Duvara bir tabak çarpıp kırılıyor. Kocaman sakalları olan bir adam, upuzun sarı saçları olan bir kadına tokat atıyor.
Bu kadar.
Kapıyı kapatıyorum. Gerisini görmeme gerek yok; ama annenin bugün de tokat yiyor olmasına dayanamıyorum. El vermeyen vicdanım mı yoksa başkalarının ailelerinde böyle şeyler olmadığına dair içimde oluşan algının getirdiği kıskançlık mı bilmiyorum. Yine de kimisinin kurtarıcı abisi, amcası, dedesi olur; benimse hiçkimsem yok. Böyle durumlarda odaya kapanıp süper güçlerimi kullanmaya çalışırım.
Biz ranzada yatıyoruz; çünkü iki kardeşin en az yer kapladığı yatma biçimi ranzadır. Abi olarak üstte yatmayı kabul etmiştim. Tek şartım salondaki koltuk minderlerinin de odamda olmasıydı. Böylece özel güçlerimden en sevdiğimin pratiğini sık sık yapabilirdim.
Bunun için biraz da sinsice ortada dolaşabilme kabiliyeti gerekiyor. Baba mesela, o zamanlar işte olur, anne de pazara alışverişe gitmişse benim işim görülür. Mutfağa sızarım, buzdolabının yanındaki küçük sepeti açarım. İçinden altı kez katlanmış, kırmızı kareli masa örtüsünü bulmaya çalışırım. Genelde en altta olur; çünkü en az kullanılan odur. Babanın piknik merakı yüzünden alınmış ve sadece pikniklerde kullanılmaktadır. Elimde masa örtüsüyle, yatak odasına koşarım. Yatağın altında dikiş takımı vardır. Onu çıkarıp içini aceleyle kurcalayınca elime birkaç kez iğne batar. Olsun, beni öldürmeyen acı süper kahraman yapıyor. İhtiyacım olan son şey de ordadır. Bir çatal iğne. Çatal iğneyi de alıp yatak odasının perdelerini açarım. Anne, pazarda arta kalan mühimmatı ucuza toplamak için akşamüzeri yola çıktığı için güneş ufka çok yaklaşmıştır ve en güzel manzara yatak odasından görünür. Güneş tam arkamdan vururken, masa örtüsünü sırtıma atar, iki ucunu boynumdan geçirir ve çatal iğneyle tuttururum. Bacaklarımı iki yana açıp ellerimi de belimde bağladım mı… İşte o zaman süper güçlerimi kazanırım. Bir süre durup kafamda müzik çalar, sonra bizim odaya koşarım. Merdiveni tırmanıp ranzanın üzerine çıkar ve pratiğime başlarım. Minderler aşağıda geleceğin süper kahramanını korumak için yer tutmuştur. Atlarım da atlarım. Ters atlarım, düz atlarım, havada takla atmaya çalışırım. Yarım taklalarda hiç şaşmam.
İşte benim en büyük gücüm bu. Yanaklarım biraz şişkin ve bacaklarım da çarpık olduğu için kendime Penguen Adam derim! Ben Penguen Adam’ım! Geleceğimin ve insanların koruyucusu, ailenin kurtarıcısı!
Böyle içeride bağırış çağırış ve kavga olduğundaysa, Ankara’da okuyan kuzenimin bana hediye olarak aldığı İmparator adlı resimli kitabı açarım. Burada ikinci gücüm devreye giriyor. Ben zamanın evine girerim ve orada en sevdiğim yer olan mutfağa giderim. Buzdolabı her zamanki yerindedir. Buzluğunu açıp en soğuk derecesine getiririm. Buz dolabından buzlar yayılır, önce hava donar, sonra tüm zaman donar. Böylece zamanı durdurup, uzun bir yürüyüşün sonunda, güneye, benim imparatorluğuma giderim.
Anne ve baba bana söylemiyor ama ben biliyorum, beni küçükken penguenler büyütmüş. Asıl ailemi bir ziyaret edeyim derim. Kanatlarını öperim. Benim öpücüğüm kıymetlidir. Dudaklarımın bir dokunuşuyla gerçek annem ve babam uçmayı öğrenirler. Güneyin tepesinde beyaz gövdelerini diğer tüm penguenlere göstererek süzülürler. Bilirler ki buraların tek hakimi benim ailemdir. Çünkü onlar biraz hüzünlüdür ve bir liderin gelip onları buralardan götüreceği, dünyaya yayılacağı ve zalim deniz aslanlarını yeneceği günü beklerler. Bu uçulan günlerde onlara kendimi gösteririm.
Güneydeki o mavi ve bembeyaz ışıkların altında, bir anlığına bir tepede sarı bir güneş doğar. Önünde ben, kırmızı beyaz masa örtüsünden pelerinimle dururum. İmparatorluğun en yaşlısı Yaşlı Penguen gelip buzdan tacımı başıma takar. Elimi karların arasına tüm gücümle daldırırım, tüm kara parçaları titrer, derine ve daha derine inip kadim buzdan kılıcı bulurum. O kılıç, benim büyük büyük büyük büyük büyük büyük büyük büyük büyük büyük büyük büyük büyük büyük büyük büyük büyük DEDEM’e aittir. Onu saf buzu ateş ve suyla karıştırarak dövmüştür. Kuzey’den buralara acımasızlık yapmak için gelen Kral Ölümsüz Kutup Ayısı’nın zırhını delebilecek tek silah odur. Biliyorsunuz, DEDEM’in sözleri büyü maiyetindedir. Bu kılıç asla erimez. Lavlara saplayıp lavları dondururuz. Ateşe saplayıp buzla her tarafınızı yakarız. Bize yanaşmayınız.
Kılıcım elimde, tacım başımda ve pelerinim arkamda, Güney’in Kalbi’ne doğru uçarım. Orda koca bir piramit vardır. Hiçbir insanoğlu bu piramite ayak basmamıştır. Ancak uzaktan fotoğraflarını çekip dağ bu, dağ diyebilmişlerdir. Desinler, onlar öyledir işte. Güçleri yetmediği şeye güçlerinin yettiğince isim verip kaçarlar. Bilseler ki bu piramitin içinde, yeryüzünün gördüğü en büyük ordu vardır. Deniz aslanları, denizaltıları parçalayacak dişler biler, skua kuşları kanatlarına zırhlar geçirir ve köpek balıkları hepsine zulüm eğitimi verir. Hepsi katil balinaların sırtında, yerin altındaki denizlerden bizim kıyılarımıza gelip bebeklerimizi kaçırır, yaşlılarımızı yer. Oysa, Ölümsüz Kutup Ayısı dünyanın ortasını yararak buraya gelmeseydi, hepimiz huzur içinde yaşıyor olurduk.
Derler ki, Ölümsüz Kral, kuzeyde zulmedecek kimseyi bulamadığı için öfkeden kendini kemirmektense, yeri kemirmeye başlamış ve kemirdikçe kemirmiş. Artık kar kalmayınca daha çok öfkeye kapılıp yumruklamaya ve tırnaklamaya başlamış. En sonunda bir ateş denizine düşmüş. Tüm tüyleri yanmış ama öfkesi öyle güçlüymüş ki, nefesiyle lavları dondurup daha da aşağılara kadar kazmış. Bir noktadan sonra midesi bulanmış, başı dönmüş ve kendine geldiğinde yukarı kazıyormuş. Geri döndüğünü düşünüp umutsuzluğa kapılmış, bu onu daha da kızdırmış ve yukarı çıkıp tüm yoldaşlarını yemeye karar vermiş. Yukarı çıktığında gördüğü dünya ise çok farklı değil; ama bir o kadar da başka bir dünyaymış. Etrafta hiçbir yoldaşı yokmuş, onun yerine buraya hükmeden Penguenler varmış. O da onları yemeye başlamış. Böylece DEDEM bu kılıcı dövmüş ve onunla savaşmış. Bu savaşta yenik düşmüş ama onu yaralamayı başarmış. O da Güney’in Kalbi’ne kaçmış, orada bir ordu yetiştirmiş.
Ben oradayken ise, bu ordu kimseye zulmedemez. Benim geldiğimi haber aldıklarında hepsi inlerine çekilir. Ama bazı skualar, köpek balıklarını tutup uçurarak bana karşı savaşmaya çalışırlar, hepsinin hakkından muhteşem kılıcımla gelirim. Piramitin kapısında dururum. Piramitin kapısı açılır ve annem beni kolumdan tutup yatağa yatırır. Gözlerim kapanır ve kahvaltı masasında babanın koyduğu çayı içmek zorunda kalırım.
Bu kez öyle olmaması için hızlı davranmam gerektiğini biliyorum. Kapının açılmasını beklemeyeceğim.
Gidip kapıya kılıcımı geçirip ortadan ikiye yarıyorum. Böylece bir daha kapanamayacak. İçeride, köşelerden bana dişlerini gösteren; ama üzerime saldırmaya cesaret edemeyen tonla canavar. Onlara gözlerimdeki alevleri gösteriyorum. Korkuyorlar. Geri çekilip elleriyle, kanatları ve yüzgeçleriyle yere vurup korkunç ritmiyle savaş marşlarını çalıyorlar. Ayaklarımın altından yer kayıyor ve ben de tıpkı gerçek bir penguen gibi kayarak gidiyorum. Bu odayı daha önce onlarca kez gördüm. Bu, hikayenin sonu demek. Burada olmam kazandığım anlamına geliyor olmalı.
Yine de bir yanlışlık var ve süper hassas gözlerim bunu seziyor. Orada, odanın ortasında boylu boyunca duran gölün başucunda, bağdaş kurup gözlerini kapatmış, ellerini karnında birleştirmiş ve arkasındaki buzdağının yansıması göle düşen Ölümsüz Kral var. Orada olmaması gerekiyor. Onun yerine orada kel ve bilge bir adam olmalı. Bana son süper gücümü vermeli.
Kutup ayısına bağırarak bilge adamın nerede olduğunu soruyorum. Ayı, başını kaldırıp kanlı dişlerini göstererek sırıtıyor. Sonra bir sıçrayışta yanıma gelip pençesiyle yüzüme vuruyor. Gözlerim doluyor. Ağlayacağım sanırım. Ayı üzerime çıkıyor ve beni güçlü yumruklarıyla boğuyor, kılıcımı buz gölüne düşürüyorum. Şimdi hüngür hüngür ağlamaya başlıyorum ve gözyaşlarım anında donup, uçarak ayıya saplanmaya başlıyor. Ayı, ne olduğunu anlayamadan geri çekiliyor ve gözlerimden saçılan mutsuzluk saldırısına karşı mücadele etmeye çalışıyor.
O an farkediyorum, işte benim son süper gücüm bu. Benim gözyaşım fiziksel gücümden ve süper güçlerimden daha değerli. Gözyaşlarım zalim krala saplandıkça, yere çöktüğünü görüyorum. Mücadele etmeye çalışıyor ve bu gurur, gözyaşlarımın azalmasına sebep veriyor. Bu fırsattan yararlanarak buz gibi göle atlıyorum. Hiç üşümüyorum. İnsanlar buz gibi dediklerinde kötü bir şey ifade ediyorlar ama benim buz gibim, bana güç veriyor. Daha derine yüzüyorum ve kılıcımı dibe batmış, yere saplanmış halde buluyorum. Onu alıp yukarı doğru yüzerken, Zalim Kral’ın da öfkeden etrafındaki suyu dondurarak yanıma doğru yüzdüğünü görüyorum. Kılıcımı hazır edip üzerine doğru yüzüyorum, kısa bir dövüşten sonra, muhteşem kılıcım Ayı’nın karnını deşiyor. Karnı ortadan ikiye yarılıp patlıyor. Patlamayla birlikte yüzeye doğru hızla tırmanıyorum. Zalim’in karnından gelen bez parçaları görmemi engelliyor. Onlarla boğuşuyorum ve sonunda sudan dışarı fırlıyorum. Kendimi, gölün karşı kıyısında oturmuş buluyorum. Bez parçaları üzerime dolanmışlar ve soğuk su saç tellerimi dondurup parçalamış. Sudaki yansımama bakıyorum. Bağdaş kurmuşum, ellerim kucağımda, üzerimde bir bilgenin giysileri var ve başımda hiç saç yok!
Odanın kızaklı kapısı açılıyor. Anne içeri giriyor. Başımı kaldırıp izliyorum, dolabımızı açıp giysilerimizi topluyor, zamanın evinde güneş doğmuş olmalı. Baba uzaklarda dış kapıyı açıp çıkıyor. Anne, eşyalarımızı bir valize yerleştiriyor. Sonra durup bana bakıyor.
“Hadi kalk gidiyoruz,” diyor.
“Nereye?” diye soruyorum.
“Dedenlere, artık orda kalıcaz,” diye cevap veriyor ve bakmaya devam ediyor. “Hadi kalk!”
“Kitap okuyorum ya!” Bir anlığına hıçkırıyor ve gözünden bir damla yaş düşüyor.
“Hadi Kaptan Buzdağı, on kere bitirdin o kitabı,” diyor.
Kitabı kapatıp kalkıyorum. Anne zorla elimden tutuyor. Kitabı almaya çalışıyorum; ama çekiştirmeler üstün geliyor, sadece sayfalarını değiştirebiliyorum. İmparatorluğum gülen yüzlerle bana bakıyor. Anneye dönüyorum.
“Benim adım, Penguen Adam,” diyorum.
“Kaptan Buzdağı daha güzel,” diyor.
- Kül Olmadı Yana Yana Koca Zürafa - 1 Temmuz 2020
- Sürahilerde - 15 Haziran 2017
- Ama Bi’ Sor Neden Diye - 15 Haziran 2016
- Beni Kimse Uyandıramaz - 15 Haziran 2015
- Bir Penguenin Piknik Sepeti - 15 Haziran 2014
Tahta kılıçla sokaklarda koşturduğum seneleri hatırlatan (çok eski değil, şimdilik), gülümseten bir hikayeydi. Ellerine sağlık 🙂