Öykü

Çelebi’nin Laneti

Çelebi'nin Laneti - Ömür Durmuş

Adım Bars Zilli. Zilli ailesinin 13. kuşak temsilciyim, gerçi siz ailemizi büyük dedem Derviş Mehmed Zillî yani Evliya Çelebi’den dolayı tanırsınız. Bugün sizler için yazdığım bu büyük oda da diğer arşiv odalarımız gibi sayısız kodeks, belge ve dokümanlarla dolu. Atalarımızdan biri İstanbul’u fetheden Fatih’in akıncılarından, diğeri de dünyanın en büyük gezgini olunca ailemizin elinde nesiller boyunca saklanmış binlerce tarihi belge olması da çok doğal. Ailemiz İstanbul’un fethinden bu yana coğrafyamızda ve dünyada olup biten her şeyi belgelemiştir ve şahsen ben resmi tarihten çok ailemin arşivine güvenirim.

Asıl konumuza gelirsek, sizlerle paylaşacağım şey Evliya Çelebi hakkındaki gerçeklerdir. Büyük dedemin Topkapı sarayında muhafaza edilen el yazması “Seyahatnâmeleri” ve sonradan çoğaltılan diğer iki cildi ne yazık ki orijinal metinler değil! Bu eserler dedemin vasiyetiyle ve onun kontrolünde revize edilip, vefatından sonra orijinal metinler ile birlikte Mısır’dan yurdumuza yollanmıştır. Peki ama neden?

Çoğu insan için Seyahatnâme’nin azımsanmayacak bir kısmı kurgudur. Aslında haklıda sayılırlar çünkü şu anda önümde duran orijinal metinler oldukça sert ve şaşırtıcı bilgilerle dolu. Ben size bu binlerce sayfalık eseri baştan anlatmayacağım sadece dedemin nasıl vefat ettiğini en doğru şekilde öğrenmenizi istiyorum çünkü resmi kaynaklarda sadece Mısır’da vefat ettiği bilgisi yer alır. Çelebi büyük dedemin son dönemini onun ağızından anlatmaya çalışayım size.

1665’te Şevval ayının yirminci günüydü, Kırım’dan Çerkesya’ya yeni gelmiştim. Yollarda tanışıp konuştuğum gezginler bana bu ülkede Habeş dağı civarlarında çok güzel köyler olduğunu anlatmışlardı. Aylardır birlikte seyahat ettiğim küçük kervanı Mzımta nehri kıyısında kurduğumuz kampta bırakıp, 7 günlük mesafedeki köye doğru tek başıma yola koyuldum.

Söylenenler azdı bile. Köy arka planda efsanevi Habeş dağı manzarasıyla yeşilliğin üzerinde açan bir çiçek gibiydi. Düz ovanın yeşil halısı az ağaçlı tepelere dek örtüyordu bu yurdu. Son iki gündür dinlenmeden yol alıyordum ve artık emektar atım Yüreğir de çok yorulmuştu. Köye girerken köylüler gergin bakışlarına rağmen selamıma karşılık veriyorlardı. Buralardan pek fazla gezgin geçmezdi malum ve Rus çarları burada yaşayan farklı halkları hep baskı altında tutardı.

Köyün ortasına geldiğimde atımdan indim ve meydanda oturan yaşlı Çerkese onların dilinde selam verdim. Hangi topluluk olursa olsun, onlarla kendi dillerinde konuştuğunuzda size karşı sempati duyarlar. Enderun’da aldığım iyi eğitim sayesinde pek çok dili konuşabiliyordum bu da gezilerimde işimi çok kolaylaştırmıştı. Konuştuğum yaşlı adam köyün lideriydi, ona nereden gelip nerelere gittiğimi anlattığımda çok ilgisini çekti. Uzun uzun konuştuk bana yemekler içkiler ikram ettiler, tüm köy etrafıma toplanıp maceralarımı dinlediler, hava karardığında yaşlı adam bana kalacağım çadırı gösterdi.

– Teşekkürler ulu büyüğüm! Diyerek teşekkür ettim, tam içeri girerken kolumdan tuttu.

– 1 gece. Sadece 1 gece kalabilirsin ama yarın gitmelisin!

Bu garip davranışa rağmen misafirperverlikleri çok güzeldi üstelik yollarda yüzüme bile bakmayan insanları çok görmüştüm. Serin gece beni güzel uyuttu, köyün tertemiz havasıyla kalkıp namazımı kıldım. Kuşluk zamanında köyde ve çevrede görüp dinlediklerimi yazdım. Defterimi kaldırırken köyün yaşlısı geldi.

– Artık yola çıkmalısın ey gezgin. Atına su ve yemek yükledik.

– Teşekkür ederim ulu büyük, elveda.

Samimi şekilde sarılarak veda ettik birbirimize. Yüreğir ile birlikte geri dönüş yoluna çıkmıştık. Acele etmeden bu güzel coğrafyanın tadını ala ala ilerlerken atım birden şaha kalktı ve beni yere fırlattı! Ben ne olduğunu anlamadan Yüreğir’in yere devrildiğini gördüm. Koşarak yanına gittiğimde bir Kafkas Engereğinin sürünerek uzaklaştığını gördüm. Bu musibetin zehri çaresizdir, zavallı at bir kaç kez kişnedi ve yaşamı son buldu. Bana verildiğinde küçük bir Ala Teke yavrusu olan bu güzel varlık kardeşim gibiydi bu yüzden kalbimden bir parçayı da yanında götürmüştü.

Zaman ikindi vaktiydi ve bir kaç saate hava kararacaktı, köye geri dönmeliydim yasımı sonra tutacaktım.

Taşıyabildiğim önemli eşyalarımı alıp köye doğru hızlı adımlarla yola koyuldum. Atımın gece ortaya çıkacak leşçilerden arta kalanlarını ertesi gün dönüp gömecektim. Köye vardığımda karanlık çökmüştü ve etrafta kimse yoktu! O kadar insan nereye gitmişti? Bir gece evvel kaldığım çadıra gittim, çadırın önünde bir ateş yaktım ve beklemeye başladım. Ancak gelen giden olmadı!

Gece yarısına doğru çevremde hareket eden bir şeyler olduğunu hissettim. Bursa yapımı gümüş kaplama kamamı elime aldım ateşi biraz daha harladım. Çevremde sesler artınca bir elimde yanan bir odun diğerinde bıçağım ayağa kalkıp sağa sola baktım, ay ışığına rağmen bir şey görememiştim. Tam o anda arkamda bir şey olduğunu hissedip aniden döndüm. Kapkara bir varlık bana doğru geliyordu, insana benziyordu ama değildi! Paralize olmuştum kımıldayamıyordum, giderek yaklaştığında gözlerinin yerinde kuru koyu çukurlar olduğunu fark ettim. Bu zayıf çirkin varlık uzun tırnaklarından biriyle sağ yanağıma bir yarık açtı ve akan kanı yaladı, ağızını açıp sivri dişlerini gösterdiğinde titriyordum ki birden beyaz uzun saçlı ya da tüylü başka bir “şey” bu karanlık varlığa saldırdı. Biraz ötemde korkunç sesler çıkartarak birbirlerini parçalıyorlardı, bir süre sonra karanlık varlık beyaz olanı iyice hırpaladı ve üstüne çıktı. Yerden dev bir kayayı alıp tam kafasına indirecekken içgüdüsel bir refleksle gümüş kamamı sırtına, tam kalbinin arka kısmına sapladım. Yaratık dönüp bana baktı ve yavaşça yere çöktü, elindeki kaya kendi sırtına düşünce kamam vücuduna tamamen gömüldü. Öldüğüne emin olana dek kımıldamadım sonra gidip diğer beyaz yaratığa bakmak istedim. Uzun gümüş beyaz saçlar ve tüylerle kaplı bu büyük pençeli insanımsı şey birden değişmeye başladı, tüyler kısaldı pençeler ele döndü ve birden yerde yatan kişinin köyün yaşlısı olduğunu fark ettim! Vücudu paramparça olmuştu ve nefes almıyordu. Dehşet içinde gün doğana dek çadırıma sığındım ve korku içinde bekledim. Güneş doğduktan biraz sonra köylüler geri geldiler, yüksek sesle ağıtlar yükseldi köyden. Çadırımdan çıktığımda beni görenler çok şaşırmıştı, içlerinden genç birine olanları anlattım. Beni temizlediler, yarama pansuman yapıp yeni giysiler verdiler. Genç Çerkes yanıma oturdu ve bana gerçeği anlattı.

Ölen yaşlı bir Abazya büyücüsü, şamanı imiş. Her yıl bu dönemlerde dağlardaki mağaralardan çıkıp gelen karakoncoloslarla savaşırmış. Bu karakoncolos denen varlıklar kan içen, şekil değiştiren ve yılda bir defa uykularından uyanıp beslenen şeytanlarmış, dokundukları herkesi lanetlerlermiş. Yaşlı büyücü onlarla savaşabilmek için şekil değiştirirmiş ama bu kez kazanamamış. Bıçağımın gümüş olması ise benim şansımdı çünkü bu varlıklar ya gümüş ile ya da kafaları kesilerek öldürülebilirmiş. O gece köyde dinlendikten sonra bana verdikleri at ile yola çıktım, Yüreğir’den geride kalan bir kaç kemiğin yanından hızlıca geçerek batıya doğru devam ettim. Olabildiğince hızlı şekilde geri dönüp beni bekleyen kervana katılmak istiyordum ama aynı gece bir kriz geçirdim! Gece boyunca titredim ve kabuslar içinde uyudum. Sabah kalktığımda her yanım kan içindeydi, tırnaklarımın dişlerimin arasında kan vardı! Dehşet içinde yanında konakladığım derede yıkandım, yaralı değildim ve çevrede kimse yoktu. O halde bu kan nereden gelmişti?

Yola devam ettim ama benzeri geceler ve sabahlar bitmek bilmedi. Bir sabah gene kan içinde uyandığımda bu kez hemen yanı başımda bir insanın cesedi vardı! Delirecektim saatlerce ağladım bunu ben yapmış olamazdım, Allah’ım yardım et!

Kervana döndüğümde çok güvendiğim ve çoğu seyahatimde bana eşlik eden Asaf Efendi’ye durumu anlattım. Önce bunu hazmetmesi kolay olmadı ama sonra biraz düşünüp elindeki notları karıştırmaya başladı. Her yolculuk öncesi gidilecek bölgeyle ilgili pek çok işe yarar bilgiyi yanına alırdı Asaf Efendi.

– Belki Vitalius denen bilgenin bize bir yardımı olabilir! Üstelik mekânı Sudak dağlarında, buraya yarım günlük mesafede.

Yola çıktıktan sonra hava kararmaya başladığında ormanda sağlam bir ağaca zincirledi beni Asaf. Başımda da tüm gece nöbet tuttu, ona sormama rağmen gece gördüklerini asla anlatmadı. Ertesi gün bilgenin yaşadığı mağaraya vardığımızda kendimizi saygıyla tanıttık ve derdimizi anlattık. Vitalius eski tozlu raflardan bir kodex çekti ve karıştırmaya başladı.-

Öldürdüğün karakoncolos seni lanetlemiş, hayatının geri kalanını geceleri avlanan bir iblis olarak geçireceksin. Bunun bir tedavisi yok ama Kahire’de bir simyacı var, Merit-Ptah. Derler ki insanları ele geçiren her tür şeytanı ve musibeti vücuttan atabilirmiş. Sana tavsiyem ona gitmen ama yol boyunca geceleri mutlaka kendini bir yerlere kapa böylece masumların kanına girmezsin!

Neredeyse altı ay süren ve bana çok altına mal olan bir yolculuk sonrası (dedemin bu yolculuk kısmı çok gergin ve olaylı ancak onu da başka sefer anlatırım sizlere) İskenderiye Limanı’na vardım, Kahire’ye deve üzerinde gitmem de birkaç günümü aldı. Tüm bu yolculukta bana sadık yoldaşım destek oldu. Merit-Ptah’ı bulup derdimi anlattığımda önce korktu ama sonra beni iyileştirmek için bana ne isterse yapabileceğini söylediğimde kabul etti. Tam 5 yıl boyunca üzerimde sayısız deneyler yaptılar, gecelerimi bir kafeste geçiriyor gündüzleri ayağa kalkacak haldeysem Kahire ve Mısır hakkında notlar yazıyordum. Aileme ağır bir hastalık geçirdiğimi ve paraya ihtiyacım olduğunu yazdığımda bana küçük bir servet yolladılar. Sonunda artık 62 yaşındaki vücudum bu deneylere dayanamaz hale geldiğinde simyacıdan acıma bir son vermesini istedim. Tüm gezi notlarımı baştan yazdırmıştım ve orijinal metinler ile birlikte İstanbul’a aileme yollamıştım bile.

Simyacı yumuşak tatlı bir zehir hazırlamış ve bir gece dedem öğle vakti uyurken ona zerk etmiş, ardından gümüş bıçaklarla bedenini parçalar ayırıp gömmüşler (bu kısımları sadık dostu Asaf Efendi yazmış).

İşte büyük dedemin yolculuğunun gerçek sonu bu! Tabii siz okuduğunuz hikâyelerde olduğu gibi maceracı bir gezgin olarak hatırlayın onu lütfen. İzninizle ben şimdilik kaçıyorum. Birazdan hava kararacak bu yüzden kafesime girip kendimi kilitlemeliyim. Ah sahi size söylemeyi unuttum, dedemin laneti kuşaktan kuşağa ailenin tüm erkeklerine geçti. Benim gecelerim de tıpkı babamınkiler gibi kafeste yaşayarak geçiyor anlayacağınız. Evliya Çelebi’nin bir başka “gerçek” hikâyesinde görüşürüz belki tekrar. Size iyi geceler!

Ömür Durmuş

Merhaba, ben Ömür Durmuş. Endüstriyel tasarımcıyım. Yarım yüzyıl önce doğduğum İstanbul'da yaşıyorum. Bir gün Borges gibi yazabilmek hayali kursam da haddimi biliyorum. Eski toprak bir rock and roll dinleyicisi, çizgi roman ve sinema seven bir faniyim. Burada yetenekli yazarlarla aynı ortamı paylaşmak inanılmaz. Bu güzel deneyim için teşekkürler.