük bir gücü kaybedecek olmasının düşüncesi, öldükten sonra Nebeskad’da acı içerisinde kıvranarak yaşayacağının korkusu onu büyük bir karamsarlığa uğrattı. Bu hüsranın sonucunda ise elde ettiği güçlerine daha büyük bir tutkuyla yaklaştı. Ölümsüzlüğünü, bilhassa kendisine böylesi bir gücü veren Buzul Kristali Hexagon’u kaybetmemek için yapması gereken tek şey, daha fazla insanın ruhunu sömürmesi ve o ruhların her birini kendi himayesi altına almasıydı. Her bir ruh, Hektador’un kalbine bakarak yaşama dair duyduğu arzuyu dindirmekteyken, Hektador ise o ruhların acizlikleri ve kendisine olan muhtaçlıkları sayesinde güç elde ediyor, hali hazırda çürümekte olan bedenini biraz olsun güçlü kılabiliyordu.

Hektador’un kendi şatosunda ölülere hükmetmeye başlamasının ardından uzun yıllar sonra, şatonun yanına yaklaşan kişilerden çok azının geri dönebilmesi yüzünden insanlar şaşkınlığa ve korkuya kapılmaya başlamışlardı. Oraya giden ve dönmeyi başaran bazı insanlar, gördükleri ve yaşadıkları karşısında bir daha eskisi gibi olamıyorlardı. Kadim Gemini toprakları uzun yıllar boyunca Hektador’un kuzeydeki kasvetli şatosunun efsaneleriyle doldu.

Uzun yılların ardından, Gemini’nin kuzeybatısında kalan Mavinehir Ormanları’nın aşağısındaki Mavinehir Köyü’nde beş tane gencin yolu, kaderin bir cilvesiymişçesine kesişmişti…

* * *

Birinci Bölüm: Kayıp Geçmişin Kaderi

“Şu haritaya da bir bakın; köşedeki ihtiyarın bahsettiği o efsane gerçekse hemen yola koyulmalıyız!” dedi Belladonna coşku dolu gözlerle. Bakışlarında belirsizliğin getirdiği büyük bir heyecan vardı.

Karlı gecenin insanın iliklerine kadar işleyen soğuğu ve kırık dökük duvarların üzerlerine yerleştirilmiş metal çerçeveler içerisindeki mumların loşluğu ile kenardaki şöminenin sıcaklığıyla dolu bir handı Tomris’in Hanı. Her gece Mavinehir Köyü’nün sakinleri buraya gelirlerdi ve kimi eğlenip, kimi yiyip içip, kimi sızıp orada geceyi geçirirdi. Hancı Tomris, kocasıyla birlikte bu hanın sahibiydi. Kimi geceler yarışmalar düzenlenir, kazanan kişinin masası pastırmalar, kızarmış tavuklar, kuzey ülkelerinden gelen şaraplarla donatılırdı. Depodaki şarap mahzeninden gelen üzüm kokuları taş duvarlara nüfuz ederdi. Kimi zaman bazı seyyahlar geceyi geçirmek için hanın üst katlarındaki odalardan birine çıkar, taştan duvarların ve ahşap pencerelerin kenarlarına serdikleri battaniyeler ve yastıklarının üzerinde uyurlardı Ay ışığı manzarasının eşliğinde. Ay, Mavinehir Ormanları’na, kuzeydeki denize, deniz kenarındaki görkemli gözetleme kulesine, onun altındaki mağaranın girişine ve kuzeydeki kasvetli harabeye ışıldardı kimi zaman.

Hanın yine böylesi bir loşluk, derbederlik ve fırtına öncesi sessizlik ile müteşekkil olduğu bir gece sırasında, her taraftan fısıltılar ve kahkahalar duyuluyor, sıska ve titrek eller uğultulu bir gittern çalgısının tellerine hafifçe dokunuyordu. Hanın kuytu ve gölgeli bir köşesinde saçı başı birbirine girmiş, yırtık pırtık giysileriyle bir deri bir kemik kalmış ihtiyar bir adam, soğuktan titremesine rağmen hâlâ olanca gücüyle etrafındakilere birtakım şeyler anlatmaya çalışıyordu. O sırada her birinin çehresine hanın loş sarı ışıklarının aksettiği beş tane genç, bir masanın çevresine toplanmış, meraklı gözlerle bir konu üzerine konuşuyorlardı: Axelard, Heladya, Belladonna, Edmunk ve Farling. Gittern çalgısını çalıp bir köşede sessiz ve düşünceli durmakta olan Edmunk, hanın o loşluğu içerisinde uykusu gelen insanları gözlüyor, ufak pencerelerin ardından sertçe yağan karları seyre dalıyordu. Axelard, gözlüklerinin ardından haritaya bakıp üzerindeki sözcükleri ayırt etmeye çalışıyordu. Heladya, Elf gözleri sayesinde haritayı uzaktan bile okuyabilmesine rağmen, ilgisini başka bir yöne çeviriyor, içinde bir huzursuzluk hissetmesi yüzünden, bu belirsizliğin kaynağını bulmaya çalışıyordu. Farling ise baltasını kavramış, Belladonna’nın getirdiği haritaya bakıp hazinenin hayalini kuruyordu.

“O ihtiyarı tanırım; söylediklerine itibar etmeyin. Delinin tekidir. Bir zamanlar kuzeydeki o harabeye gitmiş sanırım, o gün bugündür masallar anlatıp duruyor.” dedi elindeki gitterni yanındaki duvara yaslayıp masaya geri dönen Edmunk. Sıska vücudunu masaya çekmiş, ellerini haritanın üstünde gezdiriyordu ve metal çerçeveler içerisindeki loş sarı mumların ışıkları siyah sakallarının üzerine aksediyordu. Kehribar rengi gözleri bir kaybedişin umutsuzluğuyla, sinirli bir şekilde etrafa bakıyordu.

“Deli olduğu konusunda haklı olabilirsin ama masal olduklarını zannetmiyorum,” dedi haritadan başını kaldırıp yuvarlak gözlüklerinin üstünden bakan Axelard. “O efsaneye tanık olmuş kişilerle konuşmuştum; her biri dehşetengiz şeyler anlattılar.” Meraklı gözleriyle etrafındaki her şeye şüpheyle yaklaşıyordu ve ancak bu sayede kaygısını en aza indirgeyebileceğine inanıyordu.

“Her ikiniz de delilerle konuşmuşsunuz, bu apaçık ortada.” dedi Farling. “Ve hayır Axela, onlar tanık falan olmadılar, yalnızca uzun yıllardır süregelen dedikoduları duydular. O şato artık harabelerle dolu ve orada kimse yaşamıyor. Bence bu gibi dedikoduları bir kenara bırakalım.” Farling’in sözleri, cüsseli ve güçlü vücudunun aksedişiydi adeta: Her biri iddialı ve cüretkârdı. İçten içe, hazinenin varlığını düşünüyor ve arkadaşları olmadan hazinenin tamamını alabileceği arzusunu taşıyordu.

“Peki ya hazineler için ne dersin? O harabelerin altında ne mücevherler, ne altınlar vardır kim bilir! Bütün bunları görmezden gelmek akıl kârı olmaz.” Belladonna’nın sözleri, içindeki kurnazlığı açığa çıkarıyordu. Uzun yıllar Düzenbazlar Timi adını verdiği, kendisi gibi hazine peşinde olan kadınları bir araya getirdiği topluluk ile çeşitli hırsızlıklar ve dalavere işleri sayesinde bu konularda oldukça tecrübe sahibiydi. Grubu dağıldıktan sonra kendi çapında tüccarlıklar yapmaya başlamıştı; nihayetinde bu gruba dâhil olmuştu. Düzenbaz da olsa, grup içerisinde herkesin hırsız olduğu yerde yine herkesin ganimetten faydalanması gerektiği görüşüne inanırdı.

“Bence kar daha fazla artmadan bir an önce buradan ayrılmalıyız,” dedi içten içe korkuyla dolu olan gözlerinin etrafı süzen bakışlarıyla ve uzun sarı saçlarının gözlerinin üzerine bir karanlık gölge gibi süzülmesiyle Heladya. “Muhafızlar her an kapıya dayanabilir ve burada daha fazla dinlenebilmemiz mümkün değil.”

Gemini’nin batısındaki Elf diyarı Nemli Söğüt Ormanı’nın hükümdarı olan babası, kızının görüşlerini umursamadan, yalnızca kendi uygun gördüğü adamla onu evlendirmek istiyordu. Fakat Heladya babasının bu isteğine karşı çıkmış, ardından babası onu krallıktan kovmuştu. Daha sonra Heladya, uzun zamanlar boyunca kendisi gibi, ülkesinden kapı dışarı edilmiş kadınlarla birlikte Gemini’nin seyyahlarından biri olarak yaşamıştı. Kamp yaptıkları bir gece, yoldaşları onun pek çok mal varlığını gasp ettikten sonra onlarla yaptığı mücadele sonucu alabildiğince malını geri almış, gidecek hiçbir yer bulamayıp cebindeki az bir miktar parayla da en yakınındaki sığınacak yer olan Tomris’in Hanı’na gelmişti. Orada ilk olarak Axelard ile tanışmıştı; tarihe ve büyüye meraklı gözlerle yaklaşan gözlüklü bir adamdı bu. Yasak büyülerden biri olan görünmezlik büyüsünü yaptığı fark edildiğinde Güney Büyücülük Okulu’ndan kovulmuş, kendisini vahşi yolların bilinmezliğine bırakmıştı. Omuzlarına kadar uzun, koyu kahverengi dalgalı saçları bir okyanusun gizemini andırıyor, gözleri ise çok şey görmüş ve tecrübe etmiş bir yaşlının bilgeliğiyle ona bakıyordu. Ardından Edmunk’tan istek bir halk şarkısı çalmasını istediler, daha sonra onun yakın dostları olan Belladonna ve Farling ile tanıştılar.

Farling eski bir paralı askerdi. Krallığa karşı bir isyanda bulunduğu için infaz emri verilmişti ve o gün gelene kadar zindanda tutulmuştu. Farling ise zindandan kaçmayı başarmış, Gemini diyarlarında kayıplara karışmıştı. Şimdi her bir şehrin her bir köyünde karanlıklara bürünmüş şövalyeler, süvariler, muhafızlar ve kılıç ustaları, her bir noktayı karış karış arayarak onu bulmaya çalışıyorlardı. O ise yakalanmamak adına, bir paralı askerken kullandığı kılıcını bırakmış, yerine balta kullanmaya başlamış, üzerindeki şaşaalı kıyafetleri bırakıp, yerine paçavra gezgin giysilerini giymeye başlamış ve tanınmamak için sakal bırakmıştı.

“Heladya haklı,” dedi Axelard. “Kar uzun bir süre devam edecek.”

“Senin şu büyülerin işimize yarayabilir aslında; havayı böylesine tahmin edebildiğine göre…” dedi Farling küstah sesiyle, “Hadi sihirbaz, bir büyü yap da şu hancıya görünmez olalım; böylece süvarilere yerimizi söyleyemez!”

Axelard bu sözler üzerine içten içe sinirlenmişti ve geçmişinde yaptığı ve pişmanlık duyduğu bir hatası nedeniyle yüzü kızarmıştı. Kendisini suçlayan kişinin de bir kaçak olması sebebiyle ve kendisinin ise Gemini diyarlarındaki en eski ve bilgeliğin en iyi öğretmenler tarafından verildiği Güney Büyücülük Okulu’nda bir süreliğine de olsa eğitim almış olması nedeniyle, içten içe bir kibir ile yaklaştı rakibine. Yine de sakin bir üslupla, neden bunu yapamayacağını açıklamaya çalıştı; o sırada kalp atışları hızlanmaya başlamıştı.

“Birincisi, hancı Tomris’i tanırım, çok iyi kadındır ve bize bugüne kadar hep bu hanın kapılarını açtı. Ayriyeten, hepsi olmasa da birçok sırrımızı biliyor; buna rağmen bugüne kadar buraya gelen hiçbir muhafıza bizi gammazlamadı. Ona bunu yapamam. İkincisi, büyü yeteneklerim onları uzun zamandır kullanmadığım için köreldi; bu yüzden benden bir süre boyunca büyü beklemeyin.”

Hancı Tomris, uzun yıllar önce kralın kendi ailesini sürgüne göndermesine karşı içten içe kızgınlık duyduğundan, krallıktan kaçan bu gençlerin izbe hanında barınmalarına izin veriyordu. Axelard ise o sırada kendi sinirini zor zapt edebilmişti. Görünmezlik büyüsünü yaptığı gün aklına geldi ve bir anlığına dehşete kapıldı: Gece yarısı sırasında, Ay ışığının loşluğu eşliğinde Güney Büyücülük Okulu’nun tozlu taştan merdivenlerle inilen ve oldukça havasız olan karanlık kütüphanesinde gizleniyor, kara büyülerle ilgili bir kitabı bulmaya çalışıyordu. Daha sonra hocası Dumakra geldi ve ona karşı bir büyü yaparak görünmezlik büyüsünü bozdu. “Senden önce kara büyüyü öğrenmeye çalışan, geleceği oldukça parlak bir büyücü daha vardı,” dedi Dumakra. “Ve o hem kendi hayatını, hem de başkalarının hayatını alt üst etti. Şu anda karanlıklar ardında gücüne güç katıyor ve kendisine yem arıyor. Babam Blask’ın hikâyesini biliyorsun. Burada kalmaman, daha farklı bir eğitim alman senin de yararına olacaktır. Kuzeybatıya git, Hancı Tomris’ten sana daha sıradan bir iş bulmasını iste; benim adımı söylediğin sürece sana yardım edecektir.” Ardından onu sihirbazlık okulundan kovdu. Axelard ise her daim, böylesi bir büyü var ise kullanılmasının yasaklanmasının saçma olduğunu düşünüyordu. Ona göre, bir büyünün var olması, kullanılması için yeterliydi. Axelard kovulduktan sonra, öğrenciliği sırasında öğrendiği birçok büyü aklında hâlâ yer ediniyordu. Geçmişinde yaptığı hata sebebiyle, doğrudan doğruya pişmanlık duysa da, hâlâ kendisini içten içe kemiren bir tutkunun var olduğunu, kara büyülere dair karşı konulamaz bir arzu duyduğunu inkâr edemiyordu.

“Ne duruyoruz o halde, saklanacak bir yerler bulalım,” dedi Belladonna. “Sahil kenarında bir mağara var, orası bizi karların soğuğundan koruyacaktır.”

İkinci Bölüm: Fezadrel’in Mağarası

Tomris’in hanından çıktıklarında ve üzerlerine lapa lapa yağan karların eşliğinde yola koyulmaya hazırlandıklarında saat çoktan gece yarısını geçmiş, Ay fezada parıldamaya başlamıştı. Hepsinin üzerinde soğuktan koruyucu giysileri vardı; kar ise çok sert yağıyor, kar tanelerinin hızlıca suratlarına yağışını da sert rüzgârın soğuk hissiyatı izliyordu.

Tomris’ten kendilerini gidecekleri yere kadar götürmesi için beş kişinin sığabileceği, üstü kapalı bir fayton istediler. Daha sonra parasını aralarında ortaklaşa ödeyip, dört kişilik bir faytonun arka tarafına atladılar: İki kişik koltuğa Farling ve Belladonna, bir diğer iki kişilik koltuğa da Axelard, Heladya ve Edmunk, daha zayıf geldikleri için her ne kadar sıkışık tıkışık otursalar da, daha rahat yerleştiler. Önlerindeki binicinin ise iki tane atın yularlarını çekmesiyle yola koyuldular.

Atların nallarının çıkardığı ve bir balta ile odun kırılışını anımsatan ses ile atların kimi zaman soğuktan titredikleri için çıkardıkları kişneme sesleri; bu beş yolcunun sessizlik içerisinde faytonun camlarından karlı çam ağaçlarına bakmasının ardına, biraz önce handaki gittern çalgısını tıngırdatan Edmunk’un müziğinin garip bir karşıtı gibi geliyordu. Biraz önce handa o kadar gürültü ve hengâme içerisinde fark etmeseler de çalgının sesini duyabiliyorlardı. Şimdi ise bu sessizlik içerisinde her birinin dikkatini dağıtan ve biraz önceki hazine avı sohbetinden sonra oluşan bu karlı ve kasvetli sessizlikte duymayı bilhassa arzu ettikleri ses yığınının dışa vurumu, “dıgıdık, dıgıdık” sesleri ve atların kişneme sesleri oluyordu. Daha güzel bir müzik dinlemeyi her biri arzu ederdi; fakat hiç değilse o sıradaki sessizliklerini dindirebilecek tek şey olduğu için o anda istedikleri ses buydu. Sessizlikten korkuyorlar, sessizlik içerisinde birbirlerinin yüzlerine yaptıkları onca şeyi bilerek bakmaktan tiksiniyorlardı. O sırada faytonun camlarından, uzaktaki dağlara yağan karlara ve patikalara düşen Ay ışığını sessiz bir çığlıkta seyre dalıyorlardı.

Yaklaşık yarım saat içerisinde gidecekleri yere kadar vardılar. Belladonna buradan sonraki yolu bildiğini söylüyordu; böylelikle yola rehberlik edecek kişi de oydu. Burası bir falez kenarıydı ve her tarafta yüksek meşe ağaçları vardı. Atkılarının gözlerinin üzerine çekilmesi nedeniyle belli belirsiz seçebildikleri etraflarından farkına vardıklarına göre, çevrelerinde birtakım yıkık dökük taştan yapılar ve mezarlar vardı. Burası eski çağlardan kalma bir tapınağı andırıyordu ve çevresinde, üzerlerine karların üşüştüğü yüksekçe yekpare uzun siyah taşlar duruyordu. Taşların üzerlerinde oyulmuş kısımlarda, eski dillerden birinde yazılmış birkaç kitabe vardı. Axelard gözlük camlarını parmak uçlarıyla temizleyerek bu yürüyüş sırasında bazı yazıtları incelemeye koyulmuştu. Kimi kitabelerden bazı anlamları çıkarabilmek üzereydi; bu yüzden grubun en arkasında kalan da oydu. Tam o sırada gözlerini kısarak seçebildiği birtakım yazıtları okumaktayken, arkadaşlarının her birinin ona seslendiğini tuhaf bir irkilmeyle duydu, o tarafa çevirdi başını. Ardından Farling ona yüksek sesle bağırıyordu:

“Hey, yüce bilge dört göz!” dedi Farling ona, “O kahrolası duvarlarda ne yazıyor bilmiyorum ama umarım şu mağaraya daha hızlı gidebilmemize yarayacak bir şeydir. Ne bakıyorsun, hızlansana!”

Diğerlerinin de homurtusuyla yanlarına geldi ve onlarla yürümeye devam etti Axelard. İçten içe bir utanmışlık ve aşağılanmışlık hissetti; bir şey demedi. Bu, o gece içerisinde ondan aldığı ikinci laftı; Axelard büyük bir sinirle doldu. İçinden, büyü yeteneklerinin geri geldiğini hissetmeye başlamıştı ve eğer istese ona hiç unutamayacağı bir büyü olan, kara büyü kitabında öğrendiği büyülerden birisini yapıp onu aşağılık bir duruma düşürebileceğini biliyordu. Yapmadı. Etrafındaki herkes, onun, iradesine sahip çıkamayan, eciş bücüş birisi olduğunu iddia ediyordu. O, bütün bu eleştirilere karşı çıkarak kendisini “onlara” benzetmemek için çaba sarf ediyordu. O sırada, dikkatini başka yöne çekip bu deneyimi unutmak adına kitabelerde okuduğu şeyleri tekrarlamaya çalıştı. O dikkat dağınıklığı ve gergin ruh hali içerisinde anımsayabildiği, kitabelere oyuklarla yazılmış sözcükler şunlardı:

“Fezadrel uyandı, kuytu karanlıkta ölümlüleri bekliyor.”

“Fezadrel… Uyandı… Kuytu… Karanlıkta… Ölümlüleri… Bekliyor…” diye mırıldandı Axelard. Gözünün önüne kitabe geldi sonra; kitabenin altına belli belirsiz bir resim çizilmişti: Bir ejderha, mücevherlerin üzerine eğilmiş birine dehşetengizce bakıyordu ve pelerinine sarınmış bir büyücü, bir çift kırmızı gözüyle olanları izliyordu.

“İşte mağara,” dedi Belladonna, işaret parmağıyla o yönü gösterdi. Yüzünde hiçbir korkunun izi yoktu; aksine heyecan ve coşkuyla doluydu gözleri. “Fezadrel Mağarası derler oraya. Rivayete göre mağaranın üstünde gördüğünüz bu kule – ki ismi Nebeskad Kulesi’dir – mağaranın içindeki Fezadrel adında bir ejderhayı zapt edebilmek için eski çağlarda ölüler diyarı insanlarınca inşa edilmiş. Şimdi ise ne mağarada bir ejderha var, ne de kulede ölüler. Kuleye girip oradan mağaraya ineceğiz; bir merdiven var.”

Gerçekten de falezin altında görünen bir mağara, onun da üstünde görünen bir kule vardı. Mağara, falezin denize yakın olan taşlarının karanlık bir aralık bıraktığı boşluktan başlıyor, kule ise falezin tepesinde, en ucunda yer alıyordu. Baştan aşağıya rengi siyah üzerine bordo rengi çizgiler ile donatılan bu kule altıgen şeklindeydi ve tepesinde çember şeklinde bir balkonu vardı.

Belladonna’yı izleyen grup kuleye yaklaşmıştı. Axelard ise içten içe rolünün çalınmış olduğunu düşünerek daha da büyük bir sinirlenme duygusu yaşadı. Biraz önce kendisinin de ilgilendiği şeyler hakkında herkes ona karşı gelirken, bir düzenbaz ve hilekârın sözleri dikkatle dinlenebiliyordu. Sinirini yine içine attı ve gruptaki hiç kimsenin onun yanında olmadığını düşünerek yoluna devam etti.

Kulenin kapılarına yaklaştıklarında, Belladonna, çantasından kilidi açmaya yarayacak aletler çıkardı ve kapının kilidi hemen bir dakika içerisinde açıldı. Bir hırsızlık ve düzenbazlık ustası olması nedeniyle bu gibi aletleri her daim yanında taşırdı. Onlar yanında olmadığında tedirginliğe kapılıyor, her an bir şeyleri kaybedeceği düşüncesiyle korkuyordu.

Kulenin ladin ağacından yapılmış büyük kapısı yüksek bir gıcırtı sesi eşliğinde açıldı ve bu ses içeride yankılandı. Yoğun, çok yoğun bir kokusu vardı buranın. Dönen taştan merdivenler vardı, her biri en az yüzlerce yıllıktı. İçerideki küçük bir masada parşömenler, haritalar ve tozlu kitaplar bulunuyordu; bunların yanında sönmüş mumlar vardı. Nihayetinde uzun bir süre boyunca merdivenlerden indiklerinde, geldikleri yer büyük bir karanlık içerisindeydi ve sesleri uzaklara kadar yankılanmaya başlamıştı. Birkaç adım attıktan sonra ayakkabılarının gittikçe ıslanmakta olduğunu fark ettiler: Burası biraz önce gördükleri mağaraydı ve az önce karlı meşe ağaçlarının aralarından gördükleri mağara ile deniz arasında kalan aralıktan belli belirsiz bir beyaz ışık, mağaradaki su birikintisine doğru ışıldıyordu, Ay ışığıydı bu. Başka hiçbir ışık yoktu, karanlık ve yankılıydı her yer. Ayaklarını basabildikleri birkaç çakıl taşından başka her yer, gittikçe derinleşen sularla, denizin engin dehşetiyle kaplıydı.

“Fazla uzaklaşmayın!” diye seslendi Edmunk. Sesi mağaranın pürüzlü duvarlarında yankılanıp kendisine geri dönüyordu.

“Kapıyı kaybetmeyin,” dedi Farling. “Karanlıkta hiçbir şey göremiyoruz! Bu lanet yerden daha güzel bir yer bulamaz mıydın Belladonna!” Haykırışı dehşetliydi.

“Süvariler her yerde seni arıyor; daha iyi bir yer bulabilseydin seni kimse tutmazdı!” dedi Belladonna. Bu bağırışlar yalnızca karanlıkta yankılanan birkaç sesten başkası değildi. Göz gözü görmüyordu.

Tam o sırada bir ışık, ilk başta Farling’in kızıl saçlarını, ardından mağaranın neredeyse yarısını aydınlatmaya yetti. Heladya’nın uzun yıllar önce Elf ormanından çaldığı bir inci mücevherinin elinde ışıldamasıyla, mağara göz alırcasına beyaz bir parıltıyla doldu. O sırada herkes birbirinin yüzünü görüyor, haykıran sesler karşısındaki gözlerin içine bakıyordu.

“Bunu senden beklerdim büyücü,” dedi Farling kahkahasıyla, “Ama ne yazık ki senin aklın bir karış havada.”

Yerdeki cisimlere hayretler içerisinde bakan Axelard onu duymuyordu bile. Biraz önce üzerine bastığında çakıl taşına benzer ses çıkaran şeylerin her birinin çeşit çeşit altın, zümrüt, ametist, yakut ve safirlerle dolu mücevherler olduğunu gördüğünde neye uğradığını şaşırdı. Bir anlık mutluluk ile ne yapacağını bilememe arasında kaldı.

“Yerlerde… Yerlerde altınlar var!” dedi sesi titreyerek.

O sırada hepsi yere baktı, ardından suyun üzerine ışıldayan Elf parıltısıyla, denizin derinliklerinin de bu mücevherlerle dolu olduğunu gördüler. Her biri büyük bir mutluluğa kapılmış ve neye uğradıklarını şaşırmışlardı. Çok geçmeden bu mücevherleri toplayıp götürmek için plan yapmaya koyuldular.

“Çetin ceviz çıktın Belladonna, sende umduğumdan fazlası varmış!” diye haykırıyordu Farling mutluluklar içerisinde. “Ne iyi akıl ettin de bizi buraya getirdin! Hepsi bu mücevherler içindi, değil mi? Çektiğim soğuklara değmiş! Hah hah hah!”

Kendisini suların kenarındaki altınların üzerine attı. Şimdi ona küstahça bakan Belladona ise, “Biraz önce öyle demiyordun.” diyerek burun kıvırdı. Farling duymadı bile.

Edmunk ve Heladya mücevherleri toplayıp merdivenlerin üstüne taşımakla meşguldü. O sırada duvardaki yazıları ve çizimleri gözlemlemekte olan Axelard ise büyük bir dehşet yaşıyor, diğerlerinin aksine çok hareketsiz duruyordu.

“Hey Axela, ne diye dikiliyorsun, bunlar gerçek mücevher; kitabelerdeki masallar değil!” diye seslendi ona Belladonna altınlar içinde gülümserken.

O sırada Axelard duvarda birtakım yazıtlar ve kitabeler ile çok eskiden çizilmiş birtakım resimler bulmuştu; “Fezadrel… Uyandı… Kuytu… Karanlıkta… Ölümlüleri… Bekliyor…” diye mırıldanıyordu kendi kendine.

“Fazla düşünmekten kafayı sıyırmış!” dedi Farling; kahkahasını attı.

Tam o sırada, Edmunk ve Heladya kulenin merdivenlerinden mağaraya tekrar inerken ve Farling ile Belladonna altınların arasında birbirleriyle atışmakta iken, mağaranın elf ışığını görmeyen karanlık derinliklerinden bir çift kırmızı göz belirdi. Gözler, o sırada antik duvarlarda “Fezadrel Buradaydı” yazısını görmekte ve tir tir titremekte olan Axelard’a kenetlendi. Axelard, kekelemeye başladı.

“S-sanırım… Sanırım buradan bir an önce ayrılmalıyız arkadaşlar.”

Arkadaşlarının her biri, “Hakikaten delirmiş bu!” diye dalga geçtiler onunla.

Axelard tekrar baktı, bir çift kırmızı göz gitmişti. Yerine, biri kırmızı, biri mavi olan ve gittikçe yaklaşmakta olan gözler gelmişti.

Gözler ilk önce yaklaştı, sonra Elf mücevherinin ışığı söndü. Ardından yükselen alevler görünen tek şeydi. O karanlıkta Belladonna’nın çığlıkları yükseldi, kulak tırmalayıcı sesler yankılandı mağaranın derinliklerinden:

“Kitabeler masal değildir, Efendi Hektador’un Mirasıdır…”

Elf ışıkları ansızın tekrar parıldadı. Gezginlerin her biri, karşılarında dikilmekte olan dev ejderhaya bakıyorlardı; bir gözü mavi ve diğer gözü kırmızıydı. Bordo bedeni yer yer karaltılarla müteşekkildi. Yüksekliği mağaranın neredeyse tamamını kaplıyordu. Dişleri bir meşe ağacı kadardı.

Her biri dehşetli bakışlarla ölüm sessizliğindeyken Axelard, Belladonna’nın aralarında olmadığını fark etti ve mücevherlerle dolu suların üzerinde, Belladonna’nın kuleyi açarken kullandığı anahtarını gördü.

Ejderhanın dört bacağı, yolcuların her birini hızlıca yakaladı. Bilinmezliğin korku dolu çığlıkları yükseliyordu Fezadrel Mağarası’ndan. Ardından mağaranın taşlarını kırdı önce Fezadrel; sonra gezginlerle birlikte kuzeye, Ay ışığının kasvetli bir aksediş ile müteşekkil olduğu diyarlara doğru uçtu.

Üçüncü Bölüm: Axelard’ın Kâbusu

Gemini’nin Kuzeydoğusundaki şato görkemli ve kasvetliydi. Gemini’nin kuzeyindeki bütün kıyılardan görülebilen Kanlıtepe Dağları’nin zirvesine yapılmıştı; yüz yıllar önce Gemini topraklarının kadim iki krallığı burada büyük bir muharebe yapmıştı ve kuzeydeki bu karlı dağlar kanlarla dolmuştu. Şatonun arka bahçesi bu muharebede ölen kişilerin mezarlarıyla ve kırık dökük kitabelerle, çağlar öncesinden kalma taşlarla ve kafatasları ile kemik parçalarıyla doluydu. Ön bahçe ise huzurlu ıtırlardan arınmıştı adeta; bahçeyi çevreleyen kayın ağaçlarının dalları yıpranmıştı ve kasvetli bahçe, düşen kuru yapraklar ve solmuş zambaklarla müteşekkildi. Şatonun girişindeki, yükseklere kadar çıkan demir parmaklıkların arasından, yağan karlarla bezenmiş kuru kırmızı güller sarkıyor; bu gülleri ise üzerlerine yansıyan Ay ışığı belirgin kılıyordu.

Şato büyük ölçüde mermerden yapılmıştı. Demir parmaklıkların gıcırtıları arasından solgun bahçeye girildiğinde, sağ ve sol taraflarda dehşet verici yüksekliğiyle iki tane kule, aralarında ise büyük bir salona açılan ve terk edilmiş bir sarayı andıran, büyük kara sütunların kırmızı kapısının önünü aralıklara ayırdığı bir yapı, bütün korkunç ihtişamıyla beliriyordu.

Fezadrel, gezginleri bu şatonun derinlerindeki taştan, harabeye dönmüş, soğuk, sızan tek ışığın çok yükseklerdeki parmaklıklar ardından belli belirsiz görünen Ay ışığı olduğu bir mahzene indirmişti. Yerlerdeki taşlar kırık döküktü ve kimi kendi aralarında yükselip alçalıyorlardı. Taşların aralarından kurumuş papatyalar yükseliyordu. Ayaklarından zincirlenmiş gezginler, yüzlerce yıllık paslanmış demirin keskin kokusunu iğrenerek hissediyorlardı. Mahzenin tam ortasında bir lahit, yekpare beyaz mermerden yapılmıştı. Mezar taşının üzerinde kırmızılara bürünmüş, loşça parıldayan buzul bir altıgen küp, ruhları bunaltan gölgeler arasındaki tek ışıltıydı.

* * *

Tam o esnada Axelard, soğuk taşlara yığılmış haliyle, istemsiz bir uykuda kendince “tuhaf” diye nitelediği şeyleri görmekte ve hissetmekteydi. Rüyasında karanlık, penceresi olmayan, kuytu bir odadan çıkış kapısını arıyordu. Karanlıklar arasında soğuk taş duvarlara dokunarak kapıyı bulduğunda, sürgüsünü çekmiş ve demir çerçeveler arasındaki mumların loşça aydınlattığı, taştan yapılmış ve ucu görünmeyen, tepesi tonoz şeklindeki dar koridorda yürümeye başlamıştı. Koridorun eğri büğrü yerleştirilmiş taşlarının arasından solmuş kırmızı güller ve ölgün nergislerin kokusu geliyordu. Karanlığa doğru ilerledi Axelard. Daha sonra karşısında aniden beliren, siyah pelerinine bürünmüş, kapüşonu sebebiyle yüzü zor seçilen, uzun boylu ve siyah eldivenli elinde siyah kabzalı kırmızı kılıcının parıldadığı kırmızı gözlerle karşı karşıya geldi. Gözler onu gördü ve ona gazapla baktı. Korkudan mahzene geri dönen Axelard, koşmaktan nefes nefese kalmış haliyle demir kapının sürgüsünü çekerken pelerinlere bürünmüş gözlerin kendisine gittikçe yaklaşmakta olduğunu gördü. Kapıyı kapattığında karanlıklar ardında yalnızdı Axelard. Korktuğu şeyin karanlık mı yoksa gözler mi olduğunu bilmiyordu.

Tek bildiği şey, nefes nefese kaldığı o hissiyat içerisinde bu karanlık mahzenden çıkmak istemesiydi ve bunu yapabilmesi için de gözlerle karşı karşıya gelmek zorunda olduğunu biliyordu. Dehşetengiz gözler kendisinin üzerine bir kılıçla ilerlemekteyken, Axelard’ın kendisini savunabileceği hiçbir silahı yoktu. Yalnızca bir kapı vardı ve kapının ardındaki bilinmezlikler silsilesi.

* * *

Gözlerini açıp kâbusundan uyandığında kendisinin ve üç arkadaşının ayaklarının, etraflarındaki zincirlere bağlı olduğunu gördü Axelard. Kendi aralarında kasvetli bir konuşma yapıyorlardı.

“Artık çok geç,” diyordu Edmunk hüsranla. “Belladonna öldü. Buradan çıkışımız imkânsız.”

O sırada yolculuklarının başından beri cesurluğu ve metanetiyle bilinen Farling, mezar başındaki küreye uzun uzun, korku dolu gözlerle bakıyordu.

“Neyin var Farling?” dedi Heladya, “Gözlerinde dehşeti gördüm.”

Sesi titreyen Farling zor cevapladı bunu. “Buraya daha önce gelmiş gibiyim. O kristal beni dehşete düşürüyor. Sanki bu mezarı daha önce de gördüm…”

Ansızın lahit üzerindeki mermerler kırılmaya başladı. Kırılmakta olan lahitten beyazlara bürünmüş bir meleği anımsatan ve yeni doğmuş bir yıldızın parlaklığını andıran bir kadın çıktı. Saçları sarı, gözleri yeşil, boyu uzundu ve teni beyaz bir kuğununkine benziyordu. Bakışları ise çok şey yaşamış birinin gizemli geçmişi gibiydi. Bu bir Elf kadınıydı.

Korkularından ne diyeceklerini bilemeyen gezginler bayılmak üzereydiler. Daha sonra Elf tarafından ruhlarına nüfuz eden bir bilgelik, her birini bu gölgeler içerisinde huzurla müteşekkil kılmaya yetmişti.

“Ben Merilapatya, kadim Batı Krallığının Hüsran Prensesi.” dedi kadın. “Siz yolcular, ölülere hükmeden bir hükümdarın evine, Hektador’un Karanlık Şatosu’na hapsedildiniz. Ben sizin dostunuzum ve kadim çağlardan gelen ruhumla size bu yolculuğunuz boyunca yoldaşlık edeceğim. Dehşetli karanlık mazinin yerine aydınlık bir gelecek için mezar taşımın üstündeki Buzul Krsitali Hexagon’u, gökyüzünün altında, karanlıkların ötesindeki aydınlıkta, mehtaba doğrultarak yok etmelisiniz. Daha sonra kendi ruhlarınızla sınanacaksınız. Ruhum ve Onurlu Ölülerin ruhları sizinle beraberdir.”

Ardından mahzenin kapısı açıldı ve Elf, şu cümleleri sarf etti:

“Karanlık yekparedir kasvetli taşların arasında,

İradenizi koruyabilirseniz siz olursunuz huzurun ışığında.”

 Sözcüklerin gizemiyle birlikte Elf, ışıltısı yavaşça sönerek kayboldu ve her birinin zincirleri çözüldü. Farling Hexagon’u aldı. Axelard’ın elinde birdenbire siyah kabzalı mavi bir kılıç, üzerine Nemli Söğüt Ormanı’nın Elfçe dilinden yazılmış sözcüklerle ışıldadı:

“Korku dolu olsan da onu gördüğünde,

İnançlı yüreklerden korkar o, özlemli boşluğun izinde.”

Kapıdan çıkıp koridordaki merdivenlere ulaştılar. Axelard, o sırada yaşadıklarının rüyasıyla benzediğini fark ettiğinde korkuya kapıldı. Meşaleli koridorun karanlığında ise siyahlara bürünmüş bir çift göz yoktu.

Nihayetinde daha fazla merdiven kalmadığında ulaştıkları yer, o güne kadar gördükleri en görkemli yerdi. Büyük ve ihtişamlı bir salondu burası. Karlar, yukarıdaki, ardından Kanlıtepe Dağları’nın göründüğü üçgen şeklindeki camların üzerine düşüyor; camların her iki yanında siyah ve kasvetli iki kule yükseliyordu. Kanlıtepe Dağları’nda süzülen Fezadrel bütün dehşetiyle beliriyor; fezadaki dolunay beyaz değil, masmavi ışıldıyordu ve ayak seslerinin kasvet dolu nefes alışlarla beraber yankılandığı salonun yırtık parşömenlerini, kitabelerini, mezar taşlarını, harabelerini ve salondaki elmastan bir sandığı, gece mavisinin kasveti aydınlatıyordu. Buna rağmen salondaki, büyükçe basamakların üstündeki tahtına oturmuş ve nefret ile korku, dehşet ile acımasızlık dolu görkemiyle nefeslerini tüketen bir çift kırmızı göz, siyah pelerinine sarınmış, Ay ışığının rehberliğindeki gece yolcularına tamamen karanlıklar ardından bakıyordu.

Dördüncü Bölüm: Kılıçlar ve Kristal

Gözler onlara, onlar da gözlere bakıyordu ve yolcular ne diyeceklerini bilemediler. Sessizliği sonlandıran ise siyah pelerinine bürünmüş kırmızı gözler oldu.

“Demek karşılaşmamız böyle olacakmış, oğlum, Farling.” dedi kızıl gözler ölgünlükleriyle.

Her biri dehşete uğrayan şaşırmış gözlerle, Hexagon’u elinde tutan ve gözleri yavaş yavaş kırmızıya dönen Farling’e bakıyordu.

“Burayı bu yüzden hatırlıyordum… Evet… Ve baba, seni hatırlıyorum, yüce Hektador’sun sen; Nebeskad’ın hükümdarı…” dedi Farling kendi etrafında nefes nefese dönüp dururken. Başı dönüyor, gözleri kararmaya başlıyordu.

“Şimdi elindeki kristali bana ver; böylece seni Nebeskad’ın varisi yapayım.”

“Hayır, Farling!” diye haykırdı Edmunk ve hançerini çıkardı. “Ona inanma, senin ruhunu sömürmek istiyor!”

Bu sözlere karşılık kırmızı gözler, karanlık tahtından, elini Edmunk’un üzerine doğrulttu ve Edmunk salonun köşesine savruldu. Edmunk, başına aldığı bir darbeyle, salondaki kırık mezar taşlarının kenarına yığılmıştı.

“Güç…” diye konuşmaya başladı Farling, “Hayatım boyunca hep içimde bulunduğunu zannettiğim ama eksikliğini hissettiğim güç… Şimdi ise tam karşımda duruyor.”

Ardından salonun büyük basamaklarını çıkmaya başladı; iki eliyle kavradığı Hexagon ise kıpkırmızı parıldıyordu. Kırmızı gözlerin karşısına geçtiğinde büyük bir çığlık attı ve bedeni göz kamaştırıcı kırmızılar eşliğinde ortadan kayboldu. Buzul Kristali Hexagon, şimdi dehşetengiz gözlerin elindeydi.

O sırada bütün cesaretini toplayan Axelard, masmavi parıldayan kılıcını kaldırdı ve siyah pelerinine bürünmüş kırmızı gözlere seslendi:

“O buz parçasını almak istiyorsan ilk önce beni yenmen lazım korkak pelerin!”

Gözler, biraz önce Edmunk’a yaptığı büyüyü Axelard’ın üzerinde denedi; kılıcını tutmakta olan Axelard’ın yerinde durduğunu gördüğünde aceleyle tahtından kalktı ve belindeki kılıcını kınından çıkarıp Axelard’ın üzerine yürüdü; hızlıydı ama çarpıktı yürüyüşü.

Gözler kırmızılar içerisinde ışıldayan kılıcını kaldırdığında Axelard da masmavi parıldayan kılıcını kaldırdı. İki kılıç çarpıştığında masmavi ve kıpkızıl iki tane ışık gökyüzüne yükseliyor, camlar kırılıyor, Fezadrel Kanlıtepe Dağları’nın üzerinde süzülürken çığlık atıp alevlerini püskürüyordu. Ardından kılıçlar tekrar ayrıldı. Axelard, kılıcını kırmızı gözlerin pelerininde fark ettiği boşluğa doğrulttuğunda, mavi ışık pelerini delip geçmişti ve gözlerin ardından çığlıklar yükseliyordu.

Pelerin yere yığıldı ve kapüşonun arasından Hektador’un kafatası görüldü; üzerinde belli belirsiz kızıl saç telleri vardı. Hexagon ise siyah eldivenlerinde kıpkızıl ışıldıyordu.

O sırada yer sarsıldı ve büyük şatonun sütunları yıkılmaya başladı. Her ikisi de kırmızı kapıya doğru koşarken Heladya, mezar taşlarının kenarında yığılan Edmunk’u gördü; belirsizlikten ürperen gözlerle Axelard’a baktı.

“Vaktimiz yok,” dedi Axelard. “Benimle gel.”

Yıkılan şatodan koşarak ayrıldılar ve karlı ormanın derinliklerinde, ağaçların dalları arasından ışıldayan Ay hüzmelerinin çehrelerine aksedişiyle gözden kayboldular. Hexagon, şatonun harabeleri altında kıpkızıl ışıldamaya devam ediyordu.

Alperen Yaman

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Hocam fantastik kurgu güzel olmuş. Karakterlerin ayrı geçmişleri , mevcutta şimdi aralarındaki ilişkiler basit bir büyücü-savaşçı-hırsız birliğinden fazlası olarak kişisel özelliklerine de değinilerek hikayeleştirilmiş. Bu durum öyküde basit bir dövüş mekaniğinin ötesinde dinamik bir geçmişi de anlatıyor. Hektadorun sonradan grubun macerasına bağlanması güzel , farling olayı ters köşe merak uyandırıcı. Axelard’ın kara büyü tutkusu sanırım Hektadorun ona karşı büyüsüne engel oldu ama ondan emin olamadım sanki açıkça belirtilmemiş gibi ya da ben kaçırdım. Öykü adım adım tam bir frp grubunun macerası şeklinde son karşılaşmaya kadar heyecanla ilerlemiş. Teşekkürler…

  2. Merhabalar,

    Öncelikle çok teşekkür ederim öykümü okuyup değerlendirdiğiniz için. Evet haklısınız, büyük ölçüde FRP ve Dungeons & Dragons tarzından esinlendim bu öyküyü yazarken. Her ne kadar bu FRP gibi unsurları yeni yeni öğreniyor olsam da, araştırabildiğim kadarı ile, karakterleri belli başlı FRP sınıfları çerçevesinde yazmaya gayret ettiğimi söyleyebilirim. Bu ise, şu şekilde meydana geldi:

    Hektador: Wizard

    Axelard: Sorcerer

    • Bildiğim kadarıyla, Sorcerer Wizard’dan daha yetenekli bir sınıf. Axelard’ın, diğer büyücülerin aksine Sorcerer olmasının sebebini de bu bağlamda ele aldım. Hektador gibi karanlık bir büyücüye, dehşetengiz ve kasvetli Nebeskad’ın hükümdarına karşı zafer elde edebilmesi, buna örnek gösterilebilir.

    Farling: Barbarian

    Edmunk: Bard

    Belladonna: Rogue

    Heladya ve Merilapatya: Elf

    Genel hatlarıyla, Dungeons & Dragons ve FRP’den öğrenebildiğim kadarıyla, karakterleri bu şekilde öyküye senkronize ettiğimi söyleyebilirim.

    Axelard’ın, Hektador’un büyüsüne engel olabilmesinin sebebini ben yazarken sizinle aynı şekilde düşünmemiştim. Ben bunun sebebini daha çok, “irade olgusuna” bağlamıştım; bana kalırsa öykü boyunca iradesine en kuvvetli şekilde sahip çıkan kişi Axelard’dı ve bu sebepten ötürü Hektador’un kara büyüsünü engellediği söylenebilir. Tıpkı Merilapatya’nın da dediği gibi: “İradenizi koruyabilirseniz siz olursunuz huzurun ışığında” . Ancak bu noktada, hiçbir karakterin tamamen masum olmadığının altını çizmek gerek. Öykü zaten, her biri suçlu olan 5 tane yolcunun, iradelerine sahip çıkıp, bir nevi “kendi vicdanlarıyla sınanmalarını” konu ediniyor, diyebiliriz. İradesine sahip çıkan kişi, hatalarının kefaretini sağlıyor, bir bakıma. Ne kadar sahip çıkabildikleri ise, tam manasıyla bir muamma.

    Aynı şekilde, öyküde Hektador’un kalpsizliği (hem somut hem de soyut anlamda) ve dolayısıyla duygusuz bir kimse olması da bu bağlamda ele alınabilir; Merilapatya’nın sözlerinin bir kehanet görevi gördüğünü söyleyebiliriz bu noktada: “İnanmış yürekler” , Hektador’un, ölüm korkusuna karşı “hayatı sömürmesine” , bir korku oluşturuyor kendisinde; nitekim Nebeskad ile olan anlaşması da bu “ölüm korkusuna” dayanıyor en temelde.

    Yorumunuz benim için çok kıymetli; değerlendirmenizle öykünün önemli bir nüansına karşı güzel bir bakış açısı getirmişsiniz. Öykünün bazı noktalarını, okuyucunun yorumuna açık bıraktığımı söyleyebilirim bu konuda.

    Ben teşekkür ederim vakit ayırdığınız için. Sağlıcakla kalın.

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

Yorum Yapanlar

Avatar for can.celikel Avatar for Betelgeuse

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *