Yaşlı kadın, kırklarındaki adamın istediği fincanı satmakta tereddüt eder gibiydi. Adam, kadının tezgâhta duran bir şeyi satmaktan neden sakındığını anlayamadı, fiyatı düşük bulduğunu düşünerek, şimdiye kadar yapmadığı bir şeyi yaptı ve ilk kez fiyatı arttırdı. Yaşlı kadın kurumuş dudaklarının ucuyla gülümsedi. “O değil. Sadece dikkatli olacağınıza söz verin. Bu daha öncekilerden tamamen farklı” dedi. Adam ne demek istediğini sordu. Kadın omuz silkerek “dikkatli olun yeter” diye mırıldandı. Neye dikkat edeceğini anlamasa dayaşlı kadının bunadığına hükmedip fincanı aldı. Adam, annesinin öldüğü ve hemen iki gün ardından işten ayrıldığından beri neredeyse haftanın yedi günü öğleden sonralarını kahve fincanı arayarak geçirirdi. Nasıl bir şey arıyorsun diye soran olsa biçimini, rengini tanımlayamazdı ancak hissettiklerini anlatabilirdi. Fincan onu heyecanlandırmalı, cezbetmeli, kalp atışını hızlandırmalıydı. Aşktan söz ettiği bile düşünülebilirdi. Sadece ufak farkla; parası için sıkı pazarlık yapardı. Gözü kara koleksiyoncular gibi her şeye değer demez, istediği fiyata gelinceye kadar uğraşırdı. Bu fincan dışında… Nedense onu almak için, pazarlık yapmak bir yana daha fazlasını vermeyi bile teklif etmişti. Yaşlı kadının ağır hareketlerine, fincanı sararken yanındakiyle ilgisiz konularda konuşmasına içten içe sinirlendi ama sabırla bekledi. Pazar günleri tek adresi bu bitpazarıydı. En yürek hoplatan fincanları da genellikle bu tezgâhta bulurdu. Bazen satıcı kadını sevimli bulur, bir iki laflar, bazen de dayanamazdı. Kadının eski dergilere sararak paketlediği fincanı alınca tüm sıkıntısı eriyip gitti.
Adam, yaşlı kadından aldığı fincanı diğerlerinin yanına koyarken içinde tabana yakın bir yerinde siyahlığın çıkmamış olduğunu fark etti. Bembeyaz gökyüzünde kara, küçük bir bulut gibi görünüyordu. Fincanı nazikçe yıkadı, bulut yok olmadı, eliyle üzerinden bastırdı yine silemedi. Sonunda bu şekliyle kabul edip koleksiyonuna ekledi.
Kırklarındaki adam annesi öldüğü gün karar vermişti fincan toplamaya. Annesi son gününe kadar her sabah on birde Türk kahvesi içerdi. Aynı saatte, aynı fincanla, aynı koltukta, aynı yüz ifadesiyle. Kahve içerken hiç konuşmaz, sadece pencereden dışarı bakardı. Adam başlarda; annesiyle kahve içecek yaşa geldiğinde, onunla konuşup sohbet etmek istemiş, annesi bundan huzursuz olduğunu hissettirmişti. Sadece sessizce yanında oturup onu seyretmesine izin vermişti. Gösterişli bir kadındı annesi. Makyajsız hiç görmemişti onu. Hiç arkadaşı, ziyaretçisi olmamasına rağmen neden böyle olduğunu bilemez, merak eder ama soramazdı da. Kendisinin de arkadaşı yoktu. İçine kapalı, konuşmayı sevmeyen biriydi. Evlerine bir tek Aliye Hanım gelirdi temizliğe. O da evdekilerle konuşmadan, gürültü çıkarmadan, neredeyse parmak ucunda yürüyerek usulca işini bitirirdi. Babasını hiç hatırlamıyordu. Küçük yaşta onları terk ettiğini biliyordu yalnız. Sadece bir kez, o da küçükken; baban gitti, artık gelmeyecek gibi bir iki cümle edildiğini ve bir daha da konunun hiç açılmadığını hatırlıyordu. Annesi her sabah kahve içtiği koltuğunda yaşadığı sessizlikte ölmüştü. Adam, işten eve geldiğinde kadının buz gibi bedenini seyretmişti sabaha kadar. Elindeki fincanı yavaşça alıp yıkamış, büfeye koymuştu.
Annesinin fincanı koleksiyonunun ilk parçasıydı. Her fincanın bir hikâyesi vardı onun için. Geçen hafta aldığı fincan mesela Münevver Hanımındı. Münevver Hanım, konak yangınından kurtulmuş, birkaç eşyasıyla akrabalarına sığınmış, orta yaşın üzerinde zarif bir İstanbul hanımefendisiydi. Belirli bir süre akrabalarının yanında sığıntı yaşamış, sonunda da düşkünler yurdunda hayatı noktalanmıştı. O kıymetli fincanı da bir eskicinin elinden kırklarındaki adama kadar gelmişti. Onun yanındaki fincan da yakışıklı fabrikatör Servet Bey’indi. Güzel bir kadınla evlenmiş, kadın başkasına âşık olup kaçınca Servet Bey yaşamdan elini ayağını çekip berduş hayatı yaşamıştı. Eşyaları birer birer satılmış, fincanı da bitpazarında yeni sahibini bulmuştu.
Adam yeni aldığı fincanla saat on birde Türk kahvesini içmek için pencere önündeki koltuğa oturdu. Hangi fincanı eline alsa aklına hemen isim ve onun hikâyesi gelirdi ama bu fincanda bir gariplik vardı. Onun sahibini bir türlü şekillendiremiyordu. Annesinin saçlarından yaptırdığı peruğunu çıkarttı. Makyaj masasında makyajını sildi. Fincanı özenle yıkayıp yerine koydu. Küçük kara bulut gitmemişti.
Bir hafta boyunca o fincana bakmamaya çalışarak diğerleriyle oyalandı. Büfenin içi tamamen fincan doluydu. Kütüphanesindeki tüm kitapları boşaltıp oraya da fincanlarını koymuştu. En son saydığında üç yüz iki taneydiler ama artık saymaktan vaz geçmişti. O hafta Ali İhsan Bey, Mukaddes Hanım, Refik Bey misafiri olmuştu kırklarındaki adamın.
Pazar günü tekrar aynı bitpazarına gitti. Yaşlı kadın dalgın oturuyordu tezgâhın arkasında. Adamı görünce kısacık bir süre tanımıyormuş gibi baktı, sonra ince dudaklarına bir gülümseme yayıldı.
“Bugün sizin için iki fincan daha getirdim.”
“Teşekkür ederim ama şu anda onlarla ilgilenmek istemiyorum. Geçen hafta söylediğiniz şey takıldı aklıma. Dikkat edin demiştiniz.”
“Dikkat edin mi dedim? Hiç hatırlamıyorum böyle dediğimi? Neden ki?”
“Ben de bunu öğrenmeye geldim. Hay Allah, demek ne söylediğinizi unuttunuz. Peki o halde, dışı rengârenk laleli son aldığım fincanı hatırlıyor musunuz? Onu nasıl bulduğunuzu anlatabilir misiniz?”
“Laleli. Hah! Şimdi hatırladım. Boynu bükük laleler değil mi? Tamam. Bu fincanın bana gelişi biraz enteresan. Her şeyi unuturum ama bu yavrucakların bana gelişlerini hiç unutmam. Oturun şöyle. Tamam, öyle karşımda alıcı gibi dikilince… Kendi kendime gülüyorum siz bana bakmayın. Ne diyordum ki ben, şimdi uçtu aklımdan.”
“Laleli fincanı diyordunuz, gelişi enteresan dediniz.” Bu bunak kadından ne medet umdum ki ben diye geçirdi içinden. Saçmalayacaktı nasıl olsa.
“Laleli fincan, evet… Bunu aldığım yer bir köşktü. Eski köşklerden, nerdeyse yıkılmak üzere. Sahibi elinde bu fincanla ölmüş. Fincan koleksiyonu yapan bir adammış. Bu fincanı aldıktan bir süre sonra diğer tüm fincanlarını tek tek kırmış. Sadece bu kalmış elinde. Adamın intihar ettiğini söylediler bana. Her şeyini satılığa çıkarmışlar. Benim gibi on beş alıcı toplanmıştık eve. Elimize ne geçerse aldık. Mirasçıları neredeyse evin tahtalarını bile sökmemizi isteyeceklerdi. Onun için size dikkat edin dedim. O fincanda bir tuhaflık var. Mesela tezgâha koyduğumda da yanındakiler sanki kaçıyordu ondan. İster inanın, ister inanmayın. Bir süre sonra etrafına bir şey koymaz oldum. Öylece tek başına bıraktım onu. Ta ki siz alıncaya kadar…”
“Ben böyle saçmalıklara inanmam. Bana satmak için gönüllü değildiniz, o zaman bir kurtuluş olmaz mıydı sizin için?”
“Siz benim iyi müşterimsiniz. Sizin de öyle ölmenizi istememiş olabilirim sanırım.”
Saçma dedi kırklarındaki adam. Bir haftadır evindeydi fincan. Sadece gece uykusuzlukları başlamış, rüyaları kâbusa dönmüştü. Nedeni bu fincan olamazdı. Kendi kendine gülümsedi. Fincanın sahibiyle artık tanışmıştı. Adı Raif Bey dedi içinden. Beyaz saçlı, kısa boylu, göbekli, Raif Bey. Buyurun, yarın sizi kahveye bekliyorum.
Sabah yine kan ter içinde uyandı. Tüm gece rüyasında dev bir fincan onu kovalamış, sokaklarda deli gibi koşmuştu. Her gün yaptığı gibi fincanlarına göz gezdirdi. Laleli fincanın yanındaki iki fincanın kulpu kırılmış, yan yatmıştı. Kaç kere dikkat et dedim sana Aliye Hanım, bak görüyor musun yaptığını, en sonunda bunun olacağı belliydi, artık yaşlandın işine son vereceğim dedi yüksek sesle kendi kendine. Evin içinde bu tonda konuşmayı seviyordu. Kafasını kızgınlıkla salladı. Kulplarını yapıştırmak için iki fincanı çıkarttı, laleli fincanı düzeltirken elini hızla çekti. Fincan fırından çıkmış gibi sıcaktı. İçindeki bulut daha da büyümüş gibi geldi adama. Delirmiyorum merak etme diye bağırdı. Kulpları kırık fincanları tamir etti. Tekrar aynı yerlerine koydu. Laleli fincana çekinerek dokundu. Her şey normal görünüyordu. Onu alıp mutfağa götürdü, özenle tezgâha bıraktı. Saat on bire yaklaşmıştı. Annesinin mavi yatak odasına geçti. Tuvalet masasına oturup aynada bir süre kendine baktı. Sonra yavaş hareketlerle gözlerine kalem çekti. Takma kirpiklerini taktı. Dudaklarına kırmızı ruj sürdü. Peruğunu taktı. Kokusunu sıkıp annesinin çiçekli sabahlığını giydi. Artık Kâmuran Hanımdı o.
Saat on birde Türk kahvesini Raif Beyin fincanıyla içiyordu. Gözlerini bir noktaya odaklamış pencereden dışarı bakıyordu.
“Ne kadar güzelsiniz Kâmuran Hanım.”
Kâmuran Hanım hafifçe gülümsedi. Gözlerini yanındaki koltukta oturan Raif Beye çevirdi.
“Teşekkür ederim. Ziyaretime gelmenize sevindim. Bilseniz ne kadar yalnızım bu koca şehirde Raif Bey. Sizler de olmasanız…”
”Öyle demeyin Kâmuran Hanım, ben ya da diğerleri ne zaman isterseniz emrinize amadeyiz.”
“Ne güzel sizin gibi dostlarımın olması… Bir kahve içimi de olsa değil mi efendim?”
“Kısa da olsa sizi görmek, sesini duymak… Ah! Elinizdeki fincan… ”
“Neniz var kuzum?”
“Boynu bükük laleli fincan… En çok sevdiğim. Elimden düşürmediğim, hatta ölürken bile…”
“Öyle söylemeyin Raif Bey. Ölüm bizlere yakışmayan bir kelime…”
“Kahvemi hep kızım getirirdi Kâmuran Hanım. Severdim onun elinden içmeyi. Bir gün ne olduysa mutfağa gittim o kahve yaparken. Kahveme fare zehri karıştırıyordu. Ne yapacağımı bilemedim Kâmuran Hanım, sessizce salona koltuğuma geçtim. Bekledim. Kim bilir ne zamandır yapıyordu bunu. Kahveyi getirdi, bir kez daha köşkü satmamı istedi. İşte o an her şeyi anladım. Bu köşk için baba katili olacaktı. Satsam karıma verdiğim sözü çiğnemiş olacaktım. Yaşamak birden anlamını yitirdi. Tutunacak bir şeyim kalmamıştı.”
“Ne tuhaf Raif Bey, demek kaderimiz ortakmış. Benim oğlum da beni zehirliyor. İşinden, bu evden, benden nefret ettiğini yazmış defterine. Bankadaki paramı da öğrenmiş. Zaten yakında hepsi onun olacak. Boş verin. Biz kahvemizi içelim. Mukaddes Hanım, Refik Bey geldi dün. Çok kalabalıktı burası. Görmeliydiniz…”
- İtiraf Odası - 1 Aralık 2022
- Düşsüz Adam - 1 Temmuz 2021
- Gergedan Sami, Zargana Hamdi ve Ben - 1 Şubat 2021
- Gölgesiz Kadınlar - 1 Kasım 2020
- Çekmeceler - 1 Temmuz 2020
Merhaba;
Öyküyü sitede yer aldığı akşam okudum. Yorum yazmak için demlenmesini bekledim. Ve diyorum ki; daha azını zaten beklemiyordum ki!
Çok güzel, naif, dramatik, keyifli… Hani bir yelpaze ve dilimlerinde her renkten var, öyle bir şey. Öykünün içine hemen girdim, çevremden soyutlandım sanki ben de karakterle birlikte kahve fincanı baktım eskiciden. Öyküyü okurken -muhakkak izlemişsinizdir- çok sevdiğim, filmlerini defalarca izlediğim Hitchcock’un ‘Sapık’ filmi geldi gözlerimin önüne. Öyküyü okumayanlara spoiler vermeyeyim ama benzettiğim hususu anlamışsınızdır tahminimce. Şok etkisi güzeldi yani 🙂
Öykünün iskeleti, geçişler, dil, anlatım ve insanın içini ısıtan başlık, ne diyeyim bu ayki seçkinin kusur bulamadığım -çok beğendiğim için aramadığım da- iki öyküsünden biri.
Kaleminize, yüreğinize sağlık 🙂
En sevdiğim yazarlardan biri olarak sizden gelen bu güzel yorum için çok teşekkür ederim. Gelecek seçkilerde buluşabilmek dileğiyle…
Kusursuzdu ve her şeyiyle eksiksizdi. Eline yüreğinize sağlık.
Çok teşekkür ederim. Beğenmenize sevindim.
Merhabalar.
Öykünüz bana, sevmenin-sevilmenin eksikliğinin ne denli acı bir şekilde dönüp insanı vurabileceğini düşündürdü. Sanki kaçıp giden baba, anneyi yıkıp perişan etmiş; bu travmayı atlatamayan anne çocuğunu görmezden gelmiş, sevgiye olan ihtiyacını karşılayamayan çocuk da bu günaha girmiş gibi. Acı ama, hayatta örneği-benzeri çoktur diye düşünüyorum.
Hikâyeyi kahve fincanı gibi naif bir obje üzerinden anlatmanız da hoşuma gitti. Biraz çocukluğuma döndüm. O kahve içilen koltuğun olduğu oda bana çocukluğumun misafir salonlarını hatırlattı zira. Hani misafir olmadığı zamanlarda, bir ikindi vaktinde kapısını açıp girseniz, sanki zaman burada yavaş akıyormuş hissi oluşur ya… Duvar saatinin tik-takları net bir şekilde işitilir. Bazen loş olur bazen aydınlık ama hep terk edilmiş gibidir. O vitrinlerde dizili türlü tabak, çanak, cam, porselen bardak, fincan, kadeh.. hep yapayalnız bırakılmışlardır ya… Onlara acıdığımı hatırladım şimdi. Neyse işte, ben atmosferi hissettim, ölüm sahnelerini bu salona oturttum kısacası.
Son olarak, gözden kaçtığını düşündüğüm bir kısmı paylaşayım:
“Adam, annesinin öldüğü ve hemen iki gün ardından işten ayrıldığından beri neredeyse haftanın yedi günü öğleden sonralarını kahve fincanı arayarak geçirirdi.”
Belki yerine “..annesinin ölümünden iki gün sonra işten ayrıldığından beri..” ifadesi kullanılabilir. İki gün sonra ibaresi hemen anlamını da içerir diye düşündüm.
Elinize sağlık..
Merhaba;
Çok teşekkür ederim. Siz de ne güzel tanımlamışsınız, hatta bir öykü olarak devam etseniz yazdığınız paragraftan.
Cümleyle ilgili düzeltme için ayrıca teşekkürler. Evet, sizin yazdığınız şekliyle daha iyi geliyor kulağa.
Merhaba, yine güzel ve kusursuz öykü okudum. Teşekkür ederim böyle güzel bir çalışmayı bizlerle paylaştığınız için. Kahve fincanlarının ayrı bir geçmişi olması güzel olmuş. Ellerinize sağlık. Gelecek seçkilerde görüşmek dileğiyle…
Merhaba;
Beğenmenize sevindim. Gelecek ayın konusu biraz zorlayacak gibi bakalım ne olacak? Güzel yorumlarınız için de ayrıca teşekkürler
Merhabalar,
Hüzünlü, belki sonu da iyi bitmeyen bir öykü ama içinde bir sıcaklık buldum ben. Örneğin kahvenin içildiği salonu pek betimlememenize rağmen birden bire her ayrıntısıyla aklımda canlanı verdi (Tevfik Bey’in yorumundaki gibi neredeyse), artık kahve eşittir huzur, dinginlik, sıcaklık, muhabet diye düşündüğümden mi bilemiyorum 🙂
Tek takıldığım nokta, koleksiyoncumuz her fincanın hikayesini ilk alışta öğrenirken, bu fincanınkini aldığında neden öğrenmek için ısrar etmediği oldu (belki baştaki diyalog biraz uzatılabilir, ısrar edilebilirdi gibi geldi); ancak böyle de gayet de güzel. Kaleminize sağlık.
Başka öykülerde görüşmek üzere,
Merhaba;
Öncelikle yorumunuz için teşekkür ederim. Takıldığınız noktayı şöyle açıklayabilirim belki, karakterimiz aslında her fincana kendisi bir anlam, bir geçmiş yüklüyor..(.. Her fincanın bir hikâyesi vardı onun için. cümlesinde vermeye çalışmıştım) Yeterince açık olmamış olabilir. Boynu bükük laleli fincanda ise bu yüklemeyi yapamıyor. Yine de üzerinde tekrar durmalıyım söylediğinizin.
Gelecek seçkilerde görüşmek dileğiyle…