(HALİM ŞEFİK GÜZELSON’UN BALIK AĞZI ŞİİRİNE NAZİRE)
“Bu bir kılıç balığının öyküsü
Yazılmasa da olurdu.”
Halim Şefik Güzelson
Semiramis, ön cephesi bir gemi gibi tasarlanmış alışveriş merkezinin akvaryumunda işe başlayalı yalnızca iki yaz geçmişti.
Kıyıya kondurulmuş çok yıldızlı otel, çevresi kokteyl alanı olarak düzenlemiş bir havuzla yanındaki alışveriş merkezine bağlanıyordu.
Alışveriş merkezinin girişindeki bir duvarı boydan boya kaplamış devasa akvaryum hemen göze çarpardı. Döner kapıdan içeri girenler, görünmez bir iple çekiliyorlarmış gibi doğrudan akvaryumun olduğu tarafa doğru yönelirdi.
Akvaryum bir renk cümbüşü içindeydi. Zemini kaplayan çeşitli renklerde irili ufaklı çakıl taşları tepeden vuran ışıkların altında pırıltılı mücevherler gibi görünürdü. Taşların arasından dallarını yukarıya doğru uzatan salkım saçak su bitkileri, bodur çim ve yosunlar devri daim yapan suyun hareketiyle nazlı nazlı oynaşır, etraflarında hepsi birbirlerinden güzel onlarca balık yüzerdi.
İrili ufaklı pembe ve kırmızı renkli Japon balıkları, kuyrukları benekli yelpazeler gibi salınan mor renkli lepistesler, şeffaf bedenleri, ip gibi incecik iskeletleriyle narin kedi balıkları, rengarenk discuslar, nazlı prenses ve melekler, kabarık, tüy kuyruklu nazenin betalar bir tören havası içinde süzülürdü.
Balıkların her biri başka bir alemde gibiydi.
Bazıları, dünya yıkılsa umurlarında olmayacakmış gibi aheste aheste dolaşırdı. Bazıları çakılların arasına sıkışmış yem parçalarını tırtıklar, bazıları bir isyana hazırlanmış gibi tetikte beklerdi.
Daha hafta başı olmasına rağmen, akvaryumun önünde büyük bir kalabalık birikmişti.
Kucaklarında küçük çocuklarıyla anne babalar, okul kaçkını delikanlılar, telefonlarıyla çekime dalmış genç kızlar, elleri ceplerinde aylak aylak dolaşan işsizler hep birlikte akvaryumun önündeydi.
Balıklar hapishane avlusunda volta atan mahkumlar gibi akvaryumu bir uçtan diğer uca kadar kat edip, aniden geri dönüyorlardı.
Birkaç balık cama yaklaşıp önlerindeki birikmiş kalabalığa şaşkın şaşkın baktı. Onlar da bu deli bozuk canlı türü karşısında hayrete düşmüşlerdi. Akvaryuma atıldıkları güne ise lanet ediyorlardı. Dudaklarını büzüp suyu ağızlarında süzerken niyetleri apaçık okunuyordu yüzlerinden; bir gün buradan firar etmeyi akıllarına koymuşlardı.
Fakat, akvaryumun içinde salınan balıkların arasına biraz sonra katılacak öyle biri vardı ki, camın önünde toplanan kalabalığın asıl görmek istedikleri oydu.
Ancak dakikalar geçtiği halde, toplananların beklediği şey bir türlü ortaya çıkmıyordu. Sabrı tükenmek üzereydi herkesin.
Cama yapışmış bir oğlan çocuğu;
“Hadi çıksın artık!” diye sızlandı.
Tam o sırada, akvaryumun içinde bir hareketlenme oldu, balıklar sağa sola kaçıştı.
İri kuyruklu bir yaratık aniden akvaryumun içine doğru süzülüverdi.
Kalabalık donakaldı. Gözler fal taşı gibi açıldı. Yavaş yavaş şaşkınlıklarından kurtulup birbirlerine işaret ettiler.
“Bakın, bakın; orada!”
“İşte, işte!”
“Deniz kızı! Deniz kızı!”
Deniz kızı, rengarenk pullarla kaplı upuzun kuyruğunu zarafetle oynatarak akvaryumun ortasına kadar geldi.
Kalabalık susuverdi. Şimdi herkes gözlerini kırpmadan hayranlıkla deniz kızını izliyordu.
Deniz kızının upuzun, açık kumral saçları yüzünü ince bir tül gibi kaplamıştı. Omuzları ve kolları çıplaktı, vücudunun üst kısmı deniz yosunlarıyla sarılmıştı. Kafasını sağa sola oynatarak saçlarını dağıttı, sedef gibi parlayan bembeyaz yüzü, biçimli dudakları ortaya çıktı. Yarı kapalı gözlerini hafifçe aralayarak, kalabalığa doğru hüzünle baktı.
Camın önündeki oğlan, gözlerini deniz kızından ayıramıyordu.
“Anne, gerçek mi bu deniz kızı?”
Yanındaki kadın, bir şey diyemedi, tebessüm ederek çocuğun saçlarını okşadı.
Küçük bir kız çocuğu ağlamaya başladı. Küçük kızın babası;
“Ağlama kızım” dedi. “Oyun yapıyorlar.”
Oğlanın annesiyle babası bakıştılar.
“Amca ne dedi duydun mu?” dedi oğlanın annesi. “Oyun yapıyorlarmış.”
Küçük kız, yanaklarından akan yaşları sildi, hıçkırıklarla kesilerek;
“Na…Sıl… Ne-Fes A…Lıyor… Su…Su…Yun… İ…İ…İçin…De?” diye sordu.
“Nefesini tutuyor kızım.”
“Yaaa…Na…Sıl…Pe…Ki?”
“Bak göstereyim” dedi baba. Derin bir nefes aldı, yanaklarını şişirdi. Kıpkırmızı oldu. Nefesini bıraktı.
“İşte böyle. Anladın mı şimdi?”
“Hı hı.”
“Ben de tutabilirim nefesimi” dedi oğlan. Babasını taklit ederek şişirdi yanaklarını.
“Ben de tutabilirim ki!” diye bağırdı küçük kız. Ağlamayı kesip, pembeleşmiş yanaklarını şişirdi o da.
Deniz kızı, bedenini kıvrak bir ritme eşlik eder gibi kıvırarak ağır ağır dolaştı akvaryumun içinde. Arada bir yukarıya doğru tırmanıyor, birkaç saniye oyalandıktan sonra, tekrar akvaryumun aşağılarına doğru iniyordu.
Kalabalık kısa bir süre sonra hayretinden sıyrıldı. Deniz kızını çabucak kanıksamışlardı. Şikâyet edecek bir şeyler aradılar; bir sürü kusur buldular hemen. Deniz kızının kuyruğundaki pullar boyalı, kirpikleri rimelli, bedenine sarılmış yosunlar plastikti.
Delikanlılar sıkıldılar bakmaktan. Alaylı alaylı gülüştüler. Anne babalar ayakta durmaktan yoruldu, çocuklar acıktıklarını hatırladılar.
Kalabalık birer ikişer, cam kenarından ayrılıp yürüyen merdivenlere yöneldiler, üst kata çıkıp hamburger ve pizzacıların önündeki kuyruklara katıldılar.
Bir saat sonra akvaryumun önünde kimse kalmadı.
Bir kişi hariç.
O bir kişi yerinden kıpırdamadı.
Ama akvaryumun önünde değildi, kalabalığın arasına da karışmamıştı zaten.
Karşıdaki kafedeki bir köşeye çökmüş, yağa batmış zeytin gibi parlayan kara gözlerini hiç ayırmadan deniz kızını seyrediyordu.
İki yıldır, her gün, aynı saatte o kafede olur, köşedeki o masaya otururdu.
Diğer balık adamlar onu Kılıç diye çağırırlardı, keskindi gözleri, en derin, en soğuk sularda bile üşümezdi. Fırça telleri gibi sert saçları kısacık kesilmişti. Upuzundu, incecikti bedeni.
Yakışıklıca, hatta aklından geçenler sebebiyle, daha çok, güzeldi. Kimi zaman dalgalı, kimi zaman parçalı bulutlu, kimi zaman günlük güneşlik düşünceler kalbini doldururken yüzü renkten renge girerdi.
Deniz kızı başını kaldırdı, kafeye doğru baktı.
Kılıç birden vurgun yemiş gibi çarpıldı. Kalbi küt küt atmaya başladı.
Fakat deniz kızı kuyruğunu zarif bir şekilde kıvırarak arkasını döndü, bitkilerin arasında gözden kayboldu.
Kılıç yerinden kalkıp kafeden çıktı, alışveriş merkezinin merdivenlerinden indi. Yüzme havuzunun kenarından dolanıp limana doğru yöneldi.
Deniz kızı, akvaryumdan çıktı. Üstündekileri ve kuyruğunu soyundu. Duş aldı, giyindi. Muhasebeye uğrayıp maaşını çekti.
Kredi taksitini yatırmak üzere, şehir merkezindeki bankaya doğru yürümeye başladı.
İlk kez iki yıl önce, bir iş görüşmesi için ayak basmıştı bu otele.
Genel müdür bizzat katılmıştı iş görüşmesine.
* * *
Uçuk mavi kot ceketinin üzerine çapraz astığı bez çantası dizlerinin üzerinde, makyajsız yüzünde iki çiçek gibi açılmış gözleri duvardaki saatte, bekliyordu Semiramis. Gür at kuyruğu sırtına dökülüyordu.
Sekreter kapıyı açıp ona seslenince ayağa kalktı.
Elbisesinin tiril tiril uçuşan eteklerini topladı. Beyaz keten ayakkabılarının ucuna basarak yüksek tavanlı toplantı odasına girdi.
Sekreter, masanın karşısındaki bir koltuğu işaret etti.
Semiramis oturdu. Ellerini birbirine sarılı iki yumak yapıp dizlerinin üzerine koydu.
Takım elbiseli üç adam ona dikkatle bakıyorlardı. Ortada oturan adam-Genel Müdür olmalıydı- gülümsedi.
“Semiramis Hanım, serbest dalış şampiyonuymuşsunuz, öyle mi?”
Şaşırdı Semiramis, boş boş baktı bir an.
Adamın önünde duran dosyasını görünce hatırladı.
“Eski…Efendim…Eski serbest dalış şampiyonu.”
Semiramis, içinden bir sürü şey geçmesine rağmen başka bir şey demeden bekledi.
“Kendi isteğinizle mi bıraktınız dalmayı?”
Semiramis, bir an durdu. Gazetelerin yazdığı asılsız dedikodular birer birer geçti aklından. Dilinin ucuna kadar gelen bütün kelimeleri yuttu. Terleyen avuçlarını ovuşturdu. Gülümsemeye çalışarak kafasını salladı.
“Yüzme antrenörlüğü yapmak istiyorum artık. Tesisinizin eleman aradığını duyunca, baş vurmak istedim. Gerçi yüzme havuzu henüz faaliyete geçmemiş ama…”
Genel Müdür’ün dudakları alayla kıvrıldı.
“Yüzme havuzumuzun açılışını sezon başında yapacağız. Hazırlıklar devam ediyor. Titiz çalışıyoruz. Otelimize yakışır bir tören planlıyoruz. Alışveriş merkezindeki akvaryumu da açılışa yetiştireceğiz.”
Genel Müdür, açılışta yapacaklarını ballandıra ballandıra anlatmaya başladı. Bir yandan da odadakileri süzüyordu. Yanındakiler başlarını sallarken coştukça coştu, anlattıkça anlattı.
Semiramis, son beş dakikadır, kapıyı çarpıp çıktığını hayal ediyor ama yerinden kıpırdayamıyordu.
Semiramis’in bakışlarından taşan sabırsızlık gözünden kaçmamıştı Genel Müdürün. Gözlerini Semiramis’in yüzüne dikti. Aklına o an gelmiş gibi;
“Semiramis Hanım” dedi. “Nefesinizi suyun altında kaç dakika tutabiliyorsunuz?”
Semiramis, gülümsemeye çalıştı.
“Kondisyonuma bağlı. Uzun zamandır antrenman yapmadığım için şu an bilemiyorum.”
Genel Müdür; gözlerini kıstı.
“Akvaryum çok önemli bizim için. Bu nedenle size çok önemli bir görev vermek istiyoruz.”
Semiramis, sıkıntıyla iç geçirdi.
“Benden istediğiniz nedir?”
“Görkemli bir açılış istiyoruz. Ses getirecek, yerli ve yabancı medyada bizden söz ettirecek bir şey düşündük.”
Semiramis araya girecek oldu ama Genel Müdür, durdurdu onu.
“Açılışta dans edecek bir deniz kızı arıyoruz.”
“Deniz kızı mı?”
“Evet… Bildiğiniz deniz kızı.”
Semiramis gülmemek için, dudaklarını dişledi.
“Dans mı edecek? Nasıl olacak o?”
“Dans dediysem, akvaryumun içinde müzik eşliğinde yüzecek.”
“Kim yapacak peki bunu?”
Genel Müdür, gözlerini Semiramis’in gözlerine dikti.
“Bir serbest dalış şampiyonu olarak siz bu iş için biçilmiş kaftansınız Semiramis Hanım.”
Semiramis şaşkınlıktan bir süre konuşamadı.
Genel Müdür söz veriyordu; Semiramis, açılıştan sonra, tesiste yüzme antrenörü olarak çalışmaya başlayacaktı. Ancak öncelikli olarak, otelin ve tesisin tanıtımının iyi yapılması, halkın ilgisinin çekilmesi gerekiyordu. Her şey-buna antrenörlük de dahildi-Semiramis’in açılıştaki performansına bağlıydı. Ayrıca verecekleri ücreti yabana atmasa iyi olurdu.
Semiramis, toplantı odasından Genel Müdürün teklifini kabul etmiş olarak çıktı.
Açılıştaki dansı o kadar beğenildi ki, otel yönetimi, Semiramis’in deniz kızı olarak çalışmaya devam etmesine karar verdi, iş saatlerini arttırarak haftada beş güne çıkardı.
* * *
Semiramis, taksitini bankaya yatırdıktan sonra, kasabanın arka taraflarındaki evine doğru yürümeye başladı.
Kılıç, o sırada diğer balık adamlarla birlikte kıyıya demirlemiş teknede dalış hazırlıklarını tamamlıyordu.
Hava açık ve rüzgârsızdı. Güneş, denize doğru uzanan burnun arkasındaki sıradağlara doğru tırmanırken güvertedeki balık adamların çıplak sırtlarını cayır cayır yakıyordu hâlâ.
Teknenin alt kamarasındaki radyodan bir yaz şarkısı yayılıyordu etrafa.
Bir balık adam, oksijen tüplerini kontrol etti. Bir başkası askıdaki giysileri, kauçuk paletleri ve maskeleri saydı.
Kılıç, bir ucu tırtıklı keskin bıçakları temizledi, fenerlere yeni piller taktı.
Bütün hazırlıklar bitince, ekipteki beş balık adam oturup kıymalı makarna ve salatalarını yediler.
Deniz yavaşça solgunlaşıp ağardı, ufuk çizgisi silindi, gökyüzü denizle kavuştu. Güneş, dağların arkasına çekildi, kıyı fark ettirmeden çöken karanlığa teslim oldu.
Bu gece ay küsmüş; görünmüyordu.
Kılıç’ın ağzını bıçak açmıyordu. Diğer balık adamların sohbetine katılmıyor, yalnızca denizin hışırtısını dinliyordu. Karanlık suların kıpırtısında deniz kızının saçlarını görüyordu. İçinde bir sevinç kaynıyor, yüreği kabarıyordu. Bir an önce dalmak, denize karışmak istiyordu.
Sonunda vakit geldi.
Balık adamlar, birer ikişer topladılar malzemelerini.
Hep birlikte giyindiler. Maskelerini taktılar, oksijen tüplerini sırtladılar.
Tekne suları yararak açılmaya başladı.
Başka bir tekne, açıklardan kıyıya doğru yaklaşıyordu. Güvertede duran biri onlara fener salladı.
“Ağ var! Ağ var! İleride!”
“Ne diyor?”
“Bindirmecileri diyor. Kıyıya ağ atmışlar.”
Fenerini kaldırdı Kılıç.
“Eyvallah!”
Tekneleri dalış yapacakları bölgeye gelince durdu.
Etrafta çık çıkmıyordu.
Uykuya dalmış deniz hışırdamıyordu.
Balık adamlar, pusula ile derece alıp bulundukları yeri kaydettiler. Teknenin kenarına çıkıp sırayla suya atladılar. Fenerlerini yakıp suya daldılar.
Beş ışık huzmesi karanlık suyun içine derinlere doğru süzüldü.
Balık adamların maskelerinden kaçan hava kabarcıkları mutlu gurultularla yukarı doğru yükseliyordu.
İçlerinden biri su altı kamerasıyla çekime başlamıştı.
Suyun içinde fenerlerin ışıkları dışında hiçbir şey görülmüyordu. Fenerler de sadece birkaç metrelik bir alanı aydınlatabiliyor, balık adamlar iyice göremedikleri bir dünyanın içinde yol alıyorlardı.
Öndekiler fenerleriyle yol gösterdiler.
Kılıç balık adamları takip etti.
Hep birlikte aşağı doğru indiler.
Dibe doğru yaklaştıkça, gece avlanmaya çıkmış canlılar birer birer ortaya çıkıyordu.
Paraşüt gibi açılmış bir deniz anası fener ışığının önünden salına salına geçti.
Bir ahtapot, fener ışığı altında bir an duraladı, sonra kollarını savurarak uzaklaştı.
Türünün son örneği, beneklerle kaplı bir taraklı, kabuğunu sürükle sürükleye kaçtı.
Kılıç’ın kulaklarında birtakım sesler uğuldamaya başladı.
Dinledi.
Birileri; “Ağ var! Ağ var!” diyordu.
“Hayırdır inşallah” diye düşündü.
Dibe varmışlardı.
Işıklar etrafı taradı. Pas tutmuş ve demirlerine yosunlar dolanmış bir market arabası dipte yan yatıp kuma saplanmıştı.
Market arabasını kerteriz aldılar, yerini ve derinliği kaydettiler.
Video kaydı devam ediyordu.
Kılıç fener ışığıyla etrafı taradı.
Başı iyice hoşlaşmıştı.
Upuzun bir şey dalgalandı önünde. Deniz kızının saçları sandı bir an. Kalbi duracak gibi oldu. Fenerini tutup baktı. Köklerinden kopmuş bir yosunu, usul usul salınıyordu.
“Girdi bir kere düşünceme; kurtuluşum yok” diye geçirdi içinden.
Önlerinde bir balık sürüsü yıldızlar gibi ağarak gidiyordu. Çipuralar, sinarit ve karavidalar, bir karnavaldalarmış gibi salına salına geçtiler.
Aniden bir uskumru gördüler.
Hep birlikte uskumrunun arkasına takıldılar.
Kılıç da içlerindeydi.
Bir an durup etrafındaki balıklara baktı.
O kadar güzellerdi ki, insan çıldırabilirdi ışıltılarından. Pulları fener ışıklarının altında pırıl pırıl parlıyordu.
Denizin altı büyülü bir gezegendi sanki.
Kılıç bütün bu canlıların görünüşleri, hareketleri ve renkleriyle büyülenmiş, kendini unutmuştu yine. Kulakları hâlâ “Ağ var, ağ var!” diye çınlıyordu.
Fenerin ışığını kumların üzerinde gezdirdi.
Bir yengeç su yosunlarının altında durmuş bekliyordu, kıskaçlarına plastik bir torba dolandığı için hareket edemiyordu.
Kılıç plastik torbayı çıkardı. Yengeç kıskaçlarını açarak uzaklaştı.
Feneriyle etrafı taradı Kılıç. Diğer balık adamlarının fenerlerini göremedi. Ağır ağır yüzdü.
Fenerinin ışığını önüne doğru tuttu. İleride bir ağ vardı. Eli ayağına dolandı birden. Ne yapacağını bilemedi.
Etrafında döndü birkaç kez. Geriye doğru yüzüp feneri dolaştırdı. Hiçbir ışık göremedi.
Soluna döndü, birkaç metre sonra ağı gördü, sağına döndü, ağla karşılaştı yine.
İçi sıkıştı.
Kafası boşalmıştı, hiçbir şey düşünemiyordu. Elindeki feneri sallayarak ağın içinde dolandı.
Yüzlerce balık kaynıyordu her tarafında. Yengeçler, sardalyalar, çipuralar, kuyruklarını ona çarpa çarpa dönüyorlardı.
Etrafına bakınıp bir ışık huzmesi aradı.
Fenerini salladı.
Bekledi.
Elleri uyuşmuştu, parmaklarını hissetmiyordu artık. Fener elinden kaydı, ağdan kurtularak ağır ağır düştü, tepe taklak kumlara saplandı.
Her taraf zehir gibi karardı.
Bir eliyle belini yokladı.
Yedek feneri yerinde yoktu.
Aklı yerinden oynadı.
Yukarılardan bir ses geldi.
Dinledi.
Ağı çekiyorlardı.
Dibe doğru kayarken, yüzlerce kuyruk vücudunu dövüyordu.
“Sudan çıkınca bağırırım” dedi kendine. “Beni görürler.”
Aklına bıçağı geldi. Belinden çekti, ağa geçirdi ucunu.
Tam ağı keseceği sırada, suyu yararak gelen zıpkının ucu omuz başından girerek sırtına saplandı.
Gevşeyen parmaklarından kurtulan bıçak, ağın içinde yitip gitti.
Karanlığın içinde çığlıklar yükseldi aniden. Ağlamalar, feryatlar, bağırışlar geliyordu her bir tarafından. Ana babalar, çocuklarıyla kucaklaşıyor, arkadaşlar helalleşiyor, hepsi, bir ağız olmuş, imdat isteyerek ağlaşıyorlardı.
Kalbi duracak gibi oldu bir an. Kollarını iki yana açarak, delirmiş gibi salladı bütün vücudunu.
Ağın içindeki balıklarla birlikte çırpındı.
Hep beraber, yakamoz içinde bıraktılar suları.
Kılıç, dudaklarını küskün bir çocuk gibi büzdü.
Gözlerini yumdu, dalyanları birbirine katan orkinosları düşündü.
Onun harcı değildi ama öylesi işler.
Takanın başındaki makara tıkır tıkır dönüyordu.
Makaranın başındaki genç balıkçı, aşağı doğru baktı.
“Ağ çekmek çocuk oyuncağı!” diye geçirdi içinden.
Makara ağırlaştı, ipler gıcırdayarak gerildi.
Genç balıkçı diğerlerini yardıma çağırdı. Hep birlikte ağın iplerine asıldılar.
“Amma da ağırmış şu camgöz!” dedi içlerinden biri.
Gülüştüler.
Yüklü ağ tekneye boşalırken, Kılıç’ın ölüsü, balıklarla birlikte güvertenin üzerinde kaydı. Bir balık kasasına çarpıp durdu.
Balıkçılar, çırpınan balıkların arasında Kılıç’ı görünce donakaldılar.
Sahil güvenliğe haber verdiler hemen.
“Pulları, yakamozları görünce camgöz ya da kılıçtır sandık” dediler. “Bizim bir suçumuz yok, avlanma alanına kendisi girmiş.”
Cesedi bir torbaya koydular, mor kuşaklı bir takaya atıp götürdüler.
Kasalara doldurdukları balıkları da kıyıdaki lokantalara sattılar.
Deniz kızının içinde garip bir sıkıntı vardı. Akvaryumda keyifli keyifli salınmıyordu o gün.
Akvaryumun karşısındaki kafeye doğru daha sık bakar olmuştu.
Arada sırada yüzü ışıyacak oluyor; ama gözleri her bakışında daha da küçülüyordu.
Karşıdaki kafenin önündeki masa, iki yıldır ilk kez o gün boştu.
Deniz kızı, akvaryumdaki saatini tamamladı. Üstünü değiştirip kendini otelden dışarı attı.
Şehre kadar yürümek istiyordu.
Telefonu çaldı. Şermin arıyordu.
“Kız kıza takılacağız, sen de gelsene” diyordu.
“Hiç havamda değilim, keyfinizi kaçırmayayım, bu gece bensiz gidin.”
“Gel, kafan dağılmış olur. Hem rakı balık yapacağız.”
Israr üstüne ısrar ediyordu Şermin, kurtulamayacaktı.
“Geliyorum” dedi. Telefonu kapattı.
“Hem belli mi olur, belki oralarda rastlaşırız” diye geçirdi içinden.
Ayaklarına deli bir güç geldi. Eve doğru hızlı hızlı yürüdü.
Sahildeki salaş lokantadan içeri girdiğinde bütün masalar dolmuştu bile. Gitar çalan çocuk ve solist sevgilisi, sahnedeki yerlerini almış, şarkılarına başlamışlardı.
Garsonlar, ellerinde dolu tepsilerle, oradan oraya koşturuyorlardı.
Deniz kenarındaki masalardan birine oturmuştu Şermin ve arkadaşları. Semiramis’e el salladılar.
“Selam kızlar!”
Cam kenarındaki boş sandalyeye oturdu Semiramis.
“Nerede kaldın canım ya?” dedi Şermin.
“Kusura bakmayın. Biraz yürüyüp bacaklarımı açayım dedim.”
“Biz kurt gibi acıktık valla. Bir şey yemedik, seni bekledik” dedi Necla.
Garsona işaret etti Şermin.
Mezeleri söylediler. Garson kılıç şiş tavsiye etti. Daha bu sabah tutulmuş; lezzeti inanılmazmış. Şermin, “Sen bize bir de yetmişlik getir” deyip garsonu gönderdi.
Semiramis, kızlara belli etmeden lokantada kimler var diye bakındı.
Kılıç lokantada da değildi.
Dışarıya, ışıklarla şıkır şıkır aydınlatılmış sahile, limanda demirlemiş teknelere doğru baktı.
Denizin üstünde incecik bir ay doğmuştu.
Garson, mezelerle masayı donattı. Rakıyı bardaklara pay etti. İsteyenlere buz servisi yaptı. Kılıç şişin de biraz sonra geleceğini söyledi, başka bir arzuları var mı diye sordu. Afiyet olsun dedikten sonra uzaklaştı.
Gece ilerledi, lokantadakiler yavaş yavaş demini aldı, sohbetler koyulaştı, diller peltekleşti.
Gitarcı çocuk ve sevgilisi hüzünlü şarkılar söylediler arka arkaya.
Garson yamağı Semiramis ve arkadaşlarının masasına elindeki dolu tepsiyle yanaştı.
Garson, garnitürle süslenmiş kılıç şiş tabaklarını tepsiden alıp, servis yapmaya başladı.
“Gecikti, kusura bakmayın!” dedi. “Mutfak yoğun biraz. Cenaze vardı bugün. İbrahim şefim oraya gitti. Diğer şef tek kaldı.”
“Ne cenazesi? Kim vefat etti?” dedi Şermin.
“Hiç sorma abla! Bizim Hasan yok mu?”
“Hangi Hasan?”
“Bizim dalgıç yok mu; Hasan. Kılıç dersem bilirsin.”
“Ay bildim, bildim! Kılıç mı vefat etti? İnanamıyorum!”
Garson, elindeki buz kovasına indirdi bakışlarını, yutkundu.
“Dün gece dalışa gitmişler. Su altı çekimi diye.”
“Eeee?”
“Balıkçıların ağlarına çok yaklaşmış. Kazara yemiş zıpkını.”
“Yapma!”
“Bizim İbrahim şefin kardeşiydi.”
“Öyle miiiii! Tüüüüh!”
Arkadaki bir masadan seslendiler, garson kızlara afiyet olsun deyip seslenenlerin yanına gitti.
“Vay be!” dedi Şermin. “Kılıç öldü ha!”
“Kim bu Kılıç?” diye sordu Semiramis.
Şermin, Kılıç’ı tarif etti.
“Görmüşsündür mutlaka” dedi. “Bir iki kere senin akvaryumun karşısındaki kafede de denk gelmiştik.”
İçi sıkıştı Semiramis’in.
“Yalnız bu Kılıç’ın eti çok lezzetliymiş gerçekten” dedi Şermin.
Ürperdi Semiramis.
Kadehine uzandı Necla.
Kızlar hep beraber kadehlerini kaldırdılar.
“Kılıç’ın şerefine!”
Semiramis, tabağındaki kılıç şişe baktı.
“Kılıç mıymış adı?” diye düşündü.
Sırtından ter boşandı. Bedeni buz gibi oldu.
“Ben biraz dışarı çıkayım” dedi. “Burası bastı bana.”
Yerinden kalkıp dışarı çıktı. Sarsak adımlarla iskeleye doğru yürüdü.
Yüzüne çarptı serinlik.
Taşın üzerine oturup bacaklarını sarkıttı.
Ay, suyun üstüne düşüp incecik kırılmıştı.
Denize doğru eğildi. İçi sökülüyormuş gibi öğürdü.
Kustu.
- Memed’in Hayalde Gördüğü - 1 Ekim 2020
- İki Buçuk Lira - 1 Ağustos 2020
- Dungana’nın Kargışı - 1 Mayıs 2020
- Birinci Gün - 1 Nisan 2020
- Exlibrisin Gizlediği - 1 Mart 2020
Merhaba. Kaleminize saÄlık. Yine çok güzel bir öyküydü. Sizinle poetikamızın çok uyuÅtuÄunu düÅünüyorum. Sizi okumaktan büyük keyif alıyorum.
Güzel bir nazire örneÄi, aÅina olmadıÄım bir tarz. Åiirle birlikte öykü de daha büyük bir anlam kazandı. BaÅlarda biraz sıradan gelse de sonradan çok güzel açıldı.
Ufak bir öneri
Nedense bu cümle kafama takıldı. Birkaç tane daha buna benzer cümle gördüm. Biraz baÅtan savma geldi. Belki birkaç kez daha üzerinden geçilebilir.
Merhaba,
Yorumunuz ve katkınız (öneriniz) için çok teşekkür ederim.
Yalnız olmadığımızı fark etmek çok kıymetli. Birlikte zenginleşiyoruz. Ne güzel.
Tespitinizde çok haklısınız. Ben de yazdıklarımı tekrar okuduğumda düzeltilecek o kadar çok şey buluyorum ki.
Doğru; bu öykünün üzerinden de birkaç kez daha geçmek gerekir.
Sırtında bir zıpkın yarasıyla mor kuşaklı bir takaya atılıp götürülen, satılıp eti yenilirken yanında rakı içilen kılıç balığının öyküsü beni her okuduğumda derinden etkilemiştir.
Öykü Seçkisinin nisan sayısının konusu, Deniz Kızı olunca, aklıma, şiirdeki;
“Deniz kızı girmiş düşünceme, ben iflah olmam” dizeleri geldi.
“Kılıç balığı iflah olmadı ama deniz kızı oldu mu ki ?” diye düşünürken, öykü belirmeye başladı.
Türler arası nazire örneklerine ben de rastlamadım.
Bir süre önce bir şair arkadaşımla, cover şarkılar üzerine konuşuyorduk. Şiirdeki nazire örneklerinden de söz ettik. Laf lafı açtı.
“Şiirde cover olur mu?” diye sordum.
“Edebiyatta her şey olur” dedi.
Biraz da ondan cesaret aldım sanırım.
Nazire yapmak sözlükte; “bir davranışa, bir söze benzeriyle karşılık vermek” olarak tanımlanıyor.
Halim Şefik Güzelson, şiirine; “Bu bir kılıç balığının öyküsü” diye başlıyor.
Ben de şiire, (benzer) bir öyküyle karşılık vermeyi denemek istedim.
Kısaca öykü böyle oluştu.
Görüşmek üzere,
Sevgiler.
Merhaba. Öykünüzü çok beğendim. Bataklık konulu öykünüzü okuduğumda isminiz çok tanıdık gelmişti. Sonra biraz araştırdıktan sonra buldum. Severek takip ettiğim bir dergide öykünüzü okumuşum meğer. Kendinize özgü üslubunuz çok güzel. Bundan sonra öykü seçkisinde gözüm ilk sizin adınızı arayacak. Ellerinize sağlık.
Çok güzel ve akıcı bir öykü olmuş. Elinize, emeğinize sağlık. Galiba bu seçkide okuduğum en iyilerden biri. Başarınızın devamını dilerim.
Sevgiler
Masal gibi aynı zamanda şekil olarak da farklı bir öyküydü. Kötü bitiyordu. Zaten kötü biteceği de başında belirtiliyordu.
Tasvirler ve detaylar çok başarılıydı.
Sürreal öğeler ve sembolizm de güçlüydü.
Elinize sağlık.