Öykü

Cezbe

Haşlanmış yumurtayı, soğanı yazım ekmeğinin* üzerine dizdi Alkaş. Eli hızlıydı, Agalbay Dede genç kızı beğendi, övdü. Alkaş övülmekten ve beğenilmekten mutluca kızardı, gözünü dizine indirdi. Buyur Dede, dedi, sofraya kuruldular.

Azığı ekmeğe sarıp yerlerken, Agalbay Dede sordu: “Hiç korkmaz mısın bu ıssız tepelerde keçi gütmeye a kızım?”

“Korkmam Dede,” dedi Alkaş. “Bu yörenin yerlisi kendi köyünden çıkmaz. Yoluma eğlenen olmadı şimdiye kadar. Uluları görürüm arada, onlar da iki muhabbet edip bana azık verirler, bir iki soru sorup giderler. Hatta bak Dedem, bu künyeyi de bana onlar verdiler.”

Alkaş gergin sağ kolunu Agalbay Dedeye uzattı. Dede biraz bakınca, künyenin altın, bezek* taşlarının zümrüt olduğunu gördü.

“Beğendim kızım. Yalınız bunu her yerde takma. Değerli bir hediye, pahada ağır. Göz koyan olur, başını belada koyma.”

Alkaş, adını aldığı gergin, al bezekli kaşlarını bir hoş hale soktu. Uzun yüzünün yeşil gözlerinde bir ürperti geçti, pembe dudakları açıldı. Ben sıkı hançer tutarım Dede, hem Solak korur beni, Solak’ım korur beni, dedi.

“Aferin sana kız, eline de eşine de güven böyle, aferin.”

Alkaş sevindi, hançerini Dedeye gösterdi. Büyük Göçten kalma, baştan aşağı çelik bir hançerdi: İşlemesiz, korkutucu, alıcı güzel. Agalbay Dede gözleri buğulu, aldı hançeri, bir dua okudu, kıza geri uzattı.

“Kızım, senin de lokmana ortak oldum, affeyle. Karnımı doyurdun, sağ olasın. Benim bu yöreye gelmekteki amacım, başınızdaki beladır. Musibetin aslını öğreneceğim. Sizin obanın hatununa danışacağım. Zira düzde de o dönen gözlü musibetler çok. Delibozuklar bu tepeleri dolaşır durur. Bakalım neden dolaşır dururlar. Ama şimdi ben sana borçlandım. Akşama kadar koyununu gütmek banadır.”

Alkaş itiraz edecek oldu, Dede tamgalı el ayasını kaldırdı: “Hiç itiraz istemez kızım. Ben hayvanın dilinden anlarım, onları güderim. Bana yardım etmek istersen, ben buranın bükünü, mantarını bilmem, bana biraz bunlardan toplayıver. Ha bu kese kadar, ama şimdiye kadar buralarda gördüğün her cinsinden. Tamam mı?”

* * *

“Malumatım var.” dedi. Tekelcen* Hatun. “Bu müptezellerin ettiklerini bilirim. Yalınız iyice kovalamadan, neyi nasıl ettiklerini bilmeden derelerini kurutmak istemedim. Asesbaşımız meseleyi soruşturdu.”

“Bir kodamanın işleri bunlar.” dedi esmer asesbaşı, dar omuzlarının üstünden: “Buradan bir çeşit otu, bitkiyi kaldırıp, Orta Yöre’ye pazarlarmış. Bizdeki delibozukların da ayinde bu kodamanın sattıkları çekilirmiş. Bunun dışında müptezeller alıyormuş bunları. Her neticede, bu olan biten hem obamıza, hem ulusumuza kara çalıyor. Kagaşk’lar diyor ki, bizim ettiğimiz başıbozukluğu, Nesili etmezmiş.”

“Biz gelmesek, buralara konmasak, hala tek şehrin gönderdiğiyle geçinecekti bu yörenin halkı. Kendi kanından Nesililere kırk kez başkaldıranlar bunlar değil mi? Madem hazidiyorlardı,* neden kırk isyan peydahladılar?”

Agalbay Dede, Tekelcen Hatun’un sözlerine içerlemiş göründü: “Bizi işimiz idare etmektir, halka kulak vermektir Hatun. Tatmin etmek değildir. Halkı tamamen tatmin etmenin mümkünü yoktur. Ne kadar uğraşırsan da, zaten bunu başaramazsın. Konuşan konuşsun. Hem böylelikle, içlerindeki öfkeyi dışa vururlar, ferahlarlar.”

“Ne öfkesi, kime öfke?” dedi Hatun’un kocası Cılay Bey. Agalbay Dede, kuşağından bir kese çıkardı, açtı. İçi bük, mantar doluydu. Hepsine gösterdi.

“Hayata öfke, kadere öfke.” dedi. “Bu kesedeki mantarlardan biri, zannederim ki şu mor etli olanı müptezelleri, delibozukları coşturan, bitiren.”

Asesbaşı mantara eğildi; “Biz her gün ütüne basıp geçerken…” dedi.

“Bu mudur bilmem, ama zannederim. Zira aldığımız malumatlardan biri, mor göbekli kuru mantarların bu hayallere sebep olduğuydu. Yine de dediğin doğrudur asesbaşı. İnsanın başına her ne gelirse, her gün ettiği, zararını umursamadığı şeylerden gelir çokluk. Hastalık, musibet, yanlış karar hep bunlardan türer. İnsana ilim değil, hissiyat gerektir önce.”

Mantar elden ele gezerken, Agalbay Dede devam etti:

“Asesliğin güzelliği, asayişin daha çok somut sebeplerden bozulması. Benim işim ise daha zordur oğul. Delibozuklar kim bilir ne vehimle, ne ederler. Soramazsın, sorsan saklanır yahut takiyye eder. Bu mantarın aradığımız musibet olup olmadığını teyit edelim, düşmanımızı bilelim. Ardından, üzerimize düşen her ne ise, o işi ederiz.”

* * *

Agalbay Dede, karanlığı örtünüp, dağlara yürüdü.

Ne güzeldir Kuzey dağları! Kar örtmez tepelerini ama, yağmur da eksik olmaz üstlerinden. Sisler sarık örer gürgenlerin ucuna. Orta Yöre’nin boz bunaltıcılığı yoktur buralarda, Doğu Beri’nin karı da uğramaz zaten. Güney Dip’in yakıcı güneşi buralarda ne gezer? Batı Öte’nin ılık rüzgarları bir gıdım oynatamaz kuzey göklerinin kudretli bulutunu. Hele Taora’nın kaynar kazan gibi çanakta oluşu, buraya büsbütün tezattır. Kuzey Uç’ta gezenin canı tazelenir.

Agalbay Dede de çıktı dağlara, ziyaretgahlara uğradı. Gençliğinde oduncuyken madde sırrına ermiş, burada yaşayan Kagaşk’lara da kendi ulusuna da irfan dağıtmış Ayı Baba’nın başı pınarlı, kabri sırmalı ziyaretgahında geceledi. Rüzgar bir güzel fısıldadı sabahaca. Agalbay Dede dinledi, ilham aldı, ıslak sabahı karşıladı. Gözünü hiç kırpmamıştı. İrfana doymadım, diye düşündü, daha kalmalı. Üç gün daha gökte dolanan güneşi, yerde gezen yılanı izledi, nasiplendi. Beşinci günde, kısa fırlatma mızrağını asa gibi kullanan bir kızıl sakallı bir genç geldi, Hatun’un kendisini çağırdığını söyledi. Agalbay Dede bir heybelik eşyasını topladı, omuzuna denkledi. Asasına ağırlık verip doğruldu, gidelim, dedi.

* * *

Hatun dedi ki Agalbay Dede’ye, Şilde bir Kagaşk kızıymış. Aklı safçaymış. Oba buraya ilk geldiğinde, Nesili uğrularının tecavüzünden kurtarmışlar, kızı aralarına almışlar. Harada çalışırmış, kahyanın yurdunun yanında ufak bir çadırda kalırmış. Gariban kızın, hiçbir şeyden anladığı yoktur, zavallı, orada ne ettiğini bile bilmez, dedi.

* * *

Asesbaşı dedi ki ortaya, bu musibet mantarın alıcısı çokmuş. Orta Yöre’den gelip buranın dağlarında gezenler, bu ticaretten nasiplenenler varmış. Amma o kodaman, işin başındaki kodaman… Bir çiftlikte oturur, her şeyi yönetirmiş. Bu belalı ticaretin aslan payı da onunmuş. Ah, dedi asesbaşı, ben nasıl göremedim gözümün önünde döneni? Nasıl boş bıraktım dağlarımı?

* * *

Cılay Bey dedi ki, Agalbay Dede’nin kulağına eğilerek, ben bu girdap gözleri çok önceden gördüm Agalbay. Daha Tekelcen’le evlenmemiştim, Ayı Baba hayattaydı. Anlatırdı bize, dağda ne yenir, ne yenmez. Beyin oğlu dağda koyun güderken bilmeden yemişti musibeti. Obaya omuzlarda getirdiler. Gözlerinin akı bir mora çalmış, gözbebeği döndükçe dönüyor, sanki tüm dünyayı emiyordu. Zavallı, o kadar yemiş ki mantardan, bilmeyesice tabii, üç gün mor mor, iğlim iğlim* kusmuş, can vermiş. Ben ne bilirdim, dedi Cılay Bey, bu işin koca El’e dert açacağını?

* * *

Şilde’yi ortalarına almışlar, kızı belden yukarı soymuşlar, oynatıyorlardı. Saf akıllı, tüm tazeliğini ateşin ışığına daldırıp çıkarıyor, meydanda fır dönüyordu. Suratındaki o yarım yamalak, yertsiz yurtsuz neşe de fırtınalı kıyılar gibi dövünüyor, çıldırıyordu. Neye oynadğından habersiz, çırpınıyordu kızcağız.

Agalbay Dede bir hışımla girdi ki meydana, o biçim. Yalımlarla kudurmuş enli kılıcını çekmişti. Asesbaşı kızı yedindeki kaftana sardı, kucaklayıp meydan dışında bekleyen aseslerden birine verdi. Ases, korkmuş kızı berisindeki Hanım’a teslim edecek oldu. Hanım meydana yürüdü, ateşe tükürdü. Ateş gürleşti, parladı. Kızı alıp, çıktı rezillikten sonra. Müptezeller girdap olmuş dönelen gözlerini korkuyla kısmışlardı. Halkayı kırıp kaçmaya yönelenlere iri temrenli ases mızraklarının dip topuzları iniyor, onları halkaya sabitliyordu. Kurt kuş sustu, yalnız Dede’nin öfkeyle daha bir gürleşmiş sesi çınladı:

“Behey kökü soysuzlar, şekli nursuzlar. Taş dillense lanet eder ulan size. Ulan siz nesiniz, necisiniz? Hiç mi töre bilmediniz, aklı yarım Pirig kızını dağa kaldırmak nedir? Sizin ettiğinizi Nesili etmiş mi? Obanızı, oymağınızı on para yerine kodunuz, attınız köşeye. Ulan sizde hiç edep yok mu? Siz yağmacı mısınız, işgalci soylu musunuz? Töre sahibi milletin evladı değil misiniz? Göğsünüzde od yok, yüzünüzde ar yok, fikrinizde ve kalbinizde denge yok sizin. Söğüt Baba’nın soy soyladığı, kutsal ıklığ sazımızı bu meydanda ne diye acıyla inletirsiniz. Bir şu Pirig masumunu, bir de şu kutlu saza çektirdiğinizi yer göğ unutmaz, unutmayacak. Bakma ulan bana öyle, gözü gönlünü, ruhu dengeyi terk etmiş fukara! Siz sadece içmez, bir de satarsınız reziller. Kim tutuyor suyunuzun başını?”

* * *

Çığlık, eğri kılıç gibi havayı yardı, ateşi titretti. Asesler, sesin çıldırttığı hülyalarında coşan müptezelleri tekrar düzene sokmaya çalışırken, asesbaşı da yanında bir adamıyla sese yöneldi. Agalbay Dede de peşlerinden geldi.

Şilde, üzerine atılan kaftanın bir koluyla Tekelcen Hatun’un boğazını sıkıyordu. Hatun, eliyle Cılay Bey’e dur yapıyordu. Öyle olmasa Cılay Bey hançeriyle çoktan divane kızı deşmişti. Şilde, köşeye pısmış* kedi gibi titrek gözler ve sabit bir saldırgan suratla dört yanı tarıyordu.

Asesbaşı gözüyle duruma hakim olduktan sonra, mızrağını savurdu. Şilde’nin yanına düşen mızrak, kızın dikkatini dağıtır gibi oldu. Cılay Bey tam aksi yöne hançeriyle göstermelik bir hamle yaptı. Asesbaşı koştu, mızrağa dayandı, Şilde’nin baldırına bir tekme savurdu. Ayağından gücü kesilen Şilde’yi asesbaşı tuttu, kollarını gevşetti, Tekelce Hatun serbest kaldı. Cılay Bey hatununu kucakladı, arkasına çekti. Asesbaşı kıza hakim olduktan sonra, Agalbay Dede yaklaştı. Kızda ateş başında oynayan delilik tekrar göründü. Ağzını çarpıttı, gözlerini oynattı. Çıplak göğsünden aşağı ter boşanıyordu. Agalbay Dede, elini koydu, kalbini dinledi. Saçlarından kavradı, başını geri kanırttı, boynunu dinledi. Nefesini, kanını gözledi. Kızdaki ikircikli deliliği fark etmişti. Sonrasında elini kaldırdı, olanca hiddetiyle kızın suratına indirdi. Kızın dünyası gölgelendi. Bayılakaldı.

* * *

“Şilde’nin ağzından zor laf aldık. Hele Dedem, senin terkibin olmasa..” Asesbaşı diz vurduğu yerden, oba meclisine konuşuyordu, müptezellerin ailelerinden bazısının kin dolu bakışlarına aldırmadan: “şu kodamanın çiftliğinin yerini Şilde bilmiyor. Yıllardır müptezelleri bu yola ayartan, toplantılarını cazip kılanlardanmış bu kız. Sadece tek bu olsa iyi. Bizim obadan da iki kız, bu kodamanın hizmetindeymiş. Kodamanın obamızdaki diğer adamlarını saymıyorum, biliyorsunuz zaar. Belki daha konuşurdu Şilde, ama…”

“Aması nedir?” dedi Cılay Bey, eli hançerindeydi. Çakmak çaksan alev alacak bir haldeydi meclis, belki bu gece kan çıkacaktı. Kodamana çalışan hainler, daha şimdiden kümelenmişler, tetikte bekliyorlardı. Yönlendiren rüzgarları esiyordu. Cılay Bey olacakları sezmiş, kadınının yanından ayrılmıyordu.

“Kışlağımızın yanında merası olan Kagaşk köylülerinden biri öldürdü kızı, hem de hücresini tek başına basarak. Ekmek yediği kaba pisledi deyi. Adamı yakaladık, hücrede. Her hayını geçtim, o adamı ne yapalım, Tekelcen Hatun?”

* * *

Agalbay Dede, Ayı Baba’nın ziyaretgahında bir kez daha göründü, ardından obadan terki duyuldu. Kendisini son gören Alkaş kızdı. Diyordu ki Alkaş, Agalbay Dede bana mor taşlı bir küçük hızma verdi. “Aha da hızma, elimde.” Agalbay Dede iki ulunun koluna girmiş, Güney yamaçlara beri ağıyormuş.* Demir temrenli asasını kaldırmış, kıza selam etmiş. “Aha da ağdığı yamaç, parmağımın ucunda.”

*yazım ekmeği: yufka ekmek

*bezek: süs

*tekelcen, yenen bir ot cinsi

*hazitmek: beğenmek sevmek (hazzetmek)

*iğlim iğlim: ince ince

*ağmak: tırmanmak, yükselmek.

*pısmak: sinmek

Cezbe” için 4 Yorum Var

  1. Gecikmiş bir kaç şeyi söylemek isterim. Kadim Suret hikayenizi çok eğenmiştim. Hele ki Dede’nin yüzündeki çizgileri anlatımı kesinlikle profesyonel bir yazara taş çıkarır nitelikte. Aynı şekilde yerkürenin uğradığı fiziksel deprem ve insan ruhunun uğradığı duygusal deprem arasında kurduğunuz bağ, bunu bir kaç cümlede kolaylıkla yapışınız meziyet gerektirir. Öyküdeki en sevdiğim cümleyi ise yazmadan geçemeyeceğim “Uzun yaşamak da az bir zafer değildir.”. Aynı şekilde Bedensiz’deki ilk paragraf da övgüyü hak ediyor bence  Tarzını genel olarak beğeniyorum. Kendisini istekle okutuyor. Bununla beraber, hikayenin ikinci kısmının ilk paragrafında, günlük kullanımda olmayan kelimelerin bazıları gerçekten ağır, eski sanki biraz da kullanışsız. Vermek istediğiniz etkiyi anlayabiliyorum ama bunu hikayenin başında vermiştiniz. Yine de bu tarz sözcükleri kullanırken okuyucunun dikkatini dağıtma ihtimalini de göz önünde bulundurmak istersiniz belki… Üçüncü bölümün başlangıcı için elinize sağlık. Tebrikler.
    “Madde Sırrına” ermek yeteri kadar büyük bir işmiş gibi gözükmedi gözüme. “Maddenin arkasındaki sırra ermek” daha göz korkutucu ve etkileyici olabilirdi, diye düşündüm. Belli ki Agalbay Dede, görünenden çok daha fazlası. Onu görünür cismani betimlemelerle sınırlamasak mı?
    “Rüzgar bir güzel fısıldadı sabahaca” sanırım bir kelimesi eksik kalmı “..sabaha kadar.” diye mi düşünmüştünüz… “….. Nesili uğrularının tecavüzünden kurtarmışlar….” uğru bir tür asker mi, hikayede sadece burada geçiyor. Burası ufak bir dokunuşu hakediyor, bana göre. Bunun dışında bence oldukça başarılı bir şekilde döngüyü tamamlayıp, okuyucuya da hayal gücünü zorlama imkanı verip hikayeyi etkileyici bir şekilde kurgulamışsınız. Elinize ve Düş Gücünüze sağlık.

  2. Fraktaldan okuyucunuzum Gökhan bey. Google vasıtasıyla burada yazdığınızı öğrendim. Öykü güzeldi ve tarzınızı da bayağı geliştirmişsiniz bunu gördüm. Bölümler arası bağlantıları yapış şekliniz ilgincime gitti. Belki bağlama cümleleri yazsanız daha keyif verebilirdi öykü. Bunun dışında her şey yerli yerinde. Tasvirleriniz ve fikirlerinizi dile getiriş yöntemleriniz yine muhteşem. Eski öykülerinizi de okuyacağım. Saygılarımla.

  3. Gökhan öykü güzeldi. dikkatimi alevi ve sünni teolojisine hakimiyetin çekti. daha önceki öyküne baktım, onda da çok fazla unsur var bu noktalarda gözüme çarpan. çok okunmazsın para da kazanamazsın dostum ama böyle gidersen taklitçin de çok olur hayranın da. bu benim görüşüm. tabi tamamen çuvallayabilirsinde. bu halka güven olmaz aklında olsun 😉 gelelim öykünün inceliklerine. betimlemelerin hoş da olsa, betimlemelere çok takıldım ben. yani o noktalarda çok uğraşılmış gibiydi. kızın yakalanışını çok detay anlatymışsın, yersizdi. çünkü söylemek istediklerin çok farklı şeyler. bunlar gözüme çarpanlar ama bölümleri güzel bağlamışsın, fikir otijinal, uygulaman güzel. başarılar dilerim.

  4. Merhaba Gökhan. Uzun zaman sonra okuduğum ilk öykün bu. Tarzını koruyorsun üzerine ekliyorsun, bunu takdir ediyorum yine de bazı sorunlar mevcut ama görmezden gelinebilir şeyler. Çünkü ben senin bu ufak tefek sorunları doğal seçilimle eleyeceğini düşünüyorum. 🙂 Eskiden beri eliyorsun zaten. Bence gayet iyi gidiyorsun. Öyküyü biraz daha uzatabilirmişsin. Şahsen meraklandım. Ara bağlantıları yapmamışsın, öyküyü izleklere bölmüşsün. Güzel olmuş aslında ama ben daha uzun, bağlantıları daha açık bir öykü beklerdim. Türbede geçen zaman sahnesini öyküden çıkarınca öyküde bir eksilme olmuyor, onu çıkarabilirmişsin gibi geldi ama belki de var bir bildiğin ben göremiyorm. Tam gaz mistikliğe devam ediyorsun bu da bence olumlu. Roman yazsan okunur. Ben senden bunu bekliyorum şahsen. İnternet siten bir ara çalışmıyordu ama galiba tekrardan açmışsın. Belki de sitende yayımlarsın, bir yerlerle anlaşırsın. Ki bu işi yapanlar var. Hepsi de kalitesiz, sen neden yapamayasın? demek isterdim ama diyemiyorum biliyorsun 🙂 Neyse, ben umut ediyorum ki seni ve diğer birkaç devremi (İÜ Türkoloji) kitabevi raflarında göreceğim. Kendine çok iyi bak, İzmir’e beklerim. Takipteyim her daim.

Ahmet Sur için Yorum Yap Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *