OKURA NOT: Başta verdiğim terimler kısmını okumadan, öyküye başlanmamalıdır. Bu öyküyle başlayan, tarihi-kurgu evrene dair bilgiler bilinmeden öykülerin anlaşılması elbette ki, güç olacaktır. Okurken keyif almanız dileğimle…
TERİMLER
HAFİZAN-I RUM: Ahilerin kendi bünyelerinde oluşturduğu, yaratıkları avlayan ve kendi içinde avladıkları varlığın türüne göre sınıflara ayrılan teşkilat.
ÇARKLI PUSAT: El Cezeri’nin Sibernetik bilgisini, demircilik teknikleriyle birleştirerek yapılan mekanik silahlar. Divükeşlerin( Dev avcıları), Çarklı Pusatları, devasa çelikten zırhlar iken, Ocaklılar (Albastı Avcısı) veya Cazukeserlerin (Cadı Avcısı) Çarklı Pusatları; öyküdeki gibidir.
EVRAN NEFESİ: İçi barutla doldurulmuş, çelik bilye bombalar. İsmi, Evran(Ejderha) nefesinin yakıcılığına yapılan bir atıftır.
İBLİSKESEN KILIÇLARI: Her türden yaratığı avlayabilen kılıç türleridir. Normalde her hafız sınıfının kendi has silahları vardır ve silahlar avlayacakları yaratığa göre özel yapılır. Bu kılıçlar üç adettir: Hz. Peygamber’in kılıcı, Hz. Ali’nin kılıcı Zülfikar ve Hz. Osman’ın kılıcı.
CİNTUTAN: Cin avlayan Hafız sınıfıdır.
HAFIZ-I AZAM: Ahiyan’ın içindeki Hafızlar tekkesinin postnişinine(şeyh, lider) verilen isimdir.
Hafız-ı Azam, ancak yedi ayrı iblis türünü avlamakta ustalaşan kişilere verilen bir unvandır.
İMAME TEKKE: Hafızların, ana karargâhıdır. Tüm görevler ve emirler diğer tekkelere buradan gönderilir. İlk İmame Tekke, Ahi Evran döneminde, Kırşehir’deyken, Beylikler Devri’nde Şeyh Edebali ile birlikte Bilecik, Söğüt’e taşınmıştır.
MAKAL’A: Arapça’da yazı demektir ve Hafızların kullandığı bir çeşit karşıt-büyüdür. Büyülere ise, Arapça’da söz anlamına gelen Ve’ad denir. Bu büyüler kamlar, cazular ve kocakarılar tarafından, fitneyi yaymak amacıyla yapılır. Makal’alar, yazılı; Ve’adlar ise sözlü tılsımlardır.
CAZU: Türk mistik anlatılarındaki cadı figürüdür. Aynı zamanda bir hortlak çeşididir. Büyü yapıp, masumları kaçırır; onların etlerini yiyerek beslenirler. Genelde mağara, kuyu, göl, bataklık, dağ ve orman gibi yerlerde yaşarlar.
CAZUHAN: Cazuların büyüyle kendisine dahil ettikleri zoraki çıraklardır. Genelde küçük çocuklardan oluşurlar ve bir küp içinde uçarak seyahat ederler.
EVRAN(EVREN): Türk mistik anlatılarındaki ejderha tasviridir. Şamanist dönem kutsal olan bu varlıklar, İslam’ın da etkisiyle şeytani birer varlık olarak görülmüşlerdir. Yaşadıkları yereler, Cazular ile neredeyse aynıdır.
CAZU YANI SAZLIĞI
Kır Şehri’nden köye daha yeni varmıştı. Başında kızıl bir sarık, üzerinde gümüş işlemeli bir zırh vardı, atının yularından hafifçe çekerek subaşının meskenine doğru ilerliyordu. Yatsı namazı kılınalı birkaç saati geçmiş, köy meydanında in cin top oynuyordu, köyün ihtiyar heyeti ve subaşı Arif Ağa dışında. Meydana vardı ve kendisini beklemekte olanlar, adamın başına üşüşüp bağıra çağıra bir sürü soru sordular. O, bu endişeli güruha:
– Ağalar, beyler! Ahvalinizden haberdarım. Müsterih olun, bacılarınız ve hanımlarınızı inşallah getireceğim. Sizler, hanelerinize geçin. Bu iş, önce Hakk’a sonra da Hafizan’a emanettir. Ya hu, Arif Ağam, bunca hınzırlığı yapan nedir, kimdir ?
Arif Ağa, derinden bir iç çekti, bir süre sustuktan sonra:
-Burası malum köy, herkes tanır birbirini. Kimse başkasının canı ve namusuna kast etmez, bilirim. Babam buralıdır, ben de buralıyım. Ne dedem bir köylünün böyle bir vukuatına şahitmiş ne de babam, tabii şu acayip öykü hariç. Konya’ya ilim talep etmeye gittiğimde de yazdıkları mektuplarda hiçbir gariplikten bahsetmediler ama işte o öykü, yıllar sonra sanki aynı hadise cereyan ediyor.
– Sen hele bir anlat da önce neler oldu ? Sonra dinlerim.
– Perşembe gecesi, tüm köy uykuya daldığında kadınlar yok olmuşlar. Sabah ezanıyla uyanan ahali şaşkın ve korkmuş halde geldiler bana. İmam efendi en başta, dualar okuyor, esmalar dilinden düşmüyordu. “Kesin o cazunun işidir bu, hatunlarımızı alıp ziyafet verecek kendine.” diye kendi aralarında söylenip durdular. Sonra da aklıma büyük nenemin anlattıkları geldi ve size bir mektup yolladım.
– Anladım Arif Ağa da nedir bu masal ? Cazu mu değil mi nasıl emin bu kadar kişi ? Kolay kolay çıkmaz ortalığa onlar. Ama yine de sen anlat hele neymiş öğreneyim şu cazu masalını ?
– Köyün yarım gün yakınında, bir sazlık varmış. Atalarımız anayurttan ilk geldiklerinde burada konaklamışlar ve birkaç sene burada yaşamışlar. Günlerden bir gün, Sahib-i Evran namlı bir kocakarı, buraya varmış ve kendilerinden; üç bakire, üç kocamış, üç taze gelin hatunu rehin olarak istemiş. Babalar, kocalar buna itiraz edince, o günün gecesinde imsağa yakın köye kara pullu evranı ve Cazuhanlar ile girip tarumar etmiş. Kâh hatunları bindikleri küplere atmışlar kâh ekinleri yakıp hayvanların canına kıymışlar. Adamcağızları bırakıp, köyü terk etmişler.
Karısı, evladı gasp edilen adamlar, çareyi erenler ereni Parslı Baba’ya gitmekte bulmuşlar. Atlamışlar katırlarına, düşmüşler yollara. Ben diyeyim Çin sen de Maçin; sonunda Parslı Baba’nın huzuruna varmışlar. Parslı Baba, heybetli bir parsı bineği yapıp gezen ve elinden de demir asasını düşürmeyen bir zat. Erenler, himmetini göstermiş ve tay-i mekân yaparak, köylülerle beraber bugünkü Cazu Yanı Sazlığı’na varmışlar. Parslı Baba, cazuyu çağırmış ve o da davete icabet edip gelmiş. Baba Hazret, Cazu ile konuşmuş ve öğrenmiş ki; kendisi, tekfurun pusatlı adamları ayak basınca bu topraklara, ininden çıkmış. Karnı aç, gücü bitikmiş. O sebeple de kuvvetini toplamak için kendisine; üç bakire, üç kocamış ve üç de taze gelinin eti lazımmış. Baba Hazret, bunu duyunca demir asasını cazuya doğrultup şunu demiş:
“Ey Sahib-i Evran! Sana köydeki en besili ineği verelim. Eti ne sert ne yumuşak olacak, kanı ne bulanıktır ne de kokacaktır . Boynuzları kaplan dişi gibi sivri, derisi gümüş tepsi parlaktır. Onu al ve hatunları bırak, bir daha da ininden çıkma. Bir daha böyle bir hadise vuku bulursa, bu diktiğim demir asa er ya da geç ecelin olacaktır. Sen hiçbir mahlukata zarar verme, o inek seni uzun süre tok tutar. Şimdi, biz sana verdiğimiz ahdi yerine getirelim ki; sen de ahdinden dönmeyesin.”
Köylüler, gidip Parslı Baba’nın dediği ineği köyün ortasında bulmuşlar ve sazlığa getirmişler. Cazu da Kara Evran’ıyla orada bekliyormuş. Köylülerden, ineği almış ve Evran’a binip gözden kaybolmuş. Bir daha da ne Sahib-i Evran çıkmış ortaya ne de Cazuhanlar ile Kara Evran. Velhasıl, Hafız Efendi… Tüm hadise bundan ibarettir. Hadisedeki demir asa da sazlığın ortasında durur hâlâ. Bundan sonra, köy ahalisi oradan göçüp buraya konmuşlar. Aradan geçen yıllar sonunda, Moğollar gelince, geceleri yakındaki mezarlıktan hortlayanlar olmaya başlamış. Her birinin kalbine kazık çakıp yakmışlar, ne kadar yaptıysalar o kadar hortlamışlar. Ne vakit bu kafirler elini eteğini bu köyden çekmiş, ortalık o vakit durulmuş. Bunlar da babam daha çocukken olmuş. Yine kayıp hanımlarımız ve analarımız. Vakit aynı, usul aynı. O Cazu geri döndü beyim. Sen bu işte mütehassıs birisin, elini çabuk tut. Melanet karı, onları midesine indirmeden çöz şu meseleyi.
– Şimdi düşsek yola, kuşluğa ancak orada oluruz. Gün çoktan ağarmış olur hiçbir iz bulunmaz o vakitte. En güzeli sabah namazında sonra, atlarımıza atlar, vakitlice oraya varırız. Bana biraz müsaade et, yol yorgunuyum. Yarın malum cenk edilecek.
-Tamamdır, beyim. Size yeri göstereyim.
Arif Ağa önde Hafız Efendi arkada subaşının evine doğru ilerlediler. Evin içi mütevazı ve sadeydi. Kerpiçten duvarlar, mum ışığında başka bir alemden gelme gibi görünüyordu. Adam odalardan birini işaret ederek:
– Yatağınız burada beyim. Erken gelirsiniz diye umut edip buraya açıvermiştim. Eviniz farz sayın hanemi, bir şey lazım olursa söyleyin. Açsanız, bir şey ikram edeyim, daha bu akşam kuzu-
– Allah razı olsun Arif Ağa, bu kadarı kâfi. Hayırlı geceler olsun.
– Allah rahatlık versin. Sabah camide görüşürüz.
– Eyvallah, Arif Ağa. Eksik olma.
Arif Ağa, Hafız Efendi’yi odada bırakıp gitti. Hafız Efendi, İbliskesen’i kınından çıkardı ve kılıca şöyle bir baktı. Sapasağlamdı, Necef’te bulunduğu vakit de böyleydi, ne de olsa Esedullah’ın namlı kılıcı Zülfikar’dı O. İblislerin her nev’inin canına okuyabilen özel kılıçlardan biriydi. İlk defa çıplak elle dokunuyordu, her dokunuşunda içinde uhrevi bir esenlik uyanıyor, böyle bir mucizeye şahit olduğu için Cenab-ı Hakk’a binlerce kez şükrediyordu.
Kılıcı kınına yerleştirdi ve yastığının altına koydu, çıkınından bir tespih, kalın bir kitap ve ufak bir şişe içinde su çıkardı. Odadaki rahleyi önüne koydu, kitabı da üzerine yerleştirdi ve kıbleye döndü. Elindeki tespihle cılız bir sesle şu ayeti defalarca tekrarladı:
– Ve lekad nasarakumullâhu bi bedrin ve entum ezilleh, fettekûllâhe leallekum teşkurûn. (Ve andolsun ki, Bedir (savaşında), siz (sayıca ve silahça) daha zayıf bir halde iken, Allah size yardım etti. Artık Allah’a karşı takva sahibi olun. Ve umulur ki böylece siz şükredersiniz!)
En sonunda “Sadakallahul azim” diyerek virdini bitirdi ve yarınki cenkte gayretinin tam olması ve muzafferiyet için Allah’a dua etti, sonra da şişedeki suyu ellerine döküp bazı dualar okudu ve en sonunda yattı. Sabah ezanına yakın vakitte uyanıp namazı kıldılar ve sonrasında tez şekilde hazır olup Cazu Yanı Sazlığı’na doğru yola koyuldular.
Gün öğleye varmadan, bataklığın kıyısına vardılar. Oturdular ve çıkınlarından yanına aldıkları azıkları çıkardılar. Yemek sonrası uzun uzun hasbihal ettiler. Söğüt yakınlarında, Osmanoğulları’nın Kulaca Hisar’ı fethettiğinden, Karamanoğlu Kerim Bey’in Konya’daki isyanından ve Ahiler ’in içtimai fiillerinden bahsettiler. Öyle ya da böyle vakit geçti ve nihayet akşam ezanının sesi uzaklardan duyuldu.
Hafız Efendi ile subaşı toparlandılar ve kılıçlarını kuşanıp, sazlığa doğru ilerlediler. Havaya ağır bir sis, kesif bir koku hakimdi. Duyulan tek ses, alık alık öten kurbağalardan geliyordu. Onlar ilerlerken, ansızın sazların arasında bir hışırtı duyuldu. İkisi de kulak kesildiler ve ağır ağır oraya yöneldiler. Elleri kılıçlarında, Hafız Efendi sazlığa doğru bir hamle yaptı ve kara kısa saçlı, küçük bir kıza rastladı. Kız, en ufak bir tepki vermeden ona gülümsüyordu. Hayret içinde bu kızın, neden burada olduğunu düşünüyordu. Aklından cin olma ihtimalini geçirdi ve hemen ayaklarının olması gerektiği yere baktı. Su çok bulanıktı ve hiçbir şey görünmüyordu. Biraz sonra da Arif Ağa geldi ve manzara karşısında garipseyen bir bakış attıktan sonra:
– Kimdir bu küçük kız?
– Bilmem, kimsin sen?
Küçük kızın gülümsemesi birden düştü, gözleri doldu ve burun delikleri genişledi. Avazı çıktığı kadar bağırarak ağlamaya başladı. Bunu beklemeyen Hafız:
-Ya hu, ne oldu? Niye ağlıyorsun? Ne yapıyorsun burada? Sen kimsin? Anan baban yok mu senin?
Küçük kız, bir yandan burnunu çekerek, ağlamaklı:
– Adım Zühre’dir ağabey. Diyar-ı bekir’den Kır Şehri’ne gidiyorduk. Moğollardan kaçıyorduk. Dün gece, beriki ormanda yatarken Canavar saldırdı bize; çirkin, her yanı kıllı, dişleri hançer gibi sivri, pala kadar büyüktü. Anamla babam kaçmama yardım ettiler, orada kaldı onlar canavar beni bulamasın diye. Bir daha da gelen olmadı. Korkuyorum ağabey, anamla babama gidip bakalım ? Dün geceden beridir bu bataklık kıyısındayım. Karnım aç, yorgunum. Varsa bir parça kuru ekmeğe bile…
– Hafız Efendi, ne duruyorsun çıkaralım şu veledi suyun içinden. Görmüyor musun biçare halde?
– Ağabey, ekmek Mushaf aşkına, yardım edin bana!
Hafız, düşündü. Kabul etmesi dahilinde bir cinin tuzağına düşmüş olabilirlerdi. İşbu vaziyette, olması muhtemel olanı Arif Ağa’ya anlatamazdı da. El mahkûm:
– Hakkın var subaşım. Gel Zühre. Sana yemek verelim biraz uyu dinlen.
Zühre’nin gözleri sevinçle ışıldadı, gözlerinden sıcak yaşlar süzüldü yine. Mütebessim bir şekilde:
– Allah razı olsun ağabey! Allah razı olsun…
Yavaş adımlarla kıyıya kadar geldiler ve veledin ayaklarına bakan Hafız Efendi, sonunda derin bir oh çekti. Su-i zan ederek masumun günahını almıştı. Zühre’ye kendi azıklarından ikram ettiler, Hafız Efendi de kendi döşeğini ona verdi. Kızcağız akşam ezanı gibi uykuya daldı, yatsı ezanından üç saat sonra uyandı. Nöbet tutan Arif Ağa’nın yanına doğru yanaştı usulca:
– Ağabey, diğer ağabeyi de uyandırıp anamla babamı arayalım mı ? Çok evham ediyorum onlar için.
Arif Ağa, bir kelam dahi etmeden Hafız Efendi’yi uyandırdı. Fısıltıyla:
– Beyim, bu yavrucağı ne yapalım? Cazu vardı, bir de Canavar çıktı başımıza. Gel, yetime sahip çıkalım köye götürelim, O’nu haklar haklamaz. Canavar ile hiç uğraşmayalım. Zira, ailesi sağ olsaydı, her daim gelirlerdi. Allah yar ve yardımcımız, Hızır da yoldaşımız olsun.
– Ağam, için ferah olsun, yanımdaki pusatla Canavar’ı da Cazu ile bineğini de aklarız evellallah. Bu veledin ana babasına bakalım evvela. Sağ iseler, onları da yanımıza alıp koruyup kollarız, zira hem Canavar’ı hem de Sahib-i Evran’ı haklamamız daha kolay olur. Vefat etmişler ise de dediğin gibi yaparız.
Subaşı, inceden sinirlenerek:
– Ya hu, adam! Delirdin mi sen ? Üç yaratıkla nasıl başa çıkarız ? Uçmağa mı-
– Lafını bil de konuş bre gafil! Nice Obur ’un kalbine demir kazık çaktığımı, nice Dev Anası’nı, ininde Çarklı Pusat ile gafil avladığımı bilmeden konuşma! Karşında, Kır Şehri’nin Hafız-ı Azam’ı Kuzgun Seyyid durmakta. Atam, Allahverdi Baba’dan öğrendim harp etmenin usullerini. Sen ki, karşında gölgeni görsen korkar, aklın şaşar, bana işimi mi öğretiyorsun ?
Arif Ağa, hayıflanır gibi bir nefes verdi ve şunları diyebildi:
– İşin ehli sensin beyim. Vehim sarıyor her yanımı gayri ihtiyari, beni de anla. Sen ne desersen o olsun o vakit.
– Zühre’yi al, yanından ayırma. Önden ben gideyim arkadan siz gelin. Su pek sığ, yürüye yürüye ormana doğru yol alalım.
– Emrindir beyim. Zühre kalk haydi, ormana gidiyoruz.
Zühre sesini dahi çıkarmadan subaşının yanına gitti. Kılıçlarını kuşanıp bataklıkta ilerlemeye başladılar. Çok da geniş olmayan sazlığı geçip ormana vardılar. Hafız Efendi, Zühre’ye dönüp:
– Ne taraftan geldin, Zühre bacım? Yolu gösteriver de kolayca bulalım.
– Olur ağabey, dedi ve ileri doğru koşmaya başladı. Onu, Arif Ağa takip etti. En arkada Kuzgun Seyyid kalmıştı. İlerlediler, ilerlediler. Envai çeşit esrara yuva olan ormanın karanlığında ilerlediler. Öyle hızla ilerlediler ki, Arif Ağa ile Zühre gözden kayboldu. Kuzgun Seyyid, onları arıyordu. Ayak izlerini gördü, biri küçük diğeri büyüktü. Ağır ağır ilerlerken o izleri takip etti ve uzunca bir süre sonra, çürümüş et kokan ve zemini kemiklerle dolu bir ağaçlığa geldi. Tam önünde, kayın ağacının kalınca dört ayrı dalına saplanmış dört ceset duruyordu. İki adam, bir kadın ve bir küçük bir kız. Kız, Zühre’nin ta kendisiydi. İki adamdan biri aşina geliyordu kendisine. Uzun siyah sakalı, beyaz sarığı ve demirden zırhıyla, daha dün yanında ola biriydi bu adam. Yok, hayır olamazdı. O adam, Arif Ağa’nın ta kendisiydi. Tahayyül edilemez bir kudret ile demirden zırhını delerek ağaca şiş gibi geçirilmişti. Manzaranın ürkünçlüğü ile afallayan Seyyid, kendi kendine:
– Bir bit yeniği vardı bunda, biliyordum… dedi.
Arkasından gelen bir kıpırtı ile irkildi. Döndüğünde hiçbir şey yoktu. Bu sefer ses, sağından geliyordu, oraya baktığında da bir şey göremedi. Uzaktan gelen kötücül ve şuh bir kahkaha duydu, tam üzerinde biri vardı sanki. Tekrar arkasına döndüğünde ise Zühre oradaydı. Ona gülümseyerek bakıyordu ama bir şeyler farklı gibiydi. Gözlerindeki bakışta hiçbir iyi niyet yok gibiydi. Teni solgundu ve bazı kısımları yer yer bozulmuştu. Zühre, gülümsemeye devam ederek:
– Hafız Ağabey ? Yoksa Seyyid Ağabey mi diyeyim sana ?
– Sen öldün, burada olamazsın. Söyle, necis mahluk! Nesin sen ?
– Zühre’yim ağabey. Bundan yoksa şüphen mi var ?
Seyyid, yukarıda asılı olan mevtalara bakıp:
– Şimdi anlarız onu, dedi, Kuzgun Seyyid ve bir ayet okumaya başladı:
– La tudrikuhul ebsaru ve hüve yudrikul ebsar. Ve huvel latiful habir!(Gözleri O’nu göremez; halbuki O, gözleri idrak eder. O, en gizli şeyleri bilendir, her şeyden hakkıyla haberdar olandır.) , dedi ve gözlerine, çıkardığı cam şişeden iki damla zemzem suyu sürdü.
Zühre, ayeti duyar duymaz tıslamaya ve vahşi bir hayvan gibi sesler çıkarmaya başladı. O anda, o küçük kız, ansızın değişti. Saçları, tırnakları uzun ve kirli, göğüsleri omuzlarına çapraz atılmış, çirkin ve çürümüş yaşlı bir kadına dönüşmüştü. Leş kokan ağzından iğrenç salyalar akıyor, çürüklerden kararmış sivri dişlerini göstererek hırlıyordu. Ulemanın dünya hayatını tasavvur ederken anlattıkları o yaşlı kokanalara benziyordu. Hafız’ın etrafında daireler çizmeye başladı, tıpkı saldırmaya fırsat kollayan bir it gibi.
Kuzgun Seyyid, gerildi ve İbliskesen’i zarif ve atik bir hamleyle kınından çıkardı. Peşine düştüğü şey tam da karşısındaydı ancak kaçırılan kadınlardan eser yoktu. Sahib-i Evran’a, tıslayarak:
– Seni sefil! Onca vakit bizimle eğleniyordun demek! Ne oldu, sana verdikleri inek neyine yetmedi de masumların canına kast etmeye gayret ettin ?
Cazu, daire çizmeye devam ederek:
– Açlığımı ufak bir et parçası dindirir mi sandınız siz ? Parslı adamın gafletine şaşırırım her usuma düştüğünde. Bir de eren olacak, peh! O inek dişimin kavuğuna bile yetmez. Ahmağın benim gibisine güvenmesine ne demeli! Ahde uymayacağımı düşünüp orada canımı alsaydı, biliyordu ki; Cazuhanlar ile emrimdeki hortlaklar gün yüzü göstermezdi köye. Sen de kellemi alırsan, orası yerle yeksan olacak, böyle bil bunu! diyerek haykırdı.
Hafız, kılıcını sıkı sıkı kavradı, olduğu yerde gerildi. Cazu, anında saldırıya geçti, adamın üzerine doğru hızlıca atladı. Hafız, yana atlayarak cazunun atağını savuşturdu. Bu sefer de cazu unutulmuş Aramice ‘den cümleler söylemeye başladı. Söyledikleri biter bitmez, yerdeki iskeletlerin etrafını ölü ağaç kökleri sarmaya başladı ve iskeletleri bir arada tutacak şekilde onlara dolandı; hortlakları çağırmıştı. Hortlakların, ürkütücü böğürtüsü tüm geceye doldu.
Tiz ve çirkin bir kahkaha atarak, sazlık tarafına kaçmaya başladı. Hafız’ın etrafı, hortlaklarca sarılmıştı. Kılıcını önüne gelene indirerek yolunu açmaya gayret ediyordu fakat hortlakların ardı arkası kesilmiyordu. İbliskesen bir yukarı bir aşağı sallanıyor, sallandıkça da daha çok iskeleti, ağaç kökünü parçalarına ayırıyordu. Cazu, gözden kaybolmuş, Hafız ise diri mevtalardan bir türlü kurtulamıyordu. Tek bir çare kalmıştı; Çarklı Pusat’ı kullanmak zorundaydı. Heybeden, hançer büyüklüğünde, kaba ve boğumlu demir bir çubuk çıkardı. Çubuğun üzerine, ayetler ve Makal’alar nakşedilmiş, en ortadaki boğumun üzerine de bir adet tahta düğme iliştirilmişti. Seyyid, düğmeye bastı ve çubuğun içindeki aksamlar dönmeye başladı. Geceye, efsunlu varlıkların böğürtüsünden sonra tıkır tıkır dönen çarkların sesi de karışmıştı. Çarklar, döndükçe demir çubuk uzuyor, uzadıkça bir asaya dönüşüyordu.
Çarkların dönmesi sonunda durdu ve çubuk dört kulaç boyunda bir asaya dönüştü. Asayı, tüm kudretiyle havaya kaldırdı ve “La havle ve la kuvvete illa billah” dedi ve uzun demiri yere çaldı. O esnada ne kadar hortlak varsa dört bir yana savruldu, bir daha da hortlayan başka bir şey olmadı.
Seyyid, asanın düğmesine tekrar bastı ve bir süre sonra asa, eski demir çubuk haline döndü. Çubuğu heybesine geri koydu ve aceleyle geldikleri yöne doğru koşturmaya başladı. Yolu yarıladığı sırada, kara ve uzun sürüngenimsi bir şey, gökten hızla alçalarak ona doğru geliyordu. Kenara doğru hamle yapıp Evran’dan kaçtı ve İblis keseni, kalın ve pullu kellesine doğru indirdi. Evran’ın başı yana doğru düştü ve vücudu biraz seğirdikten sonra gümbürtüyle yere çakıldı. Koşmaya devam etti ve nihayet bataklık kıyısına vardı. Sahib-i Evran ve bir düzine kadar Cazuhan orada bekliyordu. Hepsi de birbirinden çirkin olan bu hilkat garibeleri, tam da Kuzgun Seyyid’e doğru bakıyordu. Cazu, cırtlak bir kahkaha daha patlatıp, Cazuhanların arasında kayboldu. Cazuhanlar, küplerine binip uçmaya ve gökten Hafız’a saldırmaya başladı. Hafız, saldırılardan kaçmak için bataklığa doğru atladı. Ne yazık ki, düşman gökte değildi sadece, suyun içindeki otlar kıvrıla kıvrıla hareket edip Hafız’ı kabzetti. Kaçacak bir yer, yapılacak bir şey yoktu. Ölümünü kabullendi ve fısıltıyla Kelime-i Şahadet getirmeye başladı.
Kızıl bir ışığın parladığını gördü ve tok bir patlama sesi duyuldu. Yanı başına ağır bir nesne düştü, bu bir küp parçasıydı ve acı dolu bir feryat hemen bu küpün ilerisinden duyuluyordu. On defa daha ışık yandı, her yanı gümbürtü sardı. Feryatlar git gide arttı ve sonunda her şey sessizliğe gömüldü. Kuzgun Seyyid’i saran su otları gevşedi ve suyun içinde bir yumak halini alarak zemine yığıldı. Suyun içinde doğruldu ve ileride ona bakan biri olduğunu fark etti. Bu kişi, yeşil sarıklı, heybetli ve üzeri büyük demir bilyelerle doluydu. Üzerindeki, sığır derisinde kazınmış sekiz köşeli yıldız, bu kişinin usta bir Cintutan olduğuna işaret ediyordu. Üzerindeki demir bilyeler ise Evran Nefesi ‘ne benziyordu. Başka bir Hafız’ı daha buraya yollamışlardı. Yeşil sarık ise, bu kişinin peygamber torunu olduğuna delalet ediyordu.
Kuzgun Seyyid, yavaşça ayağa kalktı ve ona merakla bakmakta olan adamın yanına gitti. Adam, ona tebessüm etti, Seyyid de gözlerini açıp kapayarak karşılık verdi. Adam, ağzını açıp kapadı ama bir şey diyemedi. Bunun üzerine Seyyid:
– Bizden birinin daha buraya geleceğini düşünmezdim. Edebali Hazret, bana bunu yazmamıştı.
Adam, içten bir sesle:
– Şeyhim, bir zorluk olursa diye beni gönderdi, Seyyid beyim. Sana göz kulak olmamı istedi. Şayet, başına bir iş gelirse ben gelecektim.
Seyyid, şaşkınlıkla:
– Allah onu başımızdan eksik etmesin. Adın nedir Hafız kardaşım ?
Cintutan:
– Dursun Fakı derler bana. Ahiyan’ın, haliyle Hafizan’ın bir mensubuyum beyim. Söğüt’deki İmame Tekke’den geldim. Eski İmame’nin genç ve cevval Hafız-ı Azam’ı buralara bir başına ahbapsız gidecek dedi, şeyhim. Bir hafta evvelinden, aldığım emirle at sırtı geldim.
Seyyid:
– İyi etmişsin, Dursun Fakı’m! Seni Allah gönderdi, sen olmayaydın halim niceydi. Ama Sahib-i Evran gitti. Bir daha uğraş dur şimdi. İni neredir bilsem, ah bir bilsem…
Dursun Fakı:
– Rahat olasın beyim, Cazu ile sen buradayken, ini bulup girdim, tabii birkaç Cazuhan’ın leşini yere serdim. Kadıncağızları oradan aldım, köye götürdüm. Cazu da şimdi inindedir ardımdan gel. Unutmadan, şu demir asayı da yanına al, Parslı Baba’nın himmeti tecelli etmeli. İbliskesen de makbuldür ama o demir asa, o kocakarının böğrünü delmeden bu iş tamam olmaz, yoksa yine hortlar, musallat olur.
Seyyid, sessizce gitti ve asayı saplandığı yerden çekip çıkardı. Asanın üzerinde hilal oymalar ve hilalin içinde de pars başı şeklinde kabartmalar vardı. Asayı, elinde sürüyerek Dursun Fakı’yı izledi. Döşeklerin yanından geçip, uzun çalıların arasına daldılar. Dalları ve yaprakları yara yara ilerlediler ve önlerine taşlı bir arazi çıktı. On kulaç yakında bir oyuk gözüküyordu. İçi ışıl ışıldı ve içeriden duman süzülüyordu.
Temkinli davranıp yavaş yavaş yürüdüler. Cazu oradaydı, bir kazanın içine ot, hayvan organı ve renkli sıvılar atıyordu.
Cazu ’ya doğru yöneldiler ama Dursun Fakı’nın takıldığı ufak taş, mağaranın içinde davetsiz misafirlerin olduğunu çoktan belirtmişti. Çirkin kocakarı, hışımla döndü ve iki adam doğru kirli ve sivri tırnaklarıyla saldırdı. İbliskesen’i çabucak çeken Kuzgun Seyyid; çirkin ellerden birini koparıverdi. İğrenç bir böğürtüyle bağıran Cazu, tıslayarak tekrar saldırdı. Bu sefer de Dursun Fakı, kuşağındaki iri hançeri, yaratığın baldırına sapladı ve Cazu yürüyemez hale geldi. Seyyid, yere bıraktığı asayı aldı ve kocakarının böğrüne sapladı, Cazu bağrındaki asaya şaşarak baktı ve fazlaca kan kustu. Sonra da yere bir kütük gibi yığıldı kaldı, bir daha da yerinden kıpırdamadı.
Sahib-i Evran ölmüş ve köyün kadınları kurtulmuştu. Mağaradan çıktıklarında, tan yeri çoktan ağarmış ve güneş doğmuştu. Dursun Fakı ile Seyyid, bitap halde, döşeklerin olduğu yere gidip etrafı topladılar, ormandaki mevtaları da alıp, atlarına bindiler ve köyün yolunu tuttular. Köye vardıklarında, ahali onları coşkuyla karşıladı. Ölüleri görünce tüm neşeleri söndü ve sevinçleri kursaklarında kaldı. O gün, ölenlerin cenaze namazı kılınıp, defnedildi. Hafızlara ise çeşitli izzet ve ikramda bulundular. Hatta kendi aralarında bulup buluşturup birer kese akçe de vermeyi teklif ettiler lakin ne Dursun Fakı ne de Kuzgun Seyyid kabul etmedi. Dar zamanda olan köylülerin, kendilerine zor yeten rızıklarını kabul etmeye gönülleri el vermedi. Her şey tamam olduktan sonra ikindi namazını kılıp yola koyuldular.
Dursun Fakı:
– Beyim, bundan sonra istikametin neredir ? Şahsen, Söğüt’e dönüyorum da yoldaşlık etmek isterim gideceğin yere kadar dilersen.
Kuzgun Seyyid:
– Fakı’m, bunu dedin ya gönlümü hoş ettin, seve seve. İstikametim, Kır Şehri’dir, malum tekke başıboş kaldı. Tez vakitte dönüp, işleri yoluna sokmam lazım. Yeni görevi devraldım bir de zorluk çıkmasın.
Dursun Fakı:
– Onu dert ediyorsan etme, çünkü Şeyh’im Edebali, Azamlık hırkasını bir başkasına giydirdi. Can dostun, Börü Melik artık Hafız-ı Azam oldu. Senin vazifen daha büyük, Osmanoğulları’nın yanında cenk edeceksin gerek kafirle gerek ifritle. Şeyh Edebali’m seni yanında istiyor, beyim. Sadece, sana yardıma geldiğimi mi sanıyorsun yoksa, dedi gülerek.
Seyyid, şaşkınlıkla:
– Madem ki, emir büyük yerden, bize de boyun eğip uymak düşer. Haydi bre, ne dururuz, Söğüt bizi bekler.
Sohbetleri biten iki Hafız, atlarını kuzeybatıya çevirip yollarına devam ettiler.
Aylar sonra yine bu seçkide bir öyküyle yer almak beni oldukça mutlu etti bu seçkide editörlük yapan, bu güzel seçkiye öyküleriyle destek olan tüm yazar arkadaşları kutlar ve önümüzdeki seçkilerde sizlerle buluşmayı dört gözle beklerim. Hepimizin hayal ve kalemine kuvvet diyorum
Not: Sevgili okurlar, lütfen okuduktan sonra eleştiri ve değerlendirmelerinizi benimle paylaşmaktan çekinmeyin, yazanın göremediğini okur görür ve yazana çok şey katar, şimdiden ilginiz için teşekkür ederim
Her Åeyden önce mistik bir anlatımınız var ve ifadeleriniz kendinize özgü. DiÄer yandan bu kadar nadir kullanılan ve neredeyse dilimizden çıkmıŠbazı kelimeleri de kullanmalı mısınız emin deÄilim.
Yazınıza dair en temel eleÅtirim Åu.
Ahali endiÅeli ve Åöyle bir soru soruyor. Ardından cevap geliyor. Sonra ise Åu Åekilde devam ediyor.
EndiÅeli bir kalabalıÄa (ki haklı gerekçeleri var) böyle uzuuun uzadıya açıklamalar yapılmaz. Yapan bir geveze varsa bile halk onu baÄdaÅ kurmuÅ minvalde sakince dinlemez. Ortada eÄer endiÅeli ve kafası karıÅık bir halk varsa ona uygun bir diyalog kurgularsanız daha iyi olur kanısındayım.
Oradaki dediğiniz şeyde hakkınız var ancak yazarken eklemeyi unuttuğum bir detayı da bana hatırlatmış oldunuz (konuşma ahali önünde değil, subaşının evinde olacaktı ) buna ayrıca teşekkür ederim, daha da dikkat ederim elbette. Dil konusunda ben de sizin gibi ikilemde kalıyorum ama zamanla oturacaktır diye düşünüyorum Eleştiriniz ve kıymetli yorumunuz için teşekkür ederim
Bu tarzda bir fantastik edebiyatın gelişmesini keyifli buluyorum, öykünüz de bütün kuvvetiyle gayet lezzetliydi. Kaleminizin daha da gelişeceğine eminim.
Haddimize olup olmadığına bakmadan bir iki tavsiyede bulunmak gerekirse bir şeyler yazalım. Öncelikle, sözlük fikri pek hoşuma gitmedi. Mesela bir iki tane kelime olsa bundan sıkılmazdım da hikayenin tamamını ilgilendiren kelimelerin “Hadi bunları ezberleyin yoksa yarın sözlüde sıfır veririm” tavrıyla sunulması çok ilgi çekici değildi. Bu kelimelerin anlamlarının hikayenin içerisinde uygun yerlerde sunulması, bir üslup içerisinde anlatılması daha keyifli olabilirdi. Örneğin, Çarklı Pusat gibi bir eşyayı bir Cintutan’ın ağzından duymak daha zevkli olurdu. Bunun dışında, Karakum’dan çıkan “Türk Kültüründe Vampirler” kitabını okumanız size epey ilham verebilir.
Öncelikle beğenmeniz bendenizi oldukça sevindirdi, eleştiriniz ve tavsiyeniz için de ayrıca teşekkür etmek isterim Sunuş şeklim konusunda haklılık payınız olduğunu düşünüyorum. Bir buçuk senedir bu kurgu-evrenin yalnızca kurgusuyla uğraştığımdan ötürü acemiliğime verip mazur görünüz. Bu şekildeki sunuş aklıma The Witcher kitaplarından geldi açıkçası. Böyle böyle deneye yanıla öğreneceğim Tekrardan yorumunuz için teşekkür eder ve iyi geceler dilerim