Öykü

Basübadelmevt

Halk ölüm sandığı hoş-vuslat imiş ey Hakkî

Îd-i ekberdir o sanma ki memâtım geldi

İ.Hakkı

 

Merhaba efendim. Ne kadar namüsait bir durumda olduğunuzu görmekteyim lakin söyleyeceklerim bir avuç lakırdıdan ibaret değildir. Bilakis bu mesele, benim için bir ölüm kalım muharebesidir. Karşınızda gördüğünüz şu aciz nefsin tek arzusunu yerine getirmek yalnız sizin kudretinizdedir. Siz ki aşk acısından ağlayan dilberleri avutan efsunlu sözleri fısıldayan efsunger, siz ki yumurtasından çıkmış civcivi kabuğuna döndüren sahir… Muhakkak ki benim naçizane derdime de derman sizdedir. Şanınızı yedi düvel öteden, İstanbul’dan işitip de buraya, Maraş’a yalnız sizi görmek için geldik. Yanımdaki biçare, yegane evladımdır. İzin verin şöyle yanınıza ilişeyim. Müsaade buyurursanız size kendimi tanıtayım. Bendeniz Cevat kulunuz. Namımı Sofyalı Cevat ya da Hancı Cevat diye de işitmiş olabilirsiniz.

Anam beni 1255 yılı Muharrem’inde kucağına aldığında babam şark cephesinde Ruslarla cenk etmekteymiş. Anamın aslının Bulgar olması nedeniyle nenemle, dedem kendisinden pek hazzetmez, oğulları ıraktayken bile bir kase çorbayı önüne sürmekten imtina edermiş. Bir yandan tarlada çapa sallayan anam, bir yandan da el kadar sabisine bakar, gece de evinin işini halledip birkaç saat uykuyla gecesini gündüz edermiş. Bir yıla kalmadan babamın şehit düştüğü haberi ulaştığında anam, elde avuçta olan bir kap bulgur ile birkaç gümüş sikkeyi alarak İstanbul yoluna düşmüş. Şu fani hayatta tek sığınağı olarak kalan ablasıyla eniştesinin yanına yerleşerek karın tokluğuna koca konağın işleriyle ilgilenmeye başlamış. Bebeli kadına çalışmak zor zanaat, hele ki sığıntı yaşadığı konakta. Bir yandan geçim çilesi, bir yandan da beyini genç yaşta kaybetmenin kederi anama fazla gelmiş. Ben henüz iki yaşımı doldurmadan ince hastalığa yakalanıp terk-i diyar eylemiş – Allah gani gani rahmet eylesin.

Anamın hiç hesapta yokken aniden göçüp gitmesiyle vasilerim teyzemle eniştemi bir düşünce sarmış. İzdivaçlarından bu yana on yıl geçmiş olsa da yüce Mevla kendilerine bir evlat nasip etmemiş, zürriyetsiz kalmışlar. Nice akikalar adanmış, yatırlar dolaşılmış, hekimlere başvurulmuşsa da sonuç alınamamış. Bulundukları muhitin en varlıklısı bu necip insanlar makus yazılarına boyun eğmekle mükellef olmuşlar. Teyzem ne yapsak, nasıl etsek diye düşünürken eniştem kati bir dirayetle ortaya atılmış ve beni nüfusuna alıp tek mirasçısı yapmayı teklif etmiş. Gurur ve şevk ile gözleri dolan teyzem, cemaatsiz kalmış camiler gibi evlat hasretiyle yanan bağrındaki ateşi benimle söndürmüş. Bu vakitten sonradır ki ben üzerimdeki eski urbaları çıkarıp İngiliz kumaşından takımları, kopmuş çarıkları çıkarıp parlak ruganları giymişim. O günden beridir hapşırdığımda kullandığım mendili ikinci kez kullanmam, yere düşürdüğüm bakır sikkeyi almak için yere eğilme zahmetine tenezzül etmem. Bu mağrur ve zarif duruş ile naif ve meşhum fevkalbeşer işte böylece peydah olmuş.

Eniştem ya da yeni unvanıyla cici babamın serveti Çemberlitaş’taki tek hanın sahibi olmasından ileri gelmektedir. Bu han yedi dükkandan müteşekkil ve dükkanları saat tamircileri ile terziler tarafından paylaşılan büyükçe bir han idi. Yedi dükkanın acarıyla evini geçindiren cici babam Reşat Bey, beni her gün yanında götürür, hanının önüne kurduğu iskemlenin yanına bir tabure çeker ve kendisi mecmuasını okurken bana da macuncu Rıza Efendi’den macun alırdı. Bütün günüm hanın merdivenlerinden ine çıka gönlümce oynadığım oyunlarla geçerdi. Küre-i hakta ne olup bittiğini düşünmeden gökyüzünde özgürce süzülen serçe kuşları gibi tasasızdım. Konacağım yerin sağlam, aşımın hazır olduğunu bilmekteydim. Tek derdim, Sadabad’a gitme azmiyle neşelendiğim bir günde yağmur yağması ya da aşuremdeki cevizin arzuladığımdan az olmasıydı. Elimdeki imkanlardan hiç şikayetçi değildim ama bir gün kaybetme korkusuyla müteessir oluyordum.

Ergenliğimi yeni bitirmiş, buluğ çağımı henüz nihayete erdirmiştim ki bir cins-i latife gönlümü mehleyleydim. Size onu nasıl tarif etsem bilmem ki… Mehtaplı gecelerde ayın şavkı kadar beyaz, yaz günü huzura sevk eden salkım ağaçları gibi inceydi. Alem-i gayb’tan, melaikeler soyundan bir afet-i devrandı. Onu görünce lal-ü ebkem kalır, konuşamazdım. Gözleri ab-ı kevser-i hayattı. Bir bakışıyla nurlara daldırır, gözünü kırptığında hayat ateşimi söndürürdü. Birbirimizin yokluğuna çok sabredemedik ve 1275’in Şevval ayında nikahımızı kıydık. Bu büyük kavuşmanın şerefine sayısız koç kurban edildi, nice fakir fukara sevindirildi. Birlikteliğimizin daim olması için hatimler yapıldı, Yasinler okundu, dualar edildi. Ahu gözlü dilber en nihayetinde benimdi.

Heyhat kader laf söz dinlemiyor. Önce sabah işe giderken at arabasından düşen saygıdeğer pederim, ardından şark çıbanına yenilen kıymetli validem namütenahi istirahatgahlarına irtihal eyledi. Toprakları bol, makamları cennet olsun. Bir oldubittiyle önce cici babasını, sonra cici annesini kaybeden Cevat kulunuz bir anda Çemberlitaş’ın tek hanının ve koca konağın sahibi oluvermişti. Ben, kısa sürede cereyan eden tüm bu hadiseleri sindirmeye çalışırken daha büyük bir havadisin gelmek üzere olduğundan bihaberdim. Biricik zevcem gebeydi. Önce sıtmayı, sonra ilacı veren Mevlam, ne büyüksün. En zor günümde, hiçbir zaruret-i kat’iye yokken beni sahiplenen kıymetli vasilerimin acısı henüz tazeyken bir nebze olsun bizi mesut edecek tek havadis bu olsa gerekti. Biz de, vakti zamanı gelip de oğlumuzu kucağımıza aldığımızda, her baktığımızda onları anıp ruh-u şeriflerini onurlandıralım diye adını Ruhi koymaya karar verdik.

Ben, zevcem ve cihan-değer oğlum mutlu mesut yaşayıp gitmekteydik. Her ne kadar zengin ve sosyetik bir muhitte yaşıyor olsak da çevreye uymayan, köstebek ailesi gibi kendi deliğinden başını çıkarmayan merdümgiriz bir aile idik. Eski alışkanlıkları bırakamayan bendeniz her sabah hanın kapısını kendi ellerimle açar, dükkancıları karşılar, gün boyu hanın önünden gelip geçeni seyreylerdim. Canım sıkıldıkça karım ve çocuğumu tahayyül eder, gündüz vakti hülyalara dalardım. Karımın ve çocuğumun hasretiyle akşam ezanını zor eder, hanı kapattığım gibi evimin yolunu tutardım. Büyük ve tutkulu bir aşkın pençesindeydim. Afyon müptelaları gibi her akşam karımı ve evladımı görmeden kendime gelemiyordum. Yemek masasında başlayan saadet, büyük salonda devam ediyor, Dersaadet’e tepeden bakar gibi hanımımla evladımı izliyordum.

Alem-i saadet o kadar darmış ki bir ayaktan fazlası sığmazmış. Ah, efendim, ademin ekmeği kedermiş. Biz işünuş ederken feleğin hakkımızdan gelmek üzere olduğunu nerden bilelim. Gün boyu oturup lak lak etmenin yorgunluğu, akşam da bülbül ötümlü zevcemin musikisiyle yudumlanan birkaç damla rakıdan sermest olmuş, meftun gibi yatmaktayken bir hararetle uyandım. Yazın ilk günleri bu denli sıcak namümkündü. Yataktan doğrulmamla pencerede raks eden alazın şavkı yüzümü aydınlattı. Avare avare birkaç adım atarak pencereye yaklaştım. Koca şehr-i İstanbul kora dönmüş, güneş rengine boyanmıştı. Ateş, demir ustasının ocağındaki gibi canlı yanıyor, Beyoğlu’ndaki alazların yalımları Haliç’i yalıyordu. Vaveyla sesleri tulumbacıların naralarına karışmıştı. Sanki cehennem-i kübranın kapıları açılmış da bütün şehir yanıyordu.

Bir ağlama sesiyle nazarımı İstanbul’dan kendi konağıma kaydırdım. Yangınla korkuya kapılan evladım odasına hapsolmuş, ağlayarak yardım çağırıyordu. Odasının açıldığı hol kora dönmüş kömür gibiydi. Ne üzerime dökebileceğim bir kova su, ne de beni yangından koruyacak kıyafetlerim yoktu. Kör bir cür’et-yab ile ileri atıldım. Çıplak ayakla korlara basa basa geçtim. Ateşle tav olmuş kapı kulpuna dokununca elime yapıştı. Eriyen derim kara bir duman olarak göğe yükseldi. İndirip kaldırmalarıma rağmen açılmayınca omzumla zorladım. Bir iki adım geri çıkıp var gücümle yüklendim. Ateşin fistanımı sardığını hissediyor lakin israf edecek vaktim olmadığını biliyordum. Belki beşinci belki de altıncı denememde kapıyı açmayı başardım. Odanın da holden bir farkı kalmamış, dört bir yanını alazlar esir almıştı. Evladım yatağının başucuna çekilmiş, etrafını saran ateşten korunmak için elleriyle yüzünü kapatmıştı.

Evladımı kaptığım gibi dış kapıya yöneldim. Odadan çıkıp, hole girdiğimde zehirli dumandan başım dönmüş, gözlerim kararır gibi olmuştu. Kendimi zorlayarak artık hissetmediğim ayaklarımı kor tahtaların üzerinde kaydırdım. Düşe kalka alt kata uzanan merdivenlerden indim. Fistanım tam manasıyla tutuşmuş, sırtım yanmaktaydı. Alt kat, üst kattan daha berbat durumdaydı. Tavandaki kalaslardan bazıları kopmuş, yanan bir sarkaç gibi sallanıyordu. Başım dönüyor, hangi yöne ilerlemem gerektiğini kestiremiyordum. Bir elimle ağzımı ve burnumu kapamaya çalışsam da ne fayda. Yana döne kapıyı aradım. Bağırdım, haykırdım, feveran ettim. Sesimi duyan olmadı. Kucağımda oğlumla yere kapaklandım. Ateş etrafımızı sararken, Hak Teala’ya melaike-i ilahileri göndermesi için yalvardım.

Gözümü açtığımda yangın sönmüştü. Kapının tam yanında yığılıp kalmıştım. Elim, kollarım, tüm vücudum is içinde siyahkedeydi. Yanmış ayaklarım ve sırtım feci şekilde acıyordu. Öyle ki, bir an gerçekten ölmüş olmayı temenni ettim. Hemen yanımda yatan evladımın kolları ve saçları kavrulmuştu. Sırtüstü yatıyor, başkaca bir hareket yapmaksızın yattığı yerde ağlıyordu. Koca konak yanıp kavrulmuş bir kütük gibi közlenmişti. Perdeler tutuşup kül olmuş, mobilyaların iskeleti ortaya çıkmıştı. Dört bir yanı saran yanık kokusu midemi bulandırıyordu. Güç bela doğrulup etrafıma bakındım. Güzel gözlü hurimden eser yoktu. Bin bir elem ve keder içinde konağı arşınlamaya başladım. Her adımım bir sene gibi ömrümden ömür alıyor, pencereden vuran güneşin feri, bir açılıp bir kapanan fener gibi yanıp sönüyordu. Sanki tayy-ı zaman olmuş da bir göz kırpışıma birkaç ay sığıyordu. Ne mutfakta, ne kilerde, ne de büyük salonda kimsecikler yoktu. Anlaşılan o ki ateş, günahlarımın kefaretini erken tahsil etmiş, işini ruz-i mahşere bırakmamıştı. Nasıl becerdiyse ateş soyundan olan melaikeyi yakıp benden ayırmıştı.

Evde kaldığı kadarıyla önce evladımın, ardından kendi yaralarıma pansuman yaparak bezlerle sardım. Menbaa-i saadet evladımın ağlaması bir nebze olsun dinmişti. Yangından arta kalan yatağına yatırıp uyuması için kulağına telkin edici musikiler fısıldadım. Yanmış kafa derisi ve suratında su toplayan yaralarıyla eski zat-ı mukaddes gitmiş, ibret-i alem için seyirlik bir kubh-u mutlak gelmişti. Gözpınarlarımdan iki damla yaş elinin üzerine düşünce canı acıdı. Bir ömür taşımak zorunda olduğu bu yükü çok erken yaşta yüklenmişti. Yaralarını incitmeden ince bir çarşafı üzerine çekip pencereye yöneldim. Göz alabildiğince bütün İstanbul yanmıştı. Haliç, Kağıthane, Sirkeci her yer siyahkedeydi. Kimi ahşap konaklar yıkılmış, kimi kargir binalardan hala dumanlar yükselmekteydi. Yitip gidenlere yakılan ağıtlar rüzgarla bir ninni gibi kulağıma çalınıyordu. Sokağımızın başında bir düşkün, kendisinden farkı kalmayan kalantorların iflasını kahkahalarıyla ilan ediyordu.

Hikmetinden sual olunmaz Mevlam bir günde verdi, bir gecede aldı. Karundan farkı olmayan bendeniz artık bir balık gibiydim: maldan ve eşten ari. Tek sahip olduğum yanmış bir konak ve bitap düşmüş bir oğlandı. Adem-i beşerin en zorlu imtihanlarından birine tabiydim. Henüz kundakta bir bebek iken tecrübe ettiğim fakr-u zarureti yeniden idrak etmekle mükellef kılınmıştım. Anam yanımda olsa da nasıl yetinileceğini bana anlatsa. Kıymetli varislerim yanımda olsa da bana sahip çıksa. Sevgili zevcem burda olsa da o geceki gibi harici değil, dahili ateşlerle titreyen evladımla ilgilense. Ne çare ki hiç birisi yoktu. Günlerim büyük salonda bir kolçağı erimiş sallanan sandalyede sallanıp, daimi uykulardan ara sıra uyanan evladımı kontrol etmek için odasına gidip gelmekle geçiyordu. İnilti ve nöbetlerle dolu uykusunda mütemadiyen sayıklıyor, validesinin adını tekrarlayıp duruyordu. Arada bir uyandığında doğrulup etrafı izliyor, sanki meçhuliyette bir şeyler yakalar gibi gözlerini bir kısıp bir gevşetiyordu.

Böyle kaç gün kaç gece geçti bilmiyorum. Perde yerine astığım kara çarşaflarla kapalı pencerelere güneş ışığı kaç kere düştü kaç kere kayboldu takip etmek namümkündü. Yine büyük salonda, sallanan sandalyeme oturmuş, karanlık konağın duvarlarındaki belli belirsiz gölgeleri çıkarmaya çalışırken bir vaveylayla kendime geldim. Zihnimde o gece parlayan alazların aydınlığıyla evladımın odasına girdim. Yatağında doğrulup ayağa kalkmış, üzerine yürürler gibi duvara yapışmıştı. Boşluğa nazar-ı şuur ve işhad ile bakıyordu. Ben odaya girince bir elini doğrultup karşıyı işaret etti. Karanlıkta bir şey görüyor, havfla gerilen vücudu zangır zangır titriyordu. Gösterdiği yöne baktım ama hiçbir şey yoktu.

Derakap yüzündeki dehşet silinmiş, vücudu gevşemişti. Kötü bir heyulanın etkisinde kalmıştı. Ne olduğunu sorduğumda bir müddet cevap vermedi. “Hortlak mı, gulyabani mi?” dedim. Nefesini toparlayınca “Baba…” dedi “…acuze. Yaşlı, buruş buruş, büyük burunlu. Onu gördüm, o da beni gördü. Bana doğru yürüdü. Sen gelince kayboldu.” Derin bir hayret ve beht ile evladımın gözlerine bakakalmıştım. Bu denli güçlü bir muhayyilesi olduğunu bilmesem delirdiğine kanaat getirmek işten bile değildi. Tüm vücudu tir tir titremekteydi. Hemen battaniyesine sarıp uzanmasına yardım ettim. Ne desem boş olacağı için hiçbir şey demeden kalbi bir kucaklamayla bağrıma bastım. O uyuyana kadar yanından ayrılmadım.

Sonraki birkaç uykusu sakin geçmişti. Yine de bazen derin iç çekişleri ve sayıklamalarla odasına kontrole gitmek zorunda kalsam da benzer bir olay yaşanmamıştı. Mamafih bu sükunet çok uzun sürmedi ve arka arkaya birkaç kez aynı bağırtı ve vaveylalarla konağımızın sükut-u mutlağı darmadağın oldu. Her seferinde aynı sahneyle karşılaşan evladım korkuyla sıçrayarak uykusundan uyanıyor, üzerine yürüyen cadu ben odaya girince ortalıktan kayboluyordu. Sandalyemde uyukladığım bir seferinde dokunacak kadar yaklaşan iblis evladıma bir şeyler fısıldamış ama korkudan kilitlenen kulakları “ölü” ve “sahip” kelimeleri dışında bir şey işitememişti. Korku ve heyecanla sarsılan evladım uykudan kesilmiş, nazarını odasının karanlığına doğrultup misafirinin yolunu gözler olmuştu. Küçük bir çocuk için bu kadar uykusuz kalmak hiç de hayra alamet değildi. Onu ne kadar teselli etmeye çalışsam da fayda etmedi. En son çare olarak, içerdeki odalardan birinde bulduğum bir düdüğü eline tutuşturarak ne zaman o mahluku görse düdüğü çalmasını, çaldığı an ve dakika benim hemen yanına geleceğimi söyleyerek ikna edebildim. Bir iki kez tedbir amaçlı boşa çalınan düdükle denenen vaadimin geçerliliği kanıtlanınca mesut bir şekilde uykularına geri döndü.

Her ne kadar düdük oğlumun başının dertte olduğunu belirtmede başarılı olsa da sorunumuza nihai çözüm olmamıştı. Her uyku en az bir kez düdüğün mel’un ıslığıyla parçalanmaktaydı. Her seferinde aynı piyesi tekrarlıyor, bir sonraki düdüğe kadar ayrılıyorduk. Odanın köşesinde beliren lain şeytan bir şeyler mırıldanarak evladıma yaklaşıyor, fısıltı ve tıkırtılara uyanan evladım var gücüyle düdüğünü çalıyor, büyük salondan bir hışım fırlayan bendenizin yetişmesiyle suret-i teşekkül yol oluyordu. Hiçbir düdükte erken davranıp yaratığı görme şansını değerlendirememiş olmam beni su-i vesveseye itiyor, evladımın gördüklerinden veyahut gördüğünü ifade ettiklerinden kuşkulanmama neden oluyordu. Evladımın, önce yangından bitap düşmüş, şimdi korkudan kaskatı kesilmiş çehresine bakınca ise tüm şüphelerim silinip gidiyordu.

Düdüğü onuncu ya da on birinci işitişimdi ki beni tüm şüphelerimden arındıracak o vahim olay vuku buldu. Bu sefer düdüğün sesi daha cılız ve daha kesikli geliyor,sanki düdüğü çalan zorlanıyor ve istediği sesi tam olarak çıkartamıyordu. Bir an vecd ile evladımın odasına doğru seğirttim. Mamafih ses oradan değilyatak odasından gelmekteydi. Olduğum yere çivilenip kalmıştım. Açık kapısından görebildiğim kadarıyla evladım yatağında yatmaktaydı. Yanık ayak tabanlarımın müsaade ettiği imkanda az ses çıkararak yatak odasına yöneldim. Kapı aralıktı. Hafifçe kolumla ittirince gıcırdayarak açıldı. Karanlık, odayı aydınlatan tek ışıktı. Gözümün karanlığa alışmasını bekledikten sonra aheste aheste odaya girdim. Birkaç adım atmıştım ki onu gördüm. Odanın karşı köşesindeydi. Geniş hatlı, kısa boyluydu. Korkudan manasız sesler çıkartıyor, çenemin zangırtısını engelleyemiyordum. Ben yaklaştıkça düdük sesi önce azaldı, sonra kesildi. Yaşlı ve buruşuk bir surat gülümsedi. Düdük ağzından düşerken bana “Merhaba.” dedi.

Feryat figan kaçarak evladımın odasına sığındım. Çıkardığım seslerden ürken oğlum doğrulmuş bana bakmaktaydı. Yanına oturup sarıldım. Birkaç kez neden titrediğimi sorsa da cevap veremedim. Habis bir kabusun aktörü gibiydim. Ateşle başlayan imtihan korkuyla devam ediyordu. Mesut günler nihayete ermiş, ahval-i istikbalin pek aydınlık olmadığı ise kesinleşmişti. Evladım son tahlilde haklı çıkmıştı. Necis bir acuze mezarından hortlayarak konağımıza musallat olmuştu. Yakınlarda ne bir yatır ne de bir mezar vardı. Ne evladım dut ağacının dalını kırmış, ne de ben gece çeşme başına destursuz yaklaşmıştım. Gusül şöyle dursun, namaz abdestim olmadan dolaşmaz, ağzımdan Ayet-el Kürsi’yi eksik etmezdim. Öyleyse bu melun ifrit nereden gelmişti? Kendi halinde, fakr-u zaruret içinde yaşayan bu basit insanlardan ne istemekteydi?

Derken düdük sesi tekrar duyulmaya başladı. Bu sefer ses daha güçlü, daha baskılı çıkıyor; sanki bir değil, birkaç düdük aynı anda çalınıyordu. Ses yatak odasından çıkıp hole girdi. Ayak sesleri yanmış tahtaları parçalıyor, sanki bir tabur asker üzerimize yürüyordu. Kulak tırmalayan düdük sesi kapının önüne gelince durdu. Bir an için ses kesildi. Harap durumdaki kapı gıcırtı ve takırtılarla açıldı. Zarif bir ayak sesi kulaklarımızda yankılandı. Her ayak sesiyle yerde bir ayak izi oluşuyor, minik ayak izleri üzerimize doğru geliyordu. Tam önümüze gelince durdu. Evladımı bir ağlama tutmuş, iki koluyla boynuma alabildiğine sarılmıştı. Bense algımı kaybetmiş, bişuur kalmıştım. Kömür çiğner deli gibi sadece izliyor, olacakları bekliyordum.

Karanlığı tarayan gözlerim dans eden gölgeler dışında bir şey göremiyordu. Aniden bir düdük sesi hemen önümüzden yükseldi. Belli belirsiz bir suret gözlerimizin önünde canlandı. Beyazlar giyinmiş, ufak bir kız çocuğuydu. Düdük çaldıkça görüntü canlandı, canlandı, canlandı… Gözleri üzerimizdeydi. Bir müddet böylece bakıştık. Neden sonra düdüğünü çalmayı kesti ve bağırdı: “Buradalar!” Düdük orkestrası yeniden eserini icra etmeye başladı. Kapıdan, önlerinde melun caduyla bir adam ve bir hatun girdi. Hayret ve korkuyla açılmış gözleri beni ve evladımı tahlil etmekteydi. Önümüze gelip durduklarında acuze-i şemta eliyle bir işaret yaptı ve düdük sesi kesildi. Ses kesilince adam ve hatunun şekli gözlerimizden silindi. Bize sokulan cadu “Tekrar merhaba.” dedi.

Ben korkudan bayılmak üzereyken, oğlumun canhıraş feryatları vaveylaya dönmüştü. Hiç tanımadığımız misafirlerce ziyaret ediliyorduk. Sanki bir emri tebellüğ etmek üzereydiler de farkında değildik. “Cevat, Hancı Cevat, değil mi?” dedi. Evet anlamında kafamı salladım. “İşte, size söylemiştim. Konağımızın sahibi ya da şanslı mirasçısı mı deseydim?” Kafam karışmıştı. Tüm bunlar ne demek oluyordu? Sanki bu hissiyatımı anlamış gibi bir bakış attı. “Hangi yılda olduğunuzu düşünüyorsunuz Cevat Bey?” diye sordu. Beni melaikemden ayıran yangın 1282’nin Recep ayında çıkmıştı. Henüz olsa olsa birkaç ay geçmişken bu sorunun maksadı neydi? “1282.” dedim. “1282? Yani 1866 öyle mi?” Şuh bir kahkaha attı. Kafasını hafifçe yana çevirip: “Duydunuz değil mi?” dedi. “Peki ya biricik eşiniz neredeler?” Sanki alem-i mahşerde, makheme-i kübra kurulmuş da sorguya çekiliyordum. “Yangında kaybettik, Allah taksiratını affetsin.” dedim. “Öyle mi? Başınız sağ olsun. Peki siz o günden beri ne yer ne içersiniz? Ya da şöyle sorayım, siz ve oğlunuz o günden beri ne yapmaktasınız?” Düşündüm. Yangından sonra ben büyük salondaki sandalyede sallanmak, oğlumsa uyumak dışında bir şey yapmamıştık. “Ben büyük salonda sandalyede sallanarak düşünmekteydim, oğlumsa bu yatakta…” “Uyumakta mıydı? Bir insan sadece sandalyede sallanarak ya da uyuyarak nasıl hayatta kalır, hiç düşündünüz mü? Neden hiç konağın dışına çıkmadınız? Niye hiç hanınıza bakmaya gitmediniz mi? Nasıl oldu da karınızı hiç aramadınız?” Oğlum vaveylayı kesmiş bana bakmaktaydı. Yavaşça kollarını boynumdan çözüp kendi köşesine çekildi. Elleriyle yüzünü kapatıp ağlamaya başladı. Bense olan bitenden bihaberdim. Bensiz bir şifre çözülmüş, gizli kapılar aralanmıştı mamafih ben bir türlü göremiyordum. Acuze bana doğru eğildi ve kulağıma fısıldadı: “1282’de değiliz Cevat Bey, size uygun söylersem 1417’deyiz. Siz ve oğlunuz, nasıl desem, yangında öldünüz. Artık gitmeniz ve bu konağın yeni sahiplerine huzur vermeniz gerekiyor.”

İşte böylece anlaşıldı meselenin iç yüzü. Velhasıl-ı kelam azizim, anlayacağınız üzere evladım ve ben esasında basübadelmevtiz. Bize bir gün bir gece gibi gelen vakitlerde yıllar asırlar geçmiş. Ben sandalyemde sallanır, oğlum bilmem kaçıncı uykusunda uyurken anlayamadığımız gerçek o gece yangından kurtulanın biz değil zevcem olduğu, vefat edenin o değil evladımla ben olduğumuzdur. Her nasılsa cehennem-i daime bile bizi kabul etmemiş, alem-i berzaha varmak yerine bir garip arafta kalıp konağımızda sıkışmışız. O melun acuzenin bunu yüzümüze vurmasıyla azad olan ruhumuz konaktan ayrılmayı başardı. Derdimizin devası olarak bize sizi salık verdi. Şimdi ne olur bizi boş çevirmeyin. Ölmüşlerinizin ruhu için bu biçarelere bir yol yordam gösterin. Ravza-i cenneti istemem, varsın biz ehl-i cehennemlik olalım. Yeter ki hak ettiğimiz yeri bulalım.

BONUS:
AHŞAP KÖŞKTE BİR GECE
Mumlar yanıyor ahşap köşkte her gece
Kimse yakmadığı halde
Yere düşse yakacakken tüm köşkü
Hiç düşmüyorlar nedense
Soğuk ve karanlık odalarda dolaşıyor
Daha karanlık gölgeler
Bazen düşer gibi oluyor eski gümüşlükten
Ne olduğu belirsiz bir cisim
Eski bir paşazadenin hatırası
Duvarda asılı yağlıboya resim
Ona mı ait bu ses
Yerdeki ayak izi
Kavuşturur mu bizi cennetine
Yaksa günahlarımızı yangının ateşi
Durun, dinleyin, işte ötüyor düdük
Bir korku ki nice yürekten büyük
Cılız bir çığlık kopuyor
Gıcırdarken sallanan sandalye
Yokluktan belirir gibi oluyor
Yaşlı, buruş buruş bir acuze
Sokulup da anlatıyor geçen yılları
Bir yangınla yitip giden canları
Katılır bu dediğime hem yaşayanlar hem ölüler
Ölü olan, ölü olarak kalmalı

Basübadelmevt” için 17 Yorum Var

  1. Eski sözcükleri bu kadar çok kullanıp da bu kadar anlaşılabilir ve akıcı bir metin ortaya çıkarmak bence büyük başarı, çok tebrik ediyorum. Hafiften bir İhsan Oktay Anar havası ve keyfi almadım desem yalan olur. Kurgu da gayet güzel ve bana keyif veridi. Üç aylık bir seri yakalamışsınız, umuyorum ki seçkinin gelecekteki sayılarında da bizimle olursunuz.

  2. Üslubunu çok beğendim. Çok akıcı. Türker’e katılmakla beraber, şunu belirtmek isterim; öykünün başında yakaladığın sıcakkanlılık ve samimiyeti sonuna kadar korumuşsun.Çok güzel olmuş. Ellerine sağlık.

    1. Merhaba,
      Beğenmenize çok sevindim. Umarım bu kubbede baki kalacak bir hoş seda bırakabilmişizdir 🙂

  3. Merhabalar. Öykünüz çok hoştu öncelikle. Son paragrafın fazla olduğu kanaatindeyim; tabii tercih sizin. Eski kelimelerin aşırı kullanımını tasvip etmesem de öykünün ruhu ve işlendiği dönemi düşünürsek yerinde bir hareket olmuş. Metin akıcılığıyla, ruhuyla ve yazarın üslubuyla su gibi aktı, gayet beğendim. Ellerinize sağlık diyerek gelecek seçkilerde de görüşebilmeyi umuyorum.

    1. Merhaba,
      Sizden bunları duymak çok güzel. Okuduğunuz ve yorumladığınız için teşekkür ederim.

  4. Merhaba,
    Öykünüzü diğer iki öykünüz gibi çok beğendim. Başlıktan epigrafa, seçilen konudan konunun işlenişine, mekân ve zamana uygun düşen dile, karakter çiziminden sondaki şiire kadar her şey çok iyiydi fikrimce. Eski kelimeleri sevdiğim için fazla kullanılsa da beni rahatsız etmedi aksine artı puan oldu beğenimde. “Merdümgiriz” gibi çok sevdiğim bir kelimeyi görmek hoş oldu.
    Ne zamandır öykü yazdığınızı bilmiyorum ama bu konuda kesinlikle dikkat çekici bir yeteneğiniz var.
    Kaleminize kuvvet.
    Bir de “gönlümü mehleyleydim.” yerine “gönlümü meyl eyledim.” demek istediniz sanırım.

    1. Merhaba,
      Burdaki üç öykümden önce sadece yazma denemeleri yapıyordum ama ortaya elle tutulur bir şey koyamamıştım. Her seferinde bir paragrafı bir kaç saat düşünerek yazıyor, sonrasında da ince düzeltmelerle sonuçlandırıyorum. Umarım, tüm amatörlüğümle birlikte, bir şeyler hissettirebiliyorumdur.
      Saygılar.

  5. Merhaba, eski kelimeleri başarıyla kullanmışsınız. Öykü başından sonuna kadar akıcı olmuş. Hikayenin gerilimini sonuna kadar taşımışsınız. Bir ara konak yandı bu adam nasıl kurtuldu derken öykünün sonuna doğru olay çözüldü. 🙂 Ellerinize sağlık gelecek seçkilerde görüşebilmek dileğiyle…

  6. Sağolun, Gecemi aydınlık eylediniz.

    Bu kadar yetkin bir metin, bu kadar kendinden emin bir tarz, ne dediğini bilen bir dil.. Şaştım kaldım. Muhteşemdi. Sağolun.

    1. Güzel yorumlarınız için teşekkürler. Amatör bir yazar olarak bunları duymak çok hoş.

  7. Tesadüf eseri bulduğum bu sitede ilk okuduğum öykü sizinki oldu.Çok beğendim. İhsan Oktay Anar tadı aldım. Kurgusal olarak da çok hoş.Kaleminize sağlık.

    1. Güzel bir başlangıç yaptırabildiysem ne mutlu bana. Yorumlarınız için teşekkürler.

  8. İlk defa girdiğim bir site ve ilk okuduğum öykü çok başarılı ellerinize sağlık, bir çırpıda okudum ve çok hoşuma gitti başarılarınızın devamını dilerim.

    1. Bu seçkinin ilki olmak da sanırım benim şansım 🙂 Keyif aldıysanız ne mutlu bana.

  9. Beğenerek ve eski sözcükleri kullanmadaki kabiliyetinize imrenerek okudum. Amatör olduğunu söyleyen bir yazar için oldukça akıcı bir diliniz ve kurgunuz var.

    Seçki uzun süredir okunacaklar listemde duruyordu. Bu kadar iyi bir ilk öykü sonrası devamından da keyif alacağımı düşünüyorum.
    Sizden ricam da yazmaya devam etmeniz ve sizi takip edebileceğimiz ortamları bizimle paylaşmanız.

    Başarılarınızın devamını dilerim.

Burak Yüksel için Yorum Yap Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *